Ege Üç hâdise, bir hadis...

Üç hâdise, bir hadis...

12.07.2006 - 00:00 | Son Güncellenme:

.

Üç hâdise, bir hadis...

* * *Bir üniversite hastanesinin "Acil Servisi"nde akşam olmakta... Danışmaya yaklaşan adam, görevliye telefonla önceden konuştuğu ve kendisini bekleyen doktorun adını verip yardım istiyor. Cevap. "Böyle bir doktorumuz yok/Nasıl olur? Ben biraz önce kendisiyle konuştum; 'Hemen gel' dedi/Yok böyle bir doktor". Yanındaki lafa karışıyor: "O bilmez yeni. Şuna sor..." Adam diğer bölüme yöneliyor. Bankoda oturan kızımızın ağzında sakız, kulağında walkman kulaklığı, huşû içinde bakınıyor. Aynı soruya yine komik bir cevap alınca, adam biraz yükseltiyor sesini: "Ağzındakini ve kulağındaki çıkartırsan daha iyi duyarsın. Hem belki kafan da daha iyi çalışır..." Bu arada, Acil Servis'te acil olarak aranan doktorun orada olduğu, bir süre sonra anlaşılıyor tabii...Şehrin otogarında erken zamanlar... Yolcu bekleyenler heyecanlı, meraklı, yorgun. Sevinçlisi var, mahzun duranı. Herkesin ayrı bir dünyası, herkesin ayrı telâşı... Birbiri ardınca geliyor otobüsler. Biri giriyor, biri çıkıyor... Ama bu giriş-çıkış, yazıldığı gibi kolayca olamıyor. Neden? Çünkü, uzaktan çok güzel görünen binanın indirme peronları işlevsel değil. Manevra yapmak işkence. Bavul almak, yürümek, ayakta durmak, hiç birşey yapmamak... Hepsi başlı başına problem. Burası köylerdeki minibüs garajlarından beter. Ve en önemlisi, ortada yarım düzine eli telsizli, ağzı düdüklü adam. Durmadan konuşuyor, bağırıyor, çağırıyor, düdüklüyor ve el ayak oynatıyorlar; ama karmaşa bitmiyor. * * *"Kolaylaştırın, güçleştirmeyin, müjdeleyin, korkutup nefret ettirmeyin" dediği rivayet olunan Hz. Peygamber'in, gölgesi çağımızın da üstüne düşen en güçlü tavsiyesini, yaşama kalitesini tüketen üç olaya uyarlayarak hatırlatmak istedim. Yazıktır bu memlekete! "Hadiselerden uzaksınız belli; bari biraz hadislere göz atsanız" diyorum. ege@milliyet.com.tr Adliye Sarayı'nın koridorlarında sabah saatleri... Dev binanın anlamını pekiştiren görkemli mimarisi, koridorlarda da aynı havayı koruyor. İyi düşünülmüş yönlendirme levhaları, hemen bütün ayrıntıları kapsıyor ve kaybolmanızı engelliyor. Ama bazı köşelerde, ince mimarinin ruhuna aykırı eklentiler var. Duvarlara yapıştırılmış kâğıtlara yazmışlar: "Adli Sicil Kaydı..." Üzerinde kalemle çizilmiş farklı renklerde, oklar; kimi kırmızı, kimi yeşil. Kimine özenilmiş, kiminin ise yeteneksiz bir elin karalaması olduğu belli. Ve en önemlisi diyaloglar! "Sabıka kaydı nerden alınıyor?/Valla bilmiyorum, ben temiz kâğıdı için bekliyorum." Uzak köşede, biraz daha mürekkep yalamış birileri sohbet etmekte: "Eskiden adli sicil belgesi almak bir meseleydi azizim. Şimdi iki saatte veriyorlar..." İşe girme heyecanıyla dolanan bir başkası şöyle soruyor: "İyi hal kâğıdı için dilekçe nerede satılıyor?/Kapıdan çık sağdaki büfede; fotokopi de çekiyorlar..." Aynı belge için, vatandaşın meşrebine göre taktığı farklı isimler var. Hem çeşit, hem karmaşa. Bu memlekette, her köşebaşında aranan bir yeterlilik olduğuna göre, acaba "kurbağanın sindirim sistemi yerine dilekçe yazmayı mı öğretseydik okullarımızda" diyorum? Çünkü resmin diğer tarafında, bir bölümü "nokta nokta" bırakılmış matbu bir dilekçeyi, "Askerlik şubesi/Ehliyet almak/İşe girmek/Derneğe kaydolmak için" diye dolduramayan yığınlar da aynı koridorlarda... Acaba işe almak için ölçü, sabıka kaydı olup olmadığına bakmak mı olmalı, yoksa "sabıka kaydı dilekçesini doldurup dolduramadığı"na bakarak mı işe almalı?