Cumartesi “Yetkim olsa Devlet Tiyatroları’nı bugün kapatırım”

“Yetkim olsa Devlet Tiyatroları’nı bugün kapatırım”

01.10.2011 - 02:30 | Son Güncellenme:

Haluk Bilginer, sezonu bu hafta başlayacak “Don Juan” ile açıyor. Nisan ayında “Antonius ile Kleopatra”da izleyeceğiz onu. İki önemli sahne projesine hazırlandığı bugünlerde, tiyatro ile ilgili kızgınlığı büyük: “Dalga geçer gibi, müsamere sunuyorlar. Bu kepazeliği herkes tiyatro sandığı için Türkiye’de tiyatro gelişmemiş.”

“Yetkim olsa Devlet Tiyatroları’nı bugün kapatırım”

Haluk Bilginer’i meslek hayatının çeşitli dönemlerinde gördüm. Yeni bir işe girişirken, bir role hazırlanırken, bitişlerde, başlangıçlarda, birçok dönüm noktasında konuştuk defalarca. Her zaman söyleyecek çok sözü olur ama hiç bu kadar ‘dolu’ görmemiştim onu. Bir yandan heyecanlı, iki ‘baba’ rol birden oynayacak bu sene. Oyun Atölyesi 6 Ekim’de Eric Emmanuel Schmitt’in “Don Juan”ıyla perde açacak, Nisan 2012’de de Shakespeare’in “Antonius ile Kleopatra”sı gelecek. Bu ikincisiyle Londra’da Globe’da World Shakespeare Festival’a katılacaklar. Bilginer de bir sene içinde hem Don Juan hem Antonius oynamış olacak böylece.
Ama bir “Don Juan” provası sonrası tiyatronun kafesinde oyunu konuşmak üzere buluştuğumuzda, kendiliğinden açılan ilk konu Devlet Tiyatroları oldu ve ben gayrı ihtiyari teybin düğmesine bastım, gerisine karışmadım diyebilirim... Aktı gitti konuşma... Onun için bu söyleşi Haluk Bilginer’in cümlesiyle başlıyor, biraz ortadan başlıyor ama merak etmeyin, devamında yakalayacaksınız...

Haberin Devamı

Haluk Bilginer: Benim en çok canımı sıkan nedir biliyor musunuz? Kimsenin Devlet Tiyatroları konusunda herhangi bir şey yazmaması. Hiç kimse “Bu kadar kepazelik olur mu? Böyle bir kurum olur mu?” diye yazmadı Türkiye’de.

* Yazan oluyor zaman zaman...

Hani kim? Yemin ederim yok. Herkesin kurumun yanında olma gibi bir derdi var. O kurum neyse... Yarın kapanacak, biliyorum. Kimse kapatmazsa ben kapatacağım. Çünkü uzun zamandır ölmüş zaten. Hayatı gereksiz uzatılmış, makinede. Makinenin düğmesini kapatacağız, bitecek. Böyle tiyatro olmaz.

* Düzelmesinin bir yolu yok mu sizce?

Var, şöyle: Lağvedeceksin. Diyelim biri bana yetki verdi, ben bugün lağvederim. Ama yarın bu saatte ulusal tiyatro kurulmuş olur. Ve derim ki “Asu hanım, şöyle bir rol var, oyunumuz budur, 6 aylık sözleşme yapmak istiyoruz sizinle, İstanbul’da oynayacak, Ankara’ya turneye gidecek, sonra İzmir, Konya, Sivas, Erzurum dolaşacak, ayda 10 bin lira maaş.” Ötekine, “Siz, yönetmenlik yapmak ister misiniz? Siz tasarım yapmak ister misiniz? Çok teşekkürler, sözleşme imzalayalım, buyrun”. Bu memurlar nedir ya?

‘Bana niye rol veriyorsunuz?’

* Kadrosu olmayacak diyorsunuz...

Sıfır kadro. Dünyanın hiçbir yerinde olmayan bir salaklık bizim ülkemizde var. Bu yükü niye taşıyorum? Siz niye taşıyorsunuz? Sizin vergilerinizden ödeniyor bunlar. Ben 10 yıldır hiçbir şey yapmamış aktöre 18 maaş her yıl niye veriyorum? Geçmişte sürekli uyuyan bir Kültür bakanımız vardı hani, “Bu Devlet Tiyatrosu kapanmalıdır” falan bir şeyler dedi, neredeyse DT memuru arkadaşlarımız adamı kahraman edeceklerdi. Dedim ki, “Ne yapıyorsunuz, sonra bu adam tarihe geçecek. Bu adama niye veriyorsunuz bu hakkı, siz niye yapmıyorsunuz? Sürekli şikayet ediyorsunuz. Kiminiz oyuncu olacakken meyhanede sarhoş olmuşsunuz, kiminiz rapor alıp durmuşsunuz, kiminiz yılda üç tane oyun oynamışsınız” Devlet Tiyatrosu’nda bilet kaç para?

* 5 lira civarında.

Yanlış biliyorsun, 100 lira. Çünkü 95’ini girmeden vergilerinizle ödediniz. Ve sizin paranızla birileri diyor ki “Ben tiyatro yapmayacağım arkadaşlar, ne yapıyorsunuz? Ben hayatımı verdim bu kuruma, bana rol vermeyin lütfen”. Bunu diyen bir aktör, tırnak içinde. 10 yıldır hiçbir şey yapmamış bir DT memuru. Bir oyunda rol veriliyor, adını görüyor listede, koşa koşa müdüriyete gidiyor, “Siz ne yapıyorsunuz? Ben bu kuruma hayatımı verdim, bana niye rol veriyorsunuz?” diye. Bu fıkra değil, bu gerçek bir olay, İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda cereyan etmektedir. Ve biz hala Devlet Tiyatrosu’nu korumaya çalışıyoruz.

* Bu yıl iki rolünüz var. Don Juan’dan sonra Antonius...

Büyük keyif. Globe festivaline gidiyoruz Londra’ya. Dünyanın 37 ülkesinden Shakespeare’in oyunları toplanıyor, her dilde. “Timon”u seyretmişler DVD’den, bize “Timon’u yapın, hemen gelin” dediler. Biz ‘reprise’ yapmayı sevmediğimiz için sonunda “Antonius ile Kleopatra” oldu. Koşa koşa Zerrin’i (Tekindor) aradık. Başka ülkeler çoğunlukla iki oyun oynuyorlar, bize üç oyun verdiler, 26-27 Mayıs 2012’de. Tabii nisanda prömiyeri burada yapıp, en az 20 oyun oynayıp gideceğiz oraya.

Haberin Devamı

‘Keşke kızım da oyuncu olsa’

Haberin Devamı

* Oyun seçerken sadece ‘iyi tekst’ mi kriteriniz, yoksa “Bu rolde oyunculuğumu gösterebilirim”i de gözetir misiniz?

Yok gözetmem, tam tersi beni zorlayacak, benim beceremeyeceğim bir şey olsun isterim. Ben her oyuna hiçbir şey bilmeyerek başlıyorum. Çünkü olasılıklar o kadar fazla ki ben bir şey bilerek başlarsam kendimi tekrar etmekten öteye gidemem. Eğer ben özel hayatımdan bir şey bilerek bir iş yapmak istesem, bir sürü oyun var. Mesela kızım Nazlı’nın büyümesini bekliyorum, belki bir gün o Cordelia oynayacak, ben Kral Lear oynayacağım, 10 yıl - 12 yıl sonra falan.

* Nazlı’nın oyuncu olması gibi bir hayaliniz var anlaşılan...

Olmaz olur mu, keşke olsa. Bizim provalara geliyor, derslere katılıyor, oyunlar oynuyoruz el ele. İnşallah oyuncu olur, ben çok isterim çünkü daha iyi bir meslek bilmiyorum. Ama beceremeyecekse asla olmasın çünkü ömür törpüsüdür ve büyük bir hayal kırıklığıdır, eğer kötü bir oyuncu olacaksa asla olmasın.

Haberin Devamı

“Türkiye Zeki Müren’e benziyor”

Haberin Devamı

* Sinemada yeni bir şey var mı?

Mira Nair’in bir filmi var, “The Reluctant Fundamentalist”. Hindistan’da ve Türkiye’de çekilecek benim sahnelerim. Kiefer Sutherland, Kate Hudson gibi birtakım isimler oynuyor. En fazla olabilirse bu yakında o var. Onun dışında sezon sonuna kadar istesem de olamaz, vaktim yok.

* “New York’ta Beş Minare” ile ilgili eleştiriler aldınız. Mahsun Kırmızıgül’ün filmi diye ve ideolojik sebeplerle...

İşte bak Türkiye’de sanattaki bu vesayeti anlamış değilim. Birileri kendi başına masada oturup karar veriyor, diyor ki “Mahsun Kırmızıgül şarkıcı, niçin film çekiyor?” Zülfü Livaneli için böyle bir şey hiç sorulmadı bugüne kadar. Şimdi bu ikiyüzlülüğü birinin bana anlatması lazım. Bugüne kadar anlatılmadığı için de, Mahsun’la ilgili eleştirileri bir kenara koyuyorum. İdeolojik olarak ne yapılmış onu da anlamış değilim.

* Siz de okumuşsunuzdur, Fethullah Gülen’i ‘aklayan’ bir film olduğu yazıldı.

Peki nasıl? Ne olmuş da aklamışız? Öğrenmek için soruyorum. O filmde mesela Fethullah Gülen’e benzeyen bir karakter varsa Ali’nin (Sürmeli) oynadığı karakterdir, camide vaaz veren adam, ağlaya ağlaya. Benim oynadığım Hacı değildir. Fethullah Gülen evli mi? Üstelik bir Hıristiyanla? Kızı var mı? Kilisede evleniyor mu? Fethullah Gülen kan davası yüzünden mi kaçtı gitti Amerika’ya? Sonuçta dinini istediği gibi yaşayan Müslüman bir adam. Ben Müslüman değilim ama adam Müslüman. Nedir benzerlik başka?

* Zeki Müren’i oynayacağınızdan söz etmişsiniz, var mı böyle bir şey?

Çok oynamak istediğimi söyledim, henüz öyle bir senaryo yok, inşallah biri yazarsa oynayacağım. Ama amaç Zeki Müren’i oynamak değil, ben Türkiye’yi Zeki Müren’e çok benzetiyorum. Her şey yalan dolan üstüne kurulmuştur, her şey ikiyüzlüdür. Bugüne kadar kimse Zeki Müren’in homoseksüel olduğunu söylemediği gibi, Zeki Müren’in kendisi de söylememiştir. Zeki Müren röportajlarında demiştir ki “Ben binlerce kadınla birlikte oldum” ve herkes de bunu böyle yazar. Ezberdir bu da. Onun için amaç Türkiye’deki ikiyüzlülüğü anlatmaktır. Türkiye Zeki Müren’dir çünkü.

“Oyunu yuhalayarak çıkmak istiyorum”

* “Ben Türkiye’de tiyatro izlemiyorum artık” demişsiniz son röportajlarınızdan birinde. Hiç mi oyun izlemiyorsunuz?

Bazen gidiyorum, aklına fikrine güvendiğim insanların referanslarından sonra. Çünkü ben gerçekten kötü oyunda fiziksel acı çekiyorum. Birisi kerpetenle etlerimi sıkıştırıyormuş gibi geliyor ve öfkeleniyorum. Öfkelenmemin birkaç sebebi var: Bir; ne cüretle bu kadar kötü tiyatro yapıyorsunuz? İki; sahneye çıkmak çok büyük bir iddia ister. Ben size diyorum ki: Sizinle saat 8 buçukta buluşacağız, ben sahneye çıkacağım, iki saat sizi eğlendireceğim, duygulandıracağım, değiştireceğim, dönüştüreceğim. Ama çıkıyorum sahneye, neredeyse seyirciyle dalga geçecek düzeyde bir müsamere sunuyorum. Bu ayıptır. Ben yuhalayarak çıkmak istiyorum. Benle siz bir kontrat yaptınız, ben geldim, kontratın şartlarına uymuyorsunuz, bana ihanet ediyorsunuz. Sonunda niye ben alkışlayacağım sizi? Ama bu kepazeliği herkes tiyatro zannettiği için Türkiye’de tiyatro gelişmemiş. Halkı tiyatrodan soğutmak için kurulmuş ödenekli kurumlar var.

Röportajın tamamını Milliyet Sanat dergisinin ekim sayısında okuyabilirsiniz.