Cumartesi “Bu romanı bir inancı sarsmak için yazmadım”

“Bu romanı bir inancı sarsmak için yazmadım”

22.03.2008 - 01:00 | Son Güncellenme:

İslam, Hz. Muhammed, Hz. İbrahim, putlar... Bunlar genelde din kitaplarında gördüğümüz, din derslerinde okutulan bilgilerdir. Ancak bu kez hepsi birlikte bir romana konuk oluyor.

“Bu romanı bir inancı sarsmak için yazmadım”

İslam, Hz. Muhammed, Hz. İbrahim, putlar... Bunlar genelde din kitaplarında gördüğümüz, din derslerinde okutulan bilgilerdir. Ancak bu kez hepsi birlikte bir romana konuk oluyor: Nedim Gürsel‘in kaleminden çıkan “Allah’ın Kızları”na (Doğan Kitap)...
Kitabın adı biraz şaşırtıcı ama içindeki her bilgi gibi, güvenilir kaynaklara dayanıyor. 7’nci yüzyılın başlarında İslam yükselirken yaşananlar ile 20’nci yüzyılda bir büyükbaba ile torununun yaşamı paralel olarak anlatılıyor romanda. Nedim Gürsel bir romancı bakışıyla yaklaşıyor olaylara ve Hz. Muhammed’i roman karakteri olarak ele alıyor.
Gürsel ile buluşup romanı konuşurken bir dönem ateizmi benimseyen, şimdilerde ise kendini agnostik olarak tanımlayan yazarın çocukluğunun -tıpkı romandaki çocuk gibi- dinle haşır neşir geçtiğini öğreniyoruz. Pek çok çocuk gibi, büyükbabasının etkisiyle İslami kuralları yerine getirmeye çalışırmış. Sonra ne mi olmuş? Bunun cevabı da söyleşide, “Allah’ın Kızları”na gelen tepkiler de, Nedim Gürsel’in yaşamından ipuçları da...

Haberin Devamı

“Allah’ın Kızları”nın ilhamı nasıl geldi?

Birkaç çıkış noktası var. En önemlisi çocukluğumla ilgili. Babam çok genç yaşta trafik kazasında ölünce ben bir-iki yıl dedem ve büyükannemin himayesinde kaldım. Dedem hem dindar bir Müslüman hem de iyi bir hukukçuydu. Muhammed’i, Kuran’ı anlatırdı bana. O zamanlar şimdi olduğu gibi çizgi roman kahramanları vardı, Texas, Tommiks gibi... Ama benim en önemli kahramanım Muhammed’di, onu hayal ederdim.

Neden?

Çünkü sır dolu bir kişilikti, neye benzediğini bilmiyorduk. Zaten tasvir yasağı olduğu için onunla ilgili hiçbir imge yoktu, bu da benim hayal gücümü çalıştırırdı. Dedem bana onu anlattıkça o dünya gözümde canlanırdı. Çocukluk anılarımın yanı sıra bir başka çıkış noktası daha var romanın. 21’nci yüzyıl Malraux’nun da öngördüğü gibi dinler yüzyılı oluyor. Dinler insanlar barış içinde yaşasın mesajları verdiği halde dinsel gerekçelerle kanlı çatışmalar yaşıyoruz.
Ben de öteden beri dinler tarihine meraklıyımdır. “Boğazkesen” ve “Resimli Dünya” romanlarımda İsa’ya göndermeler vardı. Bu kez İslama el attım. Aslında “Allah’ın Kızları”nı içimde uzun yıllar taşıdığımı fark ettim. Ama uzunca bir dönem Marksizmden ötürü dinle çok haşır neşir olmadım.

Haberin Devamı

“Bir zamanlar ateisttim, sonra agnostik oldum”

 Belli bir kuşağın ortak hikayesidir, dindar büyüklerle yetişir sonra entelektüel bir kimlik kazanmaya başladıkça dinden koparlar. Dindarlıkla entelektüellik neden bir arada durmaz?

Entelektüellik tanımı gereği sorgulamayı gerektirir. Oysa din inançla ilgilidir ve sorgulamayı önler. Bence inançlı bir aydın bile agnostik olmalıdır -ki ben biraz o konuma geldim. Yani ateistlikten agnostikliğe doğru bir evrim geçirdim. Yani Tanrı’nın varlığından kuşku duyabilirsiniz, inancı sorgulayabilirsiniz ama Tanrı’ya da inanabilirsiniz. Ama Tanrı’nın peygamberlerine inanmak zorunda değilsiniz.

Ateizmden agnostikliğe geçiş yolunda Tanrı sizi nasıl ikna etti?

Bana seslendi diyemeyeceğim, gaipten sesler duymadım. Ama bu romanı yazarken biraz kendimi kaptırdım, Tanrı düşüncesi ağır basmaya başladı.

Haberin Devamı

Bildiğim kadarıyla Türk edebiyatında ilk kez peygamber bir roman kahramanı olarak ortaya çıkıyor. Hele dinin bu denli sert tartışmalara konu olduğu bir dönemde...

Evet, belki de bir cesaret işi ama ben öyle görmüyorum. Bu romanı bir inancı sarsmak için yazmadım. Tam tersine,
o inancın hem içinden hem de dışından konuşan bir roman söylemi koymaya çalıştım. Muhammed’in hayatının belki bir dokunulmazlığı var kutsal olması açısından ama bir yandan da tarihi bir kişilik. Peygamber oluncaya kadarki hayatı hakkında hemen hiçbir şey bilmiyoruz. İlk kaynak, Muhammed’in ölümünden 200 yıl sonra yazılıyor ki bugün onun hayatı hakkında piyasadaki kitapların neredeyse tümü, bu kaynağa dayanıyor. 

Özel hayatını da konu edinmişsiniz.

Bir yazar yaratmak istediği roman kahramanının özel hayatıyla tabii ki ilgilenir, tabii ki onun iç dünyasına nüfuz etmeye çalışır. Ama bu bir peygamberse iş zorlaşıyor. Dolayısıyla ben Muhammed’in kadınlarla olan ilişkilerine minimum değindim, aslında bütün bir roman bunun üzerine kurulabilirdi çünkü bu açıdan çok zengin bir hayat yaşamış.

Haberin Devamı

“Her yıl mutlaka bir-iki türbanlı öğrencim olur”

Danimarka’da Hz. Muhammed’i konu alan karikatürler kıyamet kopardı. İslam dünyası bu açıdan pek hoşgörülü sayılmaz, siz nasıl tepkiler aldınız?

Benim inançlı Müslümanları incitmek gibi bir amacım yok. Danimarka’daki karikatürler bence çok kışkırtıcıydı, ben böyle davranmadım. Ama kitabı okumadan fetva verenler de var. Örneğin Nuriye Akman, Zaman gazetesinde ayrıntılı bir röportaj yapmak üzereyken yazı işleri bunu engeller diye vazgeçti. Bunun üzerine yayıncım paralı ilan vermek istedi Zaman’a; o ilan da yasaklandı. Bayağı hayal kırıklığına uğradım.

Peygamberden söz ederken çoğunlukla “Hazreti” sıfatı kullanılır ama siz yalnızca Muhammed diyorsunuz. Sebebi var mı?

Hazreti Muhammed dediğin zaman inancın içinden bir bakış olur. Bir kutsallık atfediyorsunuz, bir tarafta oluyorsunuz bu sözcükle. Hem bir insana neden saygısızlık olsun?

Roman için Kuran’ı yeniden incelemişsiniz. Bilgilerinizi tazelemişken sorayım, bugün Türkiye’nin gündemini işgal eden din tartışmalarını nasıl buluyorsunuz?

Haberin Devamı

Türban konusunda benim görüşüm, bireysel özgürlük açısından devletin bireylerin giyim kuşamına karışmaması yönünde. Örneğin ben Paris Üniversitesi’nde öğretim üyesiyim, her yıl bir-iki türbanlı öğrencim oluyor ve bundan rahatsızlık duymuyorum. Ama Fransa’da ortaöğretimde sadece türban değil, herhangi bir dinsel simge yasak.
Eğer türban işi bireysel özgürlük alanından çıkıp laikliği tehdit eder hale gelirse tabii ki karşı çıkarım. Beni asıl endişelendiren, Türk toplumunun giderek muhafazakarlaşması... Özgürlükler bir bütündür, türban özgürlüğünü savunan çevreler romanı engellemekte sakınca görmüyorlar ne yazık ki.

“Galatasaray Lisesi’ne girdiğim ilk yıllarda oruç tutardım”

Galasaray Lisesi mezunusunuz. Sınıf arkadaşlarınız da Ferhan Şensoy ve Engin Ardıç... Sizin dönem neden bu kadar verimli?

Bizim üzerimizde edebiyat hocamız Tahir Alangu’nun önemli bir etkisi oldu. Engin, Ferhan ve ben o zamanlar Fransız edebiyatına meraklıydık ve gündemde Sartre ile Camus vardı. Camus’yü aslından okuyacağız diye caka satardık. Tahir Alangu da bize “Ey mollalar” derdi, “Biraz da Kemal Tahir okuyun.” İlk ikna olan Engin Ardıç’tır. Ondan sonra Kemal Tahirci oldu. 

Üçünüz de bugünün işaretlerini veriyor muydunuz o yıllarda?

Engin Ardıç o zaman bir şey yazmıyordu ama Ferhan hikayeler yazmaya başlamıştı. İkimizin de ilk hikayeleri Vedat Günyol’un Yeni Ufuklar dergisinde yayımlandı. Engin ise tiyatroya meraklıydı ve okulda “Godot’yu Beklerken”de başrol oynamıştı. Çok da başarılıydı. Ferhan ile yatakhanede yan yana yatardık. Arada bir kalkıp espriler yapardı, biz de onu sustururduk “Sen ne anlarsın espriden?” diye... Sonra o yatakhanede yaptığı esprileri biraz daha geliştirerek meşhur oldu.

Herkesin bir lakabı vardır Galatasaray Lisesi’nde, sizinki neydi?

Sefil ya da Jan Valjan. Nedenine gelince, geceleri cep lambası ışığında kitap okurdum. Sabah da çok erken kalkılırdı ve ben teneffüslerde sıranın üzerine uzanıp uyurdum. Oraya buraya yatardım, onun için de Sefil derlerdi.

Kızlar yoktu tabii o zamanlar...

Ne yazık ki Galatasaray Lisesi o dönemde kız-erkek karışık değildi ve biz biraz yabani büyüdük. Kadınları çok hayal ettik, buluğ çağımızda bir tabuydu kızlar. Ben yatakhanede gece geç vakit iki şey hayal ederdim. İlki Notre Dame de Sion Lisesi’ndeki kızlardı. Ne yapsak etsek de onlarla işte yok tiyatro kolunda yok edebiyat kolunda ortak etkinlikler düzenlesek diye düşünürdüm hep...

İkinci hayaliniz neydi?

O zaman Fransız şiirini keşfetmiştim, Baudelaire’i çok seviyordum. Paris’e gitsem, bir çatı katında yaşasam ve Baudelaire gibi şiirler yazsam diye düşünürdüm. Madem yatakhaneden bahsediyoruz, şunu da söyleyeyim. Ben Galatasaray Lisesi’ne girdiğim ilk yıllarda oruç tutardım. Okul idaresi izin verirdi, biz birkaç arkadaş sahura kalkar, o buz gibi yatakhanede birkaç lokma ekmek yiyip bütün gün oruç tutardık.

Nasıl karşılanırdı bu?

Baskı filan yoktu o zaman, hatta biraz küçümsenir, alay edilir konumda olabilirdiniz. Ondan sonra bu işin peşini bıraktım.

Şimdi sizin için diyecekler ki “Hükümete göz kırpıyor”...

Ben İslam tarihini son bir-iki yıl içinde keşfetmedim. Bundan 10 yıl önce Paris’te Prof. Jacques Berque’in College de France’da Kuran metni üzerine verdiği dersleri izledim. O zaman ne Tayyip Erdoğan başbakandı ne de Türkiye’de böyle bir hava vardı.

“İşte babası işte kızı!”

Eski söyleşilerinizden birinde şöyle bir cümle kurmuşsunuz: “Bana karınızı ve sırrınızı emanet etmeyin.” Ne demek bu?

Buna çok bozulan oldu, espri diye söylemiştim aslında. Gördüğünüz gibi ben pek sözünü sakınmayan bir insanım. Tabii ki bana tembih edilirse sır tutatım ama çok da ketum değilim. Kadın konusuna gelince... Benim çokeşli bir hayatım oldu -evlenmeden önce tabii. Ama kesinlikle arkadaşlarımın eşlerine ilgi göstermedim, böyle bir kuralım her zaman vardı. Ama bunun tersi oldu, yani benim arkadaşlarım sevgililerimi elimden almıştır. Bu cümleyi kurdum çünkü kadınları sevdiğimi ifade etmek için böyle bir formül arayışına girmiştim ama talihsiz bir formül oldu!

Karınız ne düşünüyor bu konuda?

Kızım çok erken buluğ çağına girdi. Platonik de olsa bir sevgilisi var ve derslerini biraz ihmal ediyor. Biz yüzleşmiyoruz ama annesinden biliyorum. Ve ben buna karşı çıktıkça şu sözü duyuyorum: “İşte babası işte kızı!”

Çocukluğunuzda dedenizin anlattığı dini hikayelerden söz ettiniz. Kızınız için de hikayeler anlatan biri var mı?

Anneannesi var. Kızım 13 yaşında, annemin adını taşıyor: Leyla... Ben bütün bu hikayeleri zamanı geldiğinde kızıma anlatmak isterim tabii ama o Paris’te bir Fransız okuluna gidiyor ve bu konularla henüz haşır neşir değil. Ben ona İslamı, Müslümanlığın gereklerini bir biçimde öğretmek isterim.

Bir Fransız gibi yetişiyor Leyla, değil mi?

Evet ama ben elimden geldiğince Türkçe konuşuyorum onunla. İki ülkeli, iki kültürlü, iki dilli bir insan olmasına çaba gösteriyorum. Ama şu aşamada ağır basan Fransa oluyor. Çünkü Paris’te Türk okulu yok. Olsa da gönderir miydim bilmiyorum.