Gündem Bir çağı aydınlattı

Bir çağı aydınlattı

21.02.2016 - 02:30 | Son Güncellenme:

Kansere yenik düşen İtalyan yazar Eco, yapıtlarında Ortaçağ’ı merkeze alarak o dönemi günümüze aktardı. Çağın en büyük entelektüellerinden biri olarak kabul edilen düşünür, ‘Gülün Adı’ gibi bir başyapıta da imza attı

Bir çağı aydınlattı

İçinde bulunduğumuz çağın en büyük entelektüellerinden, filozof, tarihçi, eleştirmen, estetikçi ve Ortaçağ uzmanı ve günümüzün en etkili düşünürlerinden Umberto Eco, Cuma gecesi Milano’daki evinde hayatını kaybetti. İtalyan yayıncısı Bompiani, yazarın bir süredir kanser tedavisi gördüğünü açıkladı.

‘Akıllı bir çocuktum’
İtalya’nın kuzeyinde bulunan Alessandria kentinde 5 Ocak 1932’de doğan Eco’nun annesi Giovanni ve babası Giulio Eco bir metal şirketinde çalışıyorlardı. Çocukluğunun büyük kısmını büyükbabasının mahzenindeki kitaplıkta geçirdi. Jules Verne’den Marco Polo’ya dek pek çok ismin kitaplarıyla tanıştı. Benito Mussolini’nin diktatörlüğü döneminde, 10 yaşındayken her İtalyan gencinin zorunlu olarak katıldığı bir makale yarışmasına girdi ve kazandı. “Mussolini’nin şanı ve İtalya’nın ebedi varlığı uğruna ölümü göze almalı mıyız?” konusunun işlediği maakale, Ludi Juveniles Ödülü’ne değer görüldü. Yıllar sonra verdiği röportajlarda, kendisine yöneltilen soruları “Ne de olsa akıllı bir çocuktum,” diye yanıltacaktı.

‘Savaşa normal dediler’
Çocukluğu, İkinci Dünya Savaşına denk gelen ve silahlı çatışmalara tanık olan Eco, SS’ler, faşistler ve partizanlardan nasıl sakınılacağını öğrenip ‘özgürlük’ sözcüğünün anlamını irdeliyordu. Dönemin en etkili propaganda aracı olan radyonun başında da kitapların başında geçirdiği kadar zaman geçiriyordu. Daha sonraki yıllarda yazdıklarında ve üniversitede verdiği derslerde ise II. Dünya Savaşı dönemiyle ilgili şöyle konuşuyordu: “Bu dönemde çocuklara savaşın normal olduğu öğretildi. Beyinlere ‘düşman’ kavramı kazıldı.”
II. Dünya Savaşı sonrası Katoliklerden oluşan gençlik oluşumlarına katıldı ve Katolik Öğrenci Hareketi’nin lideri oldu. 20’li yaşlarına geldiğinde Aziz Tommas Aquinas hakkında doktora çalışması yaparken Tanrı’ya inancını yitirdiğini söylüyordu.

‘Eco-roman’lar olarak anıldı
Doktorasını tamamlayan Eco, Avrupa’nın en eski üniversitesi Bologna Üniversitesi’nde göstergebilim ve felsefe üzerine dersler vermeye başladı. Diğer yandan 1958’de İtalyan yayınevi Bompiani’ni’de editörlük yapmaya başladı. 1959’da, mimarlık ve sanat öğretmeni olan Renate Ramge ile tanıştı ve onunla birkaç yıl sonra evlendi. 60’lı yıllarda göstergebilimin önemli temsilcilerinden biri olarak anılmaya başladı. Sonraki senelerde, İtalya’nın ses getiren yayınlarınan L’Espresso’da yazdığı köşe yazılarıyla büyük bir üne kavuştu.
Fakat dünya onu en çok ‘Gülün Adı’ ismini verdiği romanıyla tanıyacaktı. Asıl adı ‘Il nome della rosa’ olan, 1980’de çıkan ve tüm dünyada 30 dile çevrilip 10 milyondan fazla satan eser, postmodern geleneğe uygun olarak yazılmış, çok katmanlı bir kitaptı. Arthur C. Doyle’un ‘Sherlock Holmes’ünü anımsatan eserde Eco, gerçekle kurmacayı iç içe geçiriyordu. Roman, yayımlandıktan 6 yıl sonra sinemaya uyarlandı. Ortaçağ Hıristiyan dünyasını irdeleyen bu tarihsel kitap, ‘bilim-roman’ olarak tanımlanıyordu. Eco’ya özgü olan bu tekniğin ikinci meyvesi de 1988’de yayımlanan ‘Foucault Sarkacı’ydı. Bu kitapla birlikte yazarın yapıtları ‘Eco-roman’ adıyla anılmaya başlandı. ‘Foucault Sarkacı’ da, yine çok katmanlı bir romandı.

Haberin Devamı

Bir çağı aydınlattı

15 yıl sonra Tarlabaşı’nda
2013 yılında İstanbul’a geldiğinde Tarlabaşı’na da uğrayan Eco’nun bu semte ilk gelişi bu tarih değildi. İlk kez, 1998’de Atlas dergisinin davetlisi olarak gelen Eco, derginin fotomuhabirine burada poz vermişti. Bu tarihten 15 yıl sonra, 2013’te fotoğrafçı Gökhan Tan’a aynı yerde poz vermek için gelen Eco, “Benim ne kadar değiştiğimi mi çekmek istiyorsun yoksa semtin mi?” diye soruyordu. Gökhan Tan
ise zamanı fotoğraflamak istediğini söylüyordu.

Hem entelektüel hem de popüler kültürün parçasıydı
Umberto Eco’nun ‘Gülün Adı’ndan tam 20 yıl sonra çıkardığı ‘Baudolino’ ise tipik bir Eco eseriydi. 11. yüzyıl sonunda, yazarın doğduğu köy olan Alessandrio’da geçen roman, çiftçi bir ailenin çocuğu olarak doğan Baudolino’nun hikâyesini konu ediniyordu. Eco, karanlık bir dönem olan Ortaçağ’daki yalanlardan yola çıkıp gerçeklere ulaşıyor ve bunu da şöyle anlatıyordu: “Baudolino, diğerlerinden biraz daha değişik bir roman. Aziz Baudolino inanılmaz bir yalancı. Ama yalanlarıyla topluma doğruyu aşılıyor.” Karakterleriyle kurduğu ilişkiyi ise “İmparator Friedrich Barbarossa’nın ölümünden sonra Baudolino, arkadaşlarıyla birlikte canavarların yaşadığı diyarlara doğru fantastik bir geziye çıkar. Buralarda benim çok hoşuma giden bir aşk hikâyesi de dahil olmak üzere inanılmaz şeyler yaşar. Yazarken, aslında Baudolino’yu âşık etmem gerekirken, hikayenin kadın kahramanına ben de âşık olmuştum,” cümleleriyle aktarıyordu.
Tarihi ve felsefi romanlar/kitaplar yazmasına rağmen hem entelektüel çevre tarafından kabul ediliyor hem de popüler kültürün bir parçası olarak görülüyordu. Kendisinin de dediği gibi, “Homer ve Walt Disney arasında bir fark yok diyecek kadar tutucu değilim. Ama Mickey Mouse da, Japon Haiku şiirleri kadar mükemmel olabilir”di.
Tarihe, edebiyata, dile, felsefe dünyasına, sanata ve mimariye yaptığı katkılarla hatırlanacak Umberto Eco için 23 Şubat’ta, Milano’da saat 15.00’te bir cenaze töreni gerçekleştirilecek.

Haberin Devamı

‘Soldan sağa yazıyorum’
Umberto Eco, 2011’de çıkardığı ‘Genç Bir Romancının İtirafları’ kitabıyla, yaratıcı yazarlığın ne olduğunu irdeliyordu. İlk romanı ‘Gülün Adı’nı 48 yaşında yayımlayan Eco, kendisini muzipçe ‘genç yazar’ olarak tanımlıyor ve yazma deneyimi üzerine önemli tespitlerde bulunuyordu. Kitapta, kendisine yöneltilen “Nasıl yazıyorsunuz?” sorusuna “Soldan sağa” yazıyorum diyerek cevap veriyordu. 2013’te Orhan Pamuk ile bir panelde söyleşi yapmak üzere İstanbul’a geldiğinde İstanbul’a olan sevgisini şöyle ifade ediyordu: “İstanbul’un dünyadaki en güzel dört şehirden biri olduğuna ikna oldum.”

Haberin Devamı

‘Marcel Proust değilsiniz, uzun cümleler kurmayın!’
1971 yılından bu yana Bologna Üniversitesi’nde profesör olarak görev yapan Eco, öğrencilerine derslerinde şu tembihleri veriyordu:
- “Siz bir Marcel Proust değilsiniz. Uzun cümleler kurmayın. Eğer aklınıza gelirse onları yazın ve sonra bölün.”
- “Cummings değilsiniz. Cummings, erikan avangart şairdi ancak siz değilsiniz. Tezinizin konusu avangart şiirler olsa bile.”
- “Sık sık yeni paragrafa başlayın. Mantıksal olarak gerekli olan ve metnin akışının gerektirdiği zamanlarda yapın. Ne çok yaparsanız o kadar iyi.”
- “Yalnız yaşayan dâhiyi oynamayın.”
- “Hemen Nobel Ödülü almanın hayalini kurmayın.”
- “Üç nokta ve ünlem işareti kullanmayın. İronileri açıklamaya kalkışmayın. Göndergesel ya da figürsel bir dil kullanmanız mümkün. Göndergesel dil derken herkes tarafından anlaşılabilen, yanlış anlamalara sebep olmayan bir dilden bahsediyorum.”