Kültür Sanat “Masumiyet Müzesi”nin ilham kaynakları

“Masumiyet Müzesi”nin ilham kaynakları

15.10.2008 - 01:00 | Son Güncellenme:

Orhan Pamuk’un, 2001’den bu yana üzerinde çalıştığı “Masumiyet Müzesi”, okurla 28 Ağustos’ta buluştu.O günden beri de üzerinde konuşulmaya, sorular sorulmaya devam ediliyor.

“Masumiyet Müzesi”nin ilham kaynakları

Orhan Pamuk, “Masumiyet Müzesi”ni yaratırken beslendiği edebi ve gündelik kaynakları Milliyet Kitap için kaleme aldı. Bu yazıyla okur, romanın kulisinde gezme fırsatı bulacak.

Haberin Devamı

Paris Review dergisiyle yaptığı ünlü röportajında, Hemingway kendisini etkileyen edebiyatçıların kimler olduğunu, en çok kimlerden birşeyler öğrendiğini bir listeyle sıralar. Yirmi üç yaşındayken resmi bırakıp yazar olmaya karar verdiğim günlerde, Hemingway’in listesini okurken Flaubert, Stendhal, Tolstoy ve Dostoyevski gibi yazarlar arasında Bach ve Mozart gibi müzisyenlerin, Brueghel ve Cézanne gibi ressamların adlarını görmek beni büyülemişti. İleride bir gün ben de aynı şeyi yapacaktım.
Otuz beş yıl sonra, “Masumiyet Müzesi”ni yazıp bitirince, o günün geldiğini anladım. Çünkü yazdığım bütün kitaplar içinde en çok bu roman, bana şu türden soruların sorulmasına yol açtı: “Bu fikir aklınıza ilk ne zaman geldi?”, “Romanınızın ilham kaynakları nelerdir, bunları nasıl düşündünüz?”, vs.
“Masumiyet Müzesi” yalnızca bir roman değil, aynı zamanda İstanbul’da yıllardır kurmaya çalıştığım bir müze olduğu için de bu sorular bu kadar çok soruluyor. İşte hayattan, edebiyattan ve sanattan yapılmış bir etkiler listesi:

MÜZE MÜDÜRÜ ŞEHZADE
1- 1982 yılında bir aile toplantısında, Şehzade Ali Vâsıb Efendi ile tanıştım. Padişah V. Murat’ın küçük torunu olan şehzadenin, saltanat sürseydi ve Osmanlı hanedanı Türkiye’de ve iktidarda olsaydı, o yıllarda tahtta olması gerekiyordu. Ama Türkiye’ye dönmeye ancak yeni izin alabilmiş olan bu seksenlik yaşlı adamın derdi, ne taht ne de siyasi iktidardı. Yabancı bir pasaportla girebildiği Türkiye’de sürekli kalabilmek istiyordu yalnızca. İskenderiye’de yaşıyor, yazlarını Portekiz’de, Avrupa’nın ve Ortadoğu’nun tahtını ve iktidarını kaybetmiş emekli kral ve prensleriyle ahbaplık edip vakit öldürerek geçiriyordu. (Bana İran Şahı Rıza Pehlevi’nin, ilk karısı Fevziye’den neden ayrıldığını anlatmıştı.)
Ölümünden sonra oğlu Osman Osmanoğlu tarafından düzenlenip “Bir Şehzadenin Hatıratı, Vatan ve Menfâda Gördüklerim ve İşittiklerim” adıyla 2004’te yayımlanan hatıralarından da anlaşılabileceği gibi, Şehzade’nin hayatta sürekli derdi parasızlık olmuştu. Geçinebilmek için uzun yıllar İskenderiye’deki Antoniadis Saray ve Müzesi’nin önce bilet kontrolörlüğünü, sonra da müdürlüğünü yapmıştı. “Sarayın idaresi, temizliği ve eşyalarının muhafazasına memur idim,” diye yazar hatıralarında. “Gümüşler, kristaller, mobilyalar ve saire uhdemde idi.”

HEM REHBER HEM EŞYA
Aile sofrasında meraklı sorularım üzerine, Şehzade, Kral Faruk’un kleptoman olduğunu da anlatmıştı: Kral müzeyi ziyaretinde, çok beğendiği antik bir tabağı, kimseye sormadan camekânı açıp yanına alarak saraya götürmüştü. Başka sorularım üzerine Şehzade, Osmanlı Devleti yıkılıp hanedan İstanbul’u terk etmeden önce Ihlamur Kasrı’nda yaşadığını, Galatasaray Lisesi’nden sonra Atatürk’ün de gittiği Harbiye’deki Harp Okulu’na devam ettiğini anlatmıştı. (Bütün bu yerlerde, ondan kırk-elli yıl sonra, ben çocukluğumu geçirmeye başlayacaktım.)
Şehzade, elli yıllık bir sürgünden sonra Türkiye’ye temelli geri dönme ve para kazanma dertlerine çözüm olacak bir iş aradığını, ama ne yazık ki kimseden yardım görmediğini şikâyetle anlattığı için, aile sofrasındakilerden biri, Şehzade’nin çocukluğunda çok vakit geçirdiği Ihlamur Kasrı’nda müze rehberi olarak belki iş bulabileceğini söyledi. Hem bir müzeye çevrilmiş Ihlamur Kasrı’ndaki hayatı hem de müze-saray yöneticiliğini çok iyi bildiği için, bu iş onun dertlerine mükemmel bir çözüm olmaz mıydı?
Bu öneriyle birlikte, Şehzade dahil sofrada oturan hepimiz bir an Ali Vâsıb Efendi’nin çocukluğunda dinlendiği, ders çalıştığı odaları ziyaretçilere nasıl gezdirebileceğini, hiçbir mizah duygusuna kapılmadan, ciddiyetle hayal ettik.
Daha sonra bu hayalleri kendi başıma geliştirdiğimi de hatırlıyorum: “İşte, efendim,” diyecekti Şehzade, her zamanki aşırı nazik üslubuyla: “Burası yetmiş yıl önce benim yaverimle birlikte oturup matematik çalıştığımız odadır!”
Ve rehberlik ettiği eli biletli müze kalabalığından ayrılacak, müze ziyaretçisinin basabileceği yer ile sergilenen eşyalar arasındaki kadife kordonlu sınır çizgisini geçerek çocukluk ve gençliğinde oturduğu masaya oturacak, o zaman aynı kalemler, cetvel, silgi ve kitaplarla nasıl çalışıyorsa taklit edecek ve oturduğu yerden müzeseverlere “İşte burada böyle matematik çalışırdım, efendim,” diye seslenecekti.
İnsanın rehberi olduğu bir müzenin aynı zamanda bir eşyası olmasının zevklerini ya da insanın yaşamış olduğu bir hayatı yıllar sonra, bütün eşyalarıyla, bir müzede başkalarına anlatmasının heyecanını ilk böyle hissettim.

AŞKIN GÜCÜ
2- Krallardan ve saraylardan söz etmeye devam edelim: Vladimir Nabokov’un ünlü romanı “Solgun Ateş”, adını, yazarının da bir yerde belirttiği gibi, Shakespeare’in “Atinalı Timon”undaki iki mısradan alır:
“Ay berbat bir hırsızdır,
Solgun ateşini güneşten çalan”
Bu mısralar, kaynağını ve ilhamını başka bir yerden alan yaratıcı yazarın durumunu anlatan bir benzetmedir de... Nabokov’un romanı iki parçalıdır. Başta Robert Frost benzeri bir şairin, John Ushade’ın hayat ve dünya hakkında uzun bir şiirini okuruz. Romanın asıl gövdesi, kafadan biraz çatlak olduğunu okudukça anladığımız bir komşunun bu şiiri yayımlarken mısra mısra tuttuğu notlardan, yaptığı tuhaf yorumlardan oluşur. Kinbote adlı tuhaf komşu, kimi yerde bir kelimeden, kimi yerde bir mısradan, ortak bir hatıradan yola çıkarak aslında krallar, saraylar, darbeler ve cinayetlerden oluşan kendi hayatını anlatmaya başlamıştır. Bir şiire mısra mısra yazılmış notlardan oluşan bir roman gibi, eşya eşya bir müzeye yazılmış notlar şeklinde bir roman yazabileceğim aklıma böyle gelmiş olmalı.
Romanım, ilk yıllarda notlandırılmış bir müze kataloğu şeklindeydi. Tıpkı notlandırılmış bir müze kataloğunda olduğu gibi, önce bir eşyayı, mesela bir küpeyi ya da ünlü Jenny Colon marka bir çantayı bir müzegezere tanıtır gibi okura tanıtıyor, sonra bu eşyanın kahramanımızda uyandırdığı hatıralara geçiyordum. Romanı yıllarca böyle yazdıktan sonra, aşk hikâyesinin fırtınası güçle esti; notları, hatıraları ve müzedeki eşyaları bir düzene koyma telaşımı üfürdü ve her şeyi önüne katıp sürüklemeye başladı. Romanımı aşk hikâyesi için okuyan okurlara göz kırparak ekleyeyim: Aşkın beklenmedik gücünün henüz farkında değilmişim!

MISRA MISRA PUŞKİN
3- Aşkın gücünü başta fark etmemek, Rus edebiyatının kalbinde yatan Puşkin’in şiir romanı “Yevgeni Onegin”in aynı adlı baş erkek kahramanı için de kahredici bir sorundur. Balolardan, zengin evlerinden, sosyete eğlencelerinden bıkmış olan kahramanımız, aşk kapısını çaldığı zaman önce aldırış etmeyecek, hatta kendisine âşık olan Tatyana’yı küçümseyecektir. Ama sonra...
Fakat ben Puşkin’in baştan aşağı edebi göndermelerle dolu bu roman şiirinden aşk yüzünden değil, Nabokov bütün bu göndermeleri mısra mısra açıklayan notlandırılmış bir çevirisini hazırladığı için söz edecektim. “Solgun Ateş”in arkasında, elbette Nabokov’un Puşkin çevirisine ayrıntılı, yorumlu notlar yazmaya yıllarını vermiş olması yatar. Ben bu notların kalın cildini gelişigüzel bir yerinden açıp okumayı, şiirin kendisini okumaktan daha çok severim.

PEREC’İN LİSTE ZEVKİ
4- Romanda, bir konudan bahsederken, fark ettirmeden bir başkasına geçme, önemli ayrıntıyla önemsiz ayrıntı farkını ortadan kaldırma, kenarda köşede kalmış ayrıntılardan çok önemli şeylermiş gibi söz etme sanatına fark ettirmeden gelmiş olduk. Sterne, Flaubert, Nabokov, Alain Robbe-Grillet’nin yanı sıra Georges Perec de özellikle arada bir karıştırmaktan çok zevk aldığım romanı “Hayat: Kullanım Kılavuzu”nda, bence konu dışına çıkma ve konunun hemen kenarındaki eşyaları görme sanatının, yeni sorular sormak isteyen ciddi romanın asıl konusu olduğunu hissettirir.
Perec’in liste yapma zevki, Balzac tarzı romanın eşya dökümlerinden sonra, eşyaların, hayatımızın, daha önemlisi manevi dünyamızın merkezinde olduğunu bize şiirsellik içerisinde duyurur. İncelmiş Marksist kuramın bize ‘yabancılaştığımızı’ hatırlattığı eşyalarla, hayatımız boyunca tek tek ne kadar yoğun, kişisel ve duygusal ilişkiler kurduğumuzu hatırlamamız için, romanımın kahramanı Kemal gibi âşık olmamız mı gerekir?
5- Eşyalarla şiirsel ilişki: Hollandalı ressamların natürmortlarını, hayatın geçiciliğini kurukafalarla, saatlerle, eriyen mumlarla şiirselleştirerek ve sembol haline gelmiş eşyalarla hissettiren vanitas tarzı resimleri, 18. yüzyıl Fransız ressamlarının en parlağı Chardin’i, Cézanne’ın ‘natürmort’ resimlerini, Balthus, Duchamp ve otel adlarının gizli şiirini ortaya çıkarmayı bilen Joseph Cornell’i çok severim.

GÜNDE 30 SİGARA
6- “Orhan Bey, bırakın bunları, siz de kitabınızın kahramanı gibi âşık olup sevdiğinizin eşyalarını biriktirdiniz mi?” diyen okurlara, kitabımın hayattan ne kadar çok beslendiğini göstermek istiyorum: Teyzemlerin bir ‘56 Chevrolet’si vardı, şoförünün adı da Çetin’di; Harbiye’de, askeriyenin girişindeki Atatürk heykelinin tam karşısında, yani tam Satsat’ın olduğu yerde, babamın Aygaz’ın genel müdürlüğünü yaptığı yıllarda yazıhanesi vardı; yılbaşı akşamları babaannem, bütün çocuklarını, gelin ve damatlarını Pamuk Apartmanı’nda vereceği yemekte toplayıp biz torunları için tombala oynatır, kazananların hediyelerini de aylar önce seçer, hazırlardı.
1950-70 arasında İstanbul’da pek çok evde ve dükkânda bir kanarya kafesi ya da akvaryum vardı, ama televizyon yayınının başlaması ve yaygınlaşmasıyla bunlar ortadan kalkmış, dahası bu hayvanlarla ilişkimizin gözlerimizi oyalama isteğinden daha derin olmadığını bize bu yeni durum öğretmişti; 1983 yılında, evlendiğim ve biraz paraya ihtiyaç duyduğum günlerde, ilk romanım “Cevdet Bey ve Oğulları”nı beğenen bir film yönetmenimizin teşvikiyle bir senaryo yazmaya başladım, ama film çekilemeden yarıda kaldı; bu dönemde rejisör arkadaşım beni Beyoğlu’ndaki sinemacı barlarına götürür, artist kızların gürültüsünde işittiğim dedikoduların gücünden ve içtiğim iki bardak biradan hemen sarhoş olduğumu görünce bana güler, sevgiyle alay ederdi; mimarlık okumayı ve resim yapmayı bıraktığım 1974’ten 1995’e kadar günde ortalama 30 sigara içtim ve 1995’te sigarayı ilk defa bıraktım. Batılıların “Türk gibi sigara içiyor” sözünün benim için anlamı, fazla tütün tüketmek ya da duman altı olmak değil, sigara paketini açmaktan, sigarayı yeni tanıştığımız, hiç tanışmadığımız birine bir dostluk ve barış hareketi olarak paketiyle uzatmaya, yakmadan önce sigarayı parmakların arasında yuvarlayıp içilecek kıvama getirmekten, parmaklar arasında tutmanın ve dumanını üflemenin yüzlerce özel yoluna varan toplumsal jestler ve onların bireysel yorumları (ve bu yorumları da bilmek, tanımak) demektir.

DİREKSİYON SINAVI
Bir benzerini “Sessiz Ev”de anlattığım Marmara kıyısındaki küçük bir kasaba ve tatil köyünde, 1960’ların sonunda açık hava sinemasına gider, yandaki ahırdan yoğun bir tezek kokusuyla ineklerin böğürtüsü gelirken, Türk filmleri seyrederdik.
1970’lerin başında Beşiktaş’taki ünlü Kamburun Bahçesi’nde, üniversite arkadaşlarım ve çekirdek çıtlatan binlerce kişiyle birlikte film seyrettiğimizi de çok iyi hatırlıyorum. 1960’ların başında, annem ehliyet almaya karar verince, aldığı derslere, sıcak yaz günlerinde evde canı sıkılan benle ağabeyimi de götürür; araba titreye titreye stop ederken, arkada oturan ağabeyimle ben ya gülüşür ya da korkardık. On yıl sonra, on sekiz yaşında, ben de ehliyet almaya karar verip direksiyon sınavında sayısız kere kalınca, annemin sıkıntılarını ancak anlayabildim.
Romanımda anlattığım zenginlerin bir kısmını babamın, amcamların arkadaşlarından, bir kısmını kuzenlerim ve onların arkadaşlarından, bir kısmını da kendi lise arkadaşlarımdan ilhamla yazdım. Kitabımdaki ‘lüks’ lokantaların, Boğaz meyhanelerinin, İstanbul sokaklarının, pek çok dükkânın da kendi özel deneyimlerimden ne kadar beslendiğini anlatmak, kitaplarımın İstanbul’dan ne kadar beslendiğini anlatmaya çalışmak gibi bitmez tükenmez bir iş olacak. Oysa ben bu yazıyı, on yıl düşlediğim, altı yılımı verdiğim bir kitabı yazarken yaşadığım hoş şeyleri hatırlama zevkiyle de yazıyorum.

IVIR ZIVIR DÜKKANLARI
7- 1996 ile 2000 yılları arasında, sabahları kızımı okuluna götürürdüm. Onu Tophane’nin arkalarındaki (Keskin’lerin evinden 300 metre uzakta) okulun kapısına bıraktıktan sonra, Beyoğlu Çukurcuma, Firuzağa ve Cihangir’in arka sokaklarında, o gün yazacağım şeyleri (“Benim Adım Kırmızı”, “Kar”) düşüne düşüne yürüyerek yazıhaneme giderdim. Sabahın serinliğinde, dükkânlar daha yeni yeni açılır, fırınlardan ekmek ve simit kokuları gelir, hızlı hızlı yürüyen öğrenciler okullarına yetişirken, bu sokaklarda yürümekten çok zevk alırdım. Önümde güzel bir gün, yazılacak bir-iki roman sayfası olduğu için belki...
O sokaklarda çocukluğumdan, ilk gençlik yıllarımdan kalma pek çok şeyin tam eskiyip çürümeden ve tam da cilalanıp yapay bir parlaklığa kavuşmadan yaşadığını gördüğüm için de...
Sokakların ve insanların bu zamandışı havasını hiç kaybetmeyeceğini düşünürdüm bazan. O sokaklarda gördüğüm şeyler, mesela fırıncı vitrinindeki taze ekmek ve simitler, eczanenin vitrininde gördüğüm insanın iç organlarını gösteren yıllanmış bir ağrı kesici posteri ya da turşucu dükkânının vitrinine özenle dizilmiş iri kavanozlar içerisinde gördüğüm çeşit çeşit turşunun renkleri, bende yoğun bir görme, seyretme zevki uyandırır; bu görüntülere sahip olmak, onları bir çerçeve içerisine koyup seyretmek, onları hiç kaybetmeyeceğimden emin olmak isterdim.
Çukurcuma sokaklarındaki alçakgönüllü bitpazarı, eski masalardan küllüklere, çatal bıçaktan çocukluğumun yerli malı oyuncaklarına kadar pek çok ıvır zıvırı satan dükkânlar, eski dergi, kitap, harita ve fotoğraf satan yerler de bende gördüklerimi bir çerçeve içine koyup bu eşyaları sonsuza kadar saklama isteğini körüklüyordu. Bu dükkânlardan küçük eşyalar almayı, onlarla bir ev-müze yapmayı bu sıralarda düşündüm. Müzeye çevrilecek eski ve satılık bir ev almak için, bu sokaklarda bir dönem uzun uzun gezindim.

SARI SÜRAHİ
8- Daha sonra müzeye dönüştürebileceğim bir ev satın alınca, içimdeki küçük koleksiyoncu cesaretlendi. Ama bende koleksiyoncu ruhu olmadığını biliyordum. Bir vitrinde gördüğüm eski bir tuzluğu, bir sigara ağızlığını, eski bir taksiden çıkmış bir taksimetreyi ya da bir kolonya şişesini bu eşyalardan bir koleksiyon yapmak için değil, bu eşyaları yazacağım romanın bir parçası yapacağım için satın alırdım. Bazan hiç aklımda olmayan bir eşyayı, sırf onu bir vitrinde görüp heyecanlandığım için satın alır, eve götürürdüm.
Dünya, romanıma ve müzeme konacak eşyalarla kaynaşıyordu. Ama heyecanım bir koleksiyoncunun, bir dizi yapan bir biriktiricinin heyecanı değil, bu eşyayı bir romanın ve bir müzenin parçası yapmayı tasarlayan, bu hayalle başı dönen birinin heyecanıydı.
Bu eşyaları, hayatımdaki pek çok şey gibi, bir hikâyenin, bir kitabın parçası olabilecekleri için severdim. Bazan bunu başarır, yani eşyayı önüme koyar, tıpkı ‘gerçekçi usta’ pozu yapan Flaubert gibi hikâyemin bir parçası olarak anlatırdım. Çoğu zaman bu eşyalardan şöyle bir söz açar, romanımı gerçekliğin yanıltıcı çekiminden korumak için kendimi tutardım.
Bazan da tanıdık eski eşyaları sokardım hikâyeye. Babamın eski kravatlarını Kemal’in babasına ve annemin örgü şişlerini Füsun’un annesine vermek gibi işleri böyle gerçekleştirdim, çünkü kahramanlarımın benim hayatımdan ve ailemden gelen eşyaları kullanmaları hoşuma gidiyordu. Tıpkı romanda, ailenin zengin kanadının kullanılmış eşyalarını, eski elbiselerini ailenin yoksul kanadındaki uzak akrabalara vermesi gibi, ben de kendi hayatımdan bilip tanıdığım, bende iz bırakmış eski eşyaları bulup romanımın kahramanlarına veriyordum.
Bazan da çocukluğumda bende iz bırakmış bir eşyayı, mesela teyzemin yemek sofrasında yıllarca kullanılmış sarı bir sürahiyi hatırlıyor, eşyayı alıp müzemin koleksiyonuna katmadan romanda kahramanlarımın sofrasına koyuyordum. (Daha sonra, çok sevdiğim Türkan Teyzem vefat edince sarı sürahiyi alamadım, kuzenim Mehmet bunu okur da verir inşallah.)

UNUTULAN EŞYALAR
Romanım bitip yayımlandıktan sonra, yazıhanemi toplarken bir kutu buldum; içinden romana koymak için zamanında eskici dükkânlarından aldığım, ama sonra unuttuğum pek çok eşya çıktı: Güngörmüş bir zengin evinin kapısının çanına, Adalar’da hâlâ çalışan eski bir at arabasının paslı gece lambasına bakarken, içinde bu eşyalardan da söz edilen bambaşka bir roman yazmak geldi içimden.
9- Sırf bir dizi eşyaya bakarak bir hikâye, bir roman düşleyebileceğimi, bunun bende bir alışkanlık olabileceğini “Masumiyet Müzesi” romanı çıkmadan önce de keşfetmiştim. Rus formalist edebiyat kuramcısı Viktor Şklovski, olay örgüsü denen şeyin, bir romanda anlatmak, araştırmak istediğimiz noktalardan, temalardan geçen bir çizgi olduğunu söyler.
Bir dizi eşyayı içgüdüyle seçtikten sonra önümüze koyup, onları bir hikâyeyle birleştirip, kahramanların hayatlarına nasıl katabileceğimizi düşlüyorsak, bir roman kurmaya başlamışız demektir. Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza”sından ve Edgar Allan Poe’nun hikâyelerinden sonra, modern romanın biçimlenmesinde kalıcı bir etkisi olan polisiye roman da, kahramanı Bay Dedektif’in, bir dizi ipucunu birleştiren bir hikâye hayal etmesiyle kurulur.

PROUST GİBİ...
10- Ama bizi bir olay örgüsüne ve oradan da bir romanın tutarlı, zengin ve insani âlemine götürebilmesi için alıp biriktirdiğimiz eşyalarla duygusal ilişkiler kurabilmemiz gerekir. Bizde duygusal, şiirsel bir etki uyandıran eşyaları bir sıraya dizerek ancak bir romanı düşleyebiliriz.
Şehzade Ali Vâsıb Efendi, Ihlamur Kasrı’na gerçekten müze bekçisi ya da müze rehberi olabilseydi, çocukluk ve gençliğini geçirdiği odalardan, eşyalardan son derece duygusal bir dil ile söz edecekti.
Çocukluğunu geçirdiği sarayın odalarına, yarım yüzyıl sonra ölmek üzereyken ve hayatının bütününü ve anlamını artık kavramışken geri döndüğünde, Şehzade’nin tek tek eşyalara, aynalara, lambalara bakarken nasıl bir dille konuşacağını hayal etmek demek, geçmişten Proust gibi hem duygusal hem de akılcı ve çözümleyici bir şekilde söz eden bir kahramanı ve onun dünyasını düşünmek demektir.

SPOERRİ ’NİN MÜZESİ
11- Eşyalarla duygusal ilişki fikrini duygusal müze düşüncesine dönüştüren ilk kişi, 1930 doğumlu Romen kökenli İsviçreli sanatçı Daniel Spoerri’dir. Gelişigüzel yenmiş bir yemekten kalan tabakları, bardakları, darmadağınık bir sofrayı masaya yapıştırarak bir sanat eseri yaratmasıyla, yemek sofrasının rastlantısal güzelliğini güzel bir resim düzeyine çıkarmasıyla ünlü olur Spoerri.
1979 yılında, Almanya’nın Köln şehrinde, sıradan günlük hayat eşyalarını öne çıkaran bir sergi açmış, ona “Duygusal Müze” demiştir. Bu geçici sergi, Perec’in de yakın olduğu günlük hayat eşyalarında şiir bulma heyecanının, sıradan eşyalarla edebiyat, müzik ve sanatı birleştirmek isteyen dadacı Fluxus hareketinin ruhunu da taşıyordu.

MARES’E TEŞEKKÜR
12- Spoerri, Köln’deki “Duygusal Müze”nin etki kaynaklarından birinin Barselona’daki Frederic MarEs Müzesi olduğunu söylemiştir. Bu müzenin ‘üst katındaki tokalar, küpeler, oyun kâğıtları, anahtarlar, yelpazeler, parfüm şişeleri, mendiller, broşlar, gerdanlıklar, çantalar, bilezikler’ romanımın kahramanı Kemal Basmacı ve daha sonra benim tarafımdan defalarca ziyaret edilerek incelenmiştir. Hem romanımı hem de müzemi tıpkı Proust, Joseph Cornell, Tolstoy, Nabokov, Borges, Milano’daki Bagatti Valsecchi Müzesi gibi derinden etkileyen Frederic MarËs’e de bu vesileyle teşekkür ediyor, onu saygıyla anıyorum.

“SİZ KEMAL MİSİNİZ?”
13- Flaubert, “Madame Bovary”deki buluşma ve aşk sahnelerine (pencereleri kapalı at arabasında sevişme) örnek olan gençlik sevgilisi Louise Colet’ye 1846 yılının 6 Ağustosu’nda yazdığı bir mektuba, gece saat on birde şu notu eklemiş: “Her şeyin uykuya daldığı gecenin bu saati gelince, içinde hazinelerim olan çekmeceyi açıyorum. Terliklerine, mendiline, saçlarına, resmine bakıyor, mektuplarını yeniden okuyor ve mis gibi kokusunu kokluyorum.”
Bir gece önce ise benzeri bir duyguyu şöyle dile getirmiş: “Bunları yazarken terliklerin tam önümde... Kahverengi küçük terliklerinin görüntüsü, ayaklarının onların içinde sıcacıkken yaptığı hareketleri bana hayal ettiriyor...”
Hâlâ “Orhan Bey, siz de sevgilinizin eşyalarını seyredip hiç onlarla teselli oldunuz mu? Siz Kemal misiniz?” diye soran meraklı okura artık itiraf etmem lazım: Ben Kemal değilim, ben Mösyö Flaubert’im.