12.04.2024 - 07:00 | Son Güncellenme:
Hasan Mert Kaya - Kayıp İzler Atlası / Kültürümüzde “on bir ayın sultanı”, “geldi de geçti gönüller sultanı” ve “elveda ya şehr-i ramazan” gibi nice övgülerle anılır ramazan. Sonunda yerini bayrama bırakan bir hüzün çöker son günlerinde ama bayram coşkusu alır o hüznü ve yeniden özlemle beklenmeye başlanır bu mübarek ay. Kaşgarlı Mahmud’un muazzam eseri Divan-ı Lügat’üt-Türk’te bayram kelimesinin anlamı sevinç, eğlence ve neşe olarak açıklanır. Osmanlı kültüründe bayram kelimesi yerine Arapça aynı anlama gelen “iyd” kelimesi yaygın olarak kullanılmış. Tabi kültürümüzde bu kadar derin ve müstesna bir yeri olan ramazan ve bayram coşkusu edebiyatımıza da yansımış doğal olarak.
İydiyyeler ve ramazaniyyeler
Toplumun farklı kesimlerini bir araya getirip kaynaştıran, aile bağlarını güçlendiren, kimsesizlerin hatırlandığı ve genel bir sevgi, hoşgörü ve dayanışmanın hakim olduğu zaman dilimleri olan bayramları ele alıp yücelten eserlere edebiyatımızda “iydiyye” ya da “bayramiyye” denilmiş. Genellikle beyitler ve şiirlerle bayram güzellemesi yapılan bu eserlerde affediciliğin, kulluğun tasavvufi bir yaklaşımla anlatıldığı görülür. “Can bula cananını, bayram o bayram ola / Kul bula sultanını, bayram o bayram ola” mısraları Alvarlı Efe Hazretlerinin bayramiyyesinden hemen herkesin aşina olduğu beyitlerdir. Bayram sabahı ve namazı, bayramlaşma, ibadetlerle Allah’a yakınlaşma nesiller boyu yazılan bayramiyyelerin ana başlıkları olmuş. Bayram selaları, bayram namazı dualarının da bolca yüceltildiği Türk edebiyatında iydiyye/bayramiyye yazma geleneği 15. yüzyıl sonu, 16. yüzyıl başlarına değin uzanır. Ramazanı idrak edip bayrama erişmek başlı başına bir şükür ve mutluluk kaynağı olarak görülüp ramazaniyye adı verilen şiir ve kasidelerle de ifade edilirdi bu huzur ve coşku hali. Ramazan ilahileri, manileri, kaside ve gazelleri sokaklardan camilere hemen yerde bu aya özel dillendirilirdi. Sahur, oruç ve iftar zamanları her fırsatta övülürdü.
Geçmiş zaman olur ki
Ramazan ve bayramlarla ilgili hemen her yetişkinin geçmişe yönelik bir özlemi vardır. Aslında ramazan ve bayramlarda çok büyük bir değişiklik yoktur. Değişen bizlerizdir. Çocukluğun harçlık, şeker ve armağanlar bekleyen muzipliği üzerimizden gidince hayatın gerçeklerinin yakıcı çölünde bulmaktır bizi geçmişe öykündüren. İşte tam da bu noktada edebiyatımızın önde gelen isimlerinden merhum Refik Halit Karay’ın Haziran 1918 tarihinde Yeni Mecmua için kaleme aldığı ve adeta tüm duygularımıza tercüman olan yazısından bir miktar alıntıya yer vermek isabetli olacak. Evet, yazının bundan sonrasında sözü Karay’a bırakalım...
Çocukluğumun ramazanları
Merhaba ya şehri ramazan!
Gözlerimi kapatıp için için tatlı tatlı düşünüyorum. Çocukluğumun en hoş, en şahsiyetli hatıraları zihnimde birer birer canlanıyor. Zihnimin uyuşmuş, donmuş bahçelerinde bu tılsımlı isim bir rüzgâr gibi dolaşarak hatıralarımı çiçeklendiriyor. Ramazana ait duygularım gönlümün katmer katmer, büklüm büklüm yaprakları içinde gittikçe renkleşerek tatlılaşarak birer meyve gibi büyüyor. Yüreğim mazinin yadıyla şimdi inliyor. Düşündükçe derinleşiyorum, olgun hatıraların ağırlığıyla başım bol meyveli dal gibi önüme sarktı. Ruhumun içinde bir heybet var. Sanki ardı arkası alınmaz cemaatlerle dolu büyük camilerde tiz sesli müezzinleri dinliyorum. Sanki rükûdan secdeye varan safların camiyi inleten azimetli uğultusunu duyuyorum. Her yad, durgun derin bir göle atılan taşlar gibi gönlümün üzerine düştükçe, geniş, hesapsız çemberler yapıyor, açıldıkça genişleyen bu hesapsız duygular kalbimde izler açıyor. Ne kadar heyecanlıyım…
Merhaba ya şehri ramazan!
Kulaklarımda çocukluğumun o eski ramazan gecelerinden bakiye sesler, zihnimde o direkler arasının o eski ramazan gecelerinde yaşadığı manzaralardan kalmış renkler var... Sanki bitmez tükenmez arabalar bitmez tükenmez kalabalık yollarda taşları oynatarak, temelleri sarsarak, gölgeleri ite ite koşuyor ve birden iki taraflarında kalın sütunlar diziliyor. Bir aydınlık sokağa kavuşarak meramlarına ermiş insanlar gibi artık sakin, sessiz kalıyor... O arabaların İstanbul sokaklarını sarsan gürültüsünü, şimdi ne kadar yakından, ne kadar canlı işitiyorum! Loş, izbe mahalle kahvelerinde davullar gümbürdüyor, uzaklarda zurnalar sesleniyor, daha ortalarda zillerin çıngıraklı ahengi koşuyor. Bütün bu sesler fırtınalardan evvelki ilk sağır hışıltıları, ilk kabarmalarıyla yavaş yavaş harekete gelen bir deniz gibi sakin, uyuşmuş gönlümün içinde inliyor, kendimde coşkunluk istidatları duyuyorum. Ne kadar hassasım…
Merhaba ya şehri ramazan!
Çocukluğumun o heyecanlı ramazanları artık maziye karıştı. Tarihin malı oldu, bitti... Yeni asrın çelik tabanlı, aceleci, hürmetsiz ayağı bu güzel ananeye bir kor gibi bastı, ezdi ve geçti... Elbette bu böyle olacaktı. O ramazanlar bu maddiyat devri içinde çok hayali, çok esrarlıydı, bu didişme asrının o fazla sükûnet, o fazla uyku, fazla tembellikle şişmiş rahat rahat günlerden haz duymasına imkân yoktu. Bu hasislik seneleriyle o inam ve israf baş başa veremezdi. O zevkteki, yemekteki, rahattaki müthiş bollukla bu her işteki yaman yoksulluk elbette uyuşamayacaktı… Binaenaleyh çocukluğumun eski ramazanları, artık birer hatıra oldu. O güzel, yüce, coşgun ramazan gecelerini görmüş bahtiyar adamların şimdi saçlarında ak teller, yüzlerinde derin izler var. Biz de yaşlandık, bizim de o şaşalı gençlik hayatımız maziye gömüldü. Şimdi bizim hayatımızda tabi ki bu zevksiz ve neşesiz ramazanlara döndü. Ne kadar kederliyim…
Merhaba ya şehri ramazan!
O zamanlar, görgüsüz acemi gözlerim, tiyatroların bayağı oyunlarıyla ne güzel avunurdu... Henüz hayatın acılığını duymamış körpe yüreğim sanatsız oyuncuların sahte rollerinden ne derin sızılar duyardı... Sanatkârlık tahtına kaba bir aktör parçasını geçirip oturttuğum, edebiyatın şahikasına saçma bir eser çıkarıp koyduğum o saf yaşıma şimdi tahassürler ediyorum. Çocukluğumun o metanetli kanaatini bir daha kendimde bulamamak beni üzüyor. Zaten tecrübe ve yaş kolay aldatılıp kolay avutulmamak değil midir? Şimdiki neslin heyecansızlığı, maddiyatçılığı karşısında zaten o eski ramazanlar yaşayamazdı. O eski ramazanlar için bizim aldığımız dini terbiye, bizim gördüğümüz sakin ve huzurlu ömür lazımdır. Zannetmem ki çocuklarımız o yarı sönük, yarı silik mahyalarla ramazan davulcularının o yarı bozuk o yarı boğuk beyitlerinden zevk duysunlar…
Şimdi düşünüyorum da, acaba bana mı senelerin uzaklığı ardından o eski ramazanlar bu kadar cazibeli, bu kadar erişilmez bir saadet gibi görünüyor diyorum. Direkler arasının dükkânlarını dolduran o kedersiz gözlü, dertsiz başlı adamlar, refah içinde oynaşıp yumuşamış ihtiyarlar hakikaten bana şimdi göründükleri gibi mesud değil miydiler, diye şüpheye düşüyorum. Ne tatlı vakit geçirirdim... Gündüz camilere giderim, sakin sesle mesnevi okuyan dervişleri hürmetle dinler, gür seda ile halkı ikaza çalışan kocaman sarıklı kürsü şeyhlerini geçerek ruhuma mukaddes makamların ışığını dolduran yanık sesli hafızların sıra sıra diz çökmüş dindaşlarımla dolu halkanın arasına sokulurdum. Her köşesinden ayrı şevkte, ayrı makamda, birçok seslerin yükseldiği bu geniş akisli yüksek cami altında cismimi ne kadar ufak, benliğimi ne kadar günahkâr bulurdum.
Kibrimden gururumdan kaybede kaybede, ruhumu hafifleten bu ziyaretler yüreğimin sadece dünyaya açık penceresine sanki ahiretten bir menfez açardı. Vücudumu uhrevi bir hava yayılırdı. Kapıların ağır meşin perdelerini kaldırıp dışarı çıktığım zaman, kendimi o kadar değişmiş bulurdum ki, bir müddet yabancı bir adamla yan yana gider gibi olurdum. Sonra yavaş yavaş bayağılığını geçiren bir adam gibi ayıldığım zaman başımda hafif ve tatlı bir durgunluk kalırdı. Bunları hatırladıkça göğsüm heyecandan kabarıyor, şimdi bu hislere ne kadar uzağım.