Kültür Sanat ORHAN DURU

ORHAN DURU

11.02.2009 - 01:00 | Son Güncellenme:

Mavi yolculuktan uzay gemilerine uzanan yazı serüveninin ‘son öykü’süne uğurlandı: “İlk kez yalnız ve kuşkulu uyuyorum. Aramızda bir kopukluk var gibi. Kaptan! Bu kopuklukla boşluğa ulaşacağız.”

ORHAN DURU

Şapkasından öyküler çıkaran sihirbaz

Türk basınının ve edebiyatının usta kalemlerinden Orhan Duru’yu 25 Ocak 2009’da kaybettik. Arkasında öykülerden, denemelerden, gazete için hazırlanmış yazı dizilerinden, çevirilerden, gezi yazılarından, tiyatro uyarlamalarından oluşan büyük bir külliyat bıraktı. Yazıya adanmış bu yaşama, dosyamızla bir kapı aralamak; Duru’ya, edebiyatını anarak veda etmek istedik.

Türk edebiyatında bilimkurgu denince aklımıza hangi yazar gelir? Peki öykülerinde hem fantastiği hem ironiyi hem de acıyla güldürüyü yan yana getiren, kara mizahı ustaca kullanan yazar kimdir denince? Herkesin hemfikir olacağı Orhan Duru elbette!
Orhan Duru, öykülerinde bu öğeleri kendi kuşağının yenilikçi dili içinde bir araya getirdi. Üstelik okuru büyülü bir ortama taşıyan kendi deyişiyle ‘amatör işi’ni, yine okuru gerçeklikle yüzleştirmek isteyen gazetecilikle yıllarca birlikte yürüttü.
Orhan Duru’yu 25 Ocak 2009’da kaybettik. Arkasında bir külliyat bıraktı Duru. Öykülerden, denemelerden, gazete yazılarından, çevirilerden, gezi yazılarından, tiyatro uyarlamalarından oluşan bir külliyat. Milliyet Kitap olarak yazıya adanmış bu yaşama, dosyamızla bir kapı aralayalım istedik.

DON KİŞOT HAYRANI
Mehmet Orhan Duru, 18 Aralık 1933’te Rumelihisarı’nda doğar. Rumeli kökenli bir ailenin çocuğudur. İlkokulu, teknisyenlik yapan babası İbrahim Bey’in işi dolayısıyla gittikleri Çankırı’da okur. Ortaokulu ise Beşiktaş Birinci Erkek Ortaokulu’nda.
Orhan Duru ve kardeşi Halit Duru, anneleri Hacer Hanım’ı ortaokulda okudukları yıllarda kaybederler. Baba İbrahim Bey annenin vefatından sonra ikinci bir evlilik yapar. Ve bu evlilikten bir kardeş daha gelir dünyaya: İleride ünlü bir tiyatro oyuncusu olacak Ülkü Duru.
Annesinin ölümünden sonra teyzesi büyütür onu. Beşiktaş Serencebey’de otururlar teyze-yeğen. 1948 yılında girdiği Afyon Lisesi’ni 1951’de bitirir. Edebiyata ilgisi, pek çok yazar gibi lise sıralarında başlar. Bir okuma tutkunudur Duru.
Klasikleri okur bu yıllarda. Voltaire’in yeri ayrıdır onda. Rus yazarları, özellikle Çehov ve Dostoyevski’yi çok sever. Kendi kuşağını oldukça etkileyen Sartre, Kafka ve Camus ile çok daha sonra tanışır. En sevdiği roman ise “Don Kişot”tur; dünyanın en iyi romanıdır ona göre.
Oktay Akbal ve özellikle “Alemdağ’da Var Bir Yılan” adlı öykü kitabıyla Duru’nun kuşaktaşlarını da oldukça etkilemiş Sait Faik, sevdiği yazarlar arasındadır.
Orhan Duru’nun lisenin ilk yıllarındaki edebi uğraşı şiirdir. Lisedeki çevresi şiirle haşır neşirdir. Sınıf arkadaşlarından Oğuz Arıkanlı şiir yazar, sonradan gazeteci olarak tanınacak Cemalettin Ünlü ise Orhan Duru’nun da bulunduğu arkadaş çevresine Nâzım Hikmet şiirleri okur.
Bu dönemde Orhan Veli, Oktay Rifat ve Melih Cevdet Anday’ın gelenekseli eleştiren, onun dışına çıkan şiir anlayışları Orhan Duru’yu etkiler. Okulda öğretilen şiire dair kalıplaşmış düşüncelerden uzaklaştırır onu.
Duru, kendisi de şiir yazar bu dönemde; hatta bir şiiri zamanın önde gelen dergilerinden Yeni Ufuklar’da yayımlanır. Yıllar sonra Hilmi Yavuz, bir buluşmalarında ona ‘hiç yabancı gelmeyen’ bu şiiri okur; ancak ‘pek çıkaramaz’ kendi şiirini Duru. Şiire hiç dönmez, bütün edebiyat yaşamı boyunca öykü yazacaktır artık. Roman da yazmak ister aslında, ancak kendinde o gücü ve zamanı bulamadığını dile getirir.

BİLİM ADAMI OLMAK
Liseyi bitiren Duru’nun isteği bilim adamı olmaktır. Bunu gerçekleştirmek üzere 1951 yılında Ankara Üniversitesi Veterinerlik Fakültesi’ne kaydolur. Üniversite, Duru’nun iyiden iyiye edebiyat çevresi içine girmeye başladığı yılları da beraberinde getirir. Özellikle dönemin genç yazarlarıyla arkadaşlıklar kurmaya başlar Duru. Ankara’da fakültede okurken en iyi dostları arasında Muzaffer Erdost, Seyfettin Başçıllar, Siyasal Bilgiler’den Cemal Süreya, Ece Ayhan ve Asım Bezirci vardır.
Ankara’daki bu çevre daha çok şiir ağırlıklı bir dünyada yaşar, öykü kolunu ise Duru’nun İstanbul’daki arkadaşları oluşturur: Demir Özlü, Ferit Edgü, Erdal Öz ve Onat Kutlar.
Bu yıllarda yazı ve yayın dünyasına girmek için bazı denemelerde bulunur Duru. Yeni İstanbul gazetesinin açtığı röportaj yarışmasına işportacılar üzerine yazdığı bir röportajla katılır. Bu röportaj dereceye giremez ama gazetede yayımlanır. Böylece Orhan Duru imzası ilk defa görülmüş olur.
Orhan Duru öykü dünyasına ilk adımını ise 1953 yılında Küçük Dergi’nin Ocak-Şubat sayısında yayımlanan “Kadın ve İçki” adlı öyküsüyle atar. Meyhaneye giden iki arkadaş üzerinedir bu öykü.
Bu başlangıçtan sonra, öyküleri ve yazıları Seçilmiş Hikayeler, Mavi, Yelken, Dost, Yeni Ufuklar ve Pazar Postası gibi dergilerde çıkar.

ECEVİT’TEN TEKLİF
1956’da üniversiteyi bitiren Orhan Duru, aynı yıl mesleğini yapmak üzere Urfa’ya gider. 1956-58 yılları arasında Karacabey harasında çalışır. Daha çok atlarla ilgilenir, onlar üzerinde çalışır. Döndüğünde ise Veterinerlik fakültesinde asistanlık yapmaya başlar. Fakat Duru’nun üniversitedeki görevi çok uzun sürmeyecektir. 1958 yılında başladığı görevine 1960 yılında son verilir. 27 Mayıs 1960 darbesiyle birlikte üniversiteden tasfiye edilen 147’ler arasındaki tek asistan Orhan Duru’dur.
Bu tasfiyede, öykülerinin yayımlandığı Yeni Ufuklar dergisi ve yazarlarının sol görüşlü olmalarının büyük etkisi vardır.
Yaşamında onu en çok üzen deneyimlerinden birini bu olayla birlikte yaşar Duru: Devlet, üniversiteden atılmadan önce verdiği maaşı ondan geri ister. İşsiz ve parasız kalır bir süre.
Bülent Ecevit o zamanlar genç bir yazar olarak tanıdığı Duru’yu gazetecilik yapmak üzere Ulus gazetesine çağırır. 1961 yılında bu gazetede başladığı meslek yaşamını, Türkiye’nin önde gelen pek çok gazetesinde önemli görevler alarak sürdürecektir: Cumhuriyet, Milliyet, Güneş, Hürriyet, Yeni Yüzyıl.1961’den sonra gazetecilik ve edebiyat hep birada olacaktır Duru’nun yaşamında.

MİLLİYET YILLARI
1965 yılı, 44 yıl sürecek bir yol arkadaşlığının miladıdır Duru için. Edebiyat çevresinden tanıdığı yakın arkadaşlarından Demir Özlü’nün kızkardeşi Sezer Özlü ile evlenir.
Duru’nun yaşamında bir diğer önemli milat ise 1970 yılına rastlar; Milliyet gazetesinde 16 yıl sürecek görevine başlar. 1982’ye kadar gazetenin Ankara bürosunda parlamento muhabirliği ve istihbarat şefliği yapar.
19 Nisan 1982’de Turhan Aytul’un Milliyet Genel Yayın Yönetmenliği’nden ayrılması üzerine İstanbul’a gelir. Yayın kurulunda Mehmet Ali Birand ile birlikte yer alır ve bir süre gazeteyi birlikte yönetirler, aynı zamanda haber müdürlüğü ve yayın koordinatörlüğü de yapar.
Özellikle Ankara’da çalıştığı dönemlerde gece yarılarına kadar süren mesailer sırasında çok yoğun bir çalışma yaşamı içinde bulunur Duru. Ancak bu, yazarlığına hiçbir zaman engel olmaz.
Gazetecilikle yazarlık bir arada gitmez savını yine kalemiyle çürütür. Bu birliktelik sürer sürmesine de, aslolan, başat sayılan hayatında, öykü yazmaktır. “Diğerleri benim için hep yan iş olarak kaldı. Ama öykü hep vardı” der.
Gazeteciliğe başladığı 1961 yılından emekli olduğu 1993’e kadar; 1962’de “Denge Uzmanı”, 1974’te “Ağır İşçiler”, 1982’de “Yoksullar Geliyor”, 1989’da “Şişe”, 1991’de “Bir Büyülü Ortamda” adlı öykü kitapları yayımlanır.
Öte yandan edebiyat dergilerinde de çıkar öyküleri; tiyatro uyarlamaları izler bu verimi; kitap çevirileri ise cabasıdır. Çalışmaya, okumaya, yazmaya dayanan günlük yaşamı içinde fizik, tarih, astronomi ve matematikle de ilgilenir.
Nitekim denemeleri, çevirileri, yayımladığı derleme kitabı bu merakların yansımalarıdır: Heisenberg’den Vedat Günyol ile birlikte yaptıkları “Çağdaş Fizikte Doğa” adlı çeviri sözgelimi; ya da Prokopius’tan “Bizans’ın Gizli Tarihi” çevirisi.
Orhan Duru’nun tarihe olan ilgisi merakın da ötesine geçer; derinleşerek büyür. “Mavi Gezi” (1987) kitabına yazdığı sunu yazısında şöyle diyecektir: ”Dünyayı tanımak kadar, kendi ülkemizi doğasıyla, geçmişiyle, insanları, öyküleri ve efsaneleriyle öğrenmek ve bilmek yaşamımızın temel öğelerinden biri”.
Bu kitapta Anamur’dan Bodrum’a kadar bütün kıyıların ve kentlerin yüzyıllara uzanan tarihlerinin ‘arkeolojisi’ni yapar, doğasını ve insanlarını tanıtır. Sabahattin Eyuboğlu’nun ‘50’li yılların sonunda düzenlemeye başladığı ve Türkiye’yi kıyı kıyı dolaştığı için tutuklanmasına yol açan Mavi Yolculuk’a ilk katılanlar arasındadır aynı zamanda.
Orhan Duru’nun merakları arasında resim yapmak ve desen çizmek de vardır. Yazar ve politikacı portreleri çizer. Sezer Duru ile hazırladıkları, 1996 tarihli “O Pera’daki Hayalet” kitabında onun usta ellerinden bir örnek de yer alır: Hayalet Oğuz’un (Oğuz Haluk Alplaçin’in) portresi.

SES GETİREN YAZILAR
Tüm bunlar Duru’nun tarihe, siyasete, güncel olana duyarlılığını da gösterir. Milliyet’te çalıştığı dönemde bunu yazdığı yazı dizileriyle de ortaya koyar.
1977’de 16 bölüm halinde yayımlanan, sonradan kitap haline de getirilen, “Amerikan Gizli Belgeleriyle Türkiye’nin Kurtuluş Yılları” adlı yazı dizisinde, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın Kurtuluş Savaşı dönemine ve Cumhuriyet’in ilk yıllarına ait belgelerini okurlarla paylaşır. Yazı dizisinde Türkiye’de görev yapmış Amerikan temsilcilerinin, büyükelçilerin, komiserlerin telgrafları ve raporlarına yer verir.
12 Eylül askeri darbesine zemin hazırlayan sağ-sol çatışmalarının tüm hızıyla sürdüğü dönemde ise Orhan Duru Doğu illerini gezer. Buralarda edindiği izlenimlerini, özellikle Doğu’daki işsizliğe ve yatırım ihtiyacına dikkat çektiği “Doğu Raporu” adlı yazı dizisinde bir araya getirir.
Duru’nun ses getiren diğer bir yazı dizisi de 1981’de yayımlanan “Önemli Kararlar Öncesinde NATO”dur.
New York’tan Abu Dabi’ye kadar birçok dünya şehrini dolaşan Duru, gezi yazıları da yazar gazete için.
Duru, çok kanallı dönemin ilk televizyonu İnterstar’da çalışır bir süre. Burada haber müdürlüğü yapar; ancak çalışmaya başladıktan 3-4 yıl sonra yapılan habercilik için “Bu benim işim değil” diyerek meslekten ayrılır.

ÖYKÜNÜN İLLÜZYONU
Orhan Duru, yukarıda da değindiğimiz gibi gazeteciliğe başladığı yıllardan itibaren gazetecilikle öykücülüğü, dayandıkları içerik ve biçimin birbirine hayli ‘zıt’ olduğu bu iki işi bir arada yürütecektir.
Gazetecilik ve gazete dili tamamiyle gerçekleri yansıtmaya dayalıdır; bütünüyle dış gerçeklikten, güncel olandan beslenir.Öykünün ise kendine özgü bir gerçekliği vardır. Dış gerçeklikten beslense de onu dil ve anlatım aracılığıyla, edebiyata özgü bir gerçekliğe dönüştürür. Anlamlarını öykünün bütünlüğü içinde kazanan ve öyküye özgü gerçekliği kuran kelimelerle yazılır öykü.
Duru’nun “Lök” öyküsünde anlatıcının dediği gibi, “Yazılmadan önce varolmayan kelimelerle yazılır”.
Haz veren bir illüzyon yaratır bir bakıma. ‘Bir büyülü ortam’ kurar okur için. Orhan Duru da güncel gerçekle öykünün gerçekliğinin ayrımını şöyle dile getirir bir söyleşisinde:
“Bir yanılsama sanatıdır öykü bir bakıma. Yanılsama deyince gerçeklerden uzaklaşmak anlaşılmasın. Doğal olarak küçük oyunlar, saptırmalar, çağrışımlar yapıyoruz yazarken; gene de yaşamımızdan, içinde bulunduğumuz ortamdan, deneyimlerimizden yola çıkıyoruz, yazdıklarımızla tüm bunları bir düzene koymak istiyoruz. Güncel gerçek o kadar gereksiz ayrıntı ile dolu, o kadar yavan ki, ister istemez düş kurarak bir büyülü ortama ulaşmaya çalışıyoruz (...)
Bir illüzyonist nasıl silindir şapkasının içinden beklenmedik şeyler çıkarıyorsa, ben de öykülerimin içinden güvercinler ve tavşanlar çıkarıp şaşırtmak istiyorum sayın okurlarımı. Burada, silindir şapka, güvercinler ve tavşanlar ne kadar gerçekse benim öykülerim de o kadar gerçek.”

BİR DENGE UZMANI
Yavan ve güncel gerçekle; düşe, illüzyona dayalı öykünün gerçekliği arasında bir ‘denge uzmanı’ olmuştur Orhan Duru yaşamı boyunca.
Bu ‘denge uzmanı’nın edebiyat dünyasına girdiği 1950’li yıllar, Türk edebiyatının en hareketli ve en verimli olduğu yıllardır. Gerçekliği farklı biçimde dile getirmenin, farklı gerçekliklerin yazarların dünyasına sızdığı yıllar... Orhan Duru’nun öyküsü işte bu ortamdan beslenir.
Bu yıllarda varoluşçu edebiyatın önde gelen yazarlarından Sartre, Camus, Kafka, Beckett gibi yazarların kitapları Türkçeye çevrilir ve yayımlanmaya başlar.
1950’lerde aynı zamanda hem yayın dünyasında hem de toplumsal yaşamda yeni edebiyat çevreleri oluşur. Kentlileşmenin getirdiği bohem yaşantı buna eklenince, genç yazarların kendilerini geliştirebilecekleri, edebiyata ve sanata dair pek çok tartışmanın gerçekleştiği bir ortam hüküm sürer edebiyat dünyasında. İstanbul’daki edebiyat matineleri, sanatçılar ve edebiyatçıların uğrak yerleri olan meyhaneler, kahveler genç yazarlar için birer ‘edebiyat okulu’ olur bir bakıma.

BAYLAN DÖNEMİ
İstiklal Caddesi’nde Atlas Sineması’nın karşında bulunan Baylan Pastanesi böyle bir yerdir söz gelimi. Paris’ten İstanbul’a dönmüş Attila İlhan’ın sık sık buraya gelmesi, genç yazarlar için Baylan’ı bir çekim merkezi haline getirir.
Baylancılar olarak anılacak bu genç yazarlar; Ferit Edgü, Ahmet Oktay, Demir Özlü, asıl adı olan Bumin Güney imzasıyla bir dönem dergilerde öyküler yazmış Fikret Hakan, Demirtaş Ceyhun, Orhan Çubukçu, Asaf Çiğiltepe, Yılmaz Gruda ve Orhan Duru’dur.
Bir taraftan köy edebiyatı yapıtları verilir; bir taraftan da kendinden önceki kuşağı ve edebiyattaki ‘donmuş, kalıplaşmış’ dili, içeriği ve anlatımı eleştiren, yenilikçi bir kuşağın etkisi hissedilir.
Hem edebiyattaki kemikleşmeye hem de iktidara karşı muhalif bir tutum içindedir bu kuşak. Şöyle anlatır Duru kendi kuşağını:
“Hepimiz barut gibiydik ve sert alaycıydık o yıllarda, hem kendimize hem başkalarına karşı. Alışılmış yazın biçimlerine, yerleşmiş kalıplara, toplum düzenine, o yıllardaki yurt yönetimine ve ellerinde erki tutanlara karşı çıkıyorduk genellikle”.
Bu yenilikçi yazarlar, Türkçeye o yıllarda çevrilmeye ve yeni yeni yayımlanmaya başlayan kitapları okur; bir önceki kuşağı, yapıtlarında sadece nesnel yaşantıyı kalıplaşmış bir dille yansıttığını, bireyin yaşantısını göz ardı ettiğini söyleyerek eleştirir.
Böylelikle, edebiyatta yeni bir içerik ve biçem geliştirme yoluna giderler. Bireyin iç yaşantısını görünür kılabilmek için bilinç akışı, iç konuşma gibi anlatım teknikleriyle şiirsel bir dil kullanırlar.

1950 KUŞAĞI
1950 Kuşağı öykücüleri olarak anılan bu edebiyatçılar içinde Leyla Erbil, Demir Özlü, Ferit Edgü, Onat Kutlar, Feyyaz Kayacan, Erdal Öz gibi pek çok yazar vardır. Jale Özata Dirlikyapan’ın “Kabuğunu Kıran Hikaye: Türk Öykücülüğünde 1950 Kuşağı” adlı kitabı bu dönemi etraflıca ele alır.
Bu yıllarda yayımlanan, sayfalarını genç öykücülere açan ve koyu edebiyat tartışmalarının yapıldığı edebiyat dergileri de edebiyattaki çoksesli ortamın oluşmasına katkıda bulunur. Vedat Günyol’un yayımladığı Yeni Ufuklar, sık sık genç yazarların öykülerine yer verir.
Genç yazarlar üzerinde oldukça etkili olan Günyol, bu dergiyle daha önceki kuşaklarla yeni kuşak arasında bir bağ kurar bir bakıma.
İkinci Yeni hareketinin adını duyurduğu Pazar Postası, özellikle öykücülerin baş durağı olan, Salim Şengil’in yayımladığı Seçilmiş Hikayeler dergisi ve Attila İlhan’ın başına geçmesiyle Mavi Hareketi’ni başlattığı Mavi dergisi...
Tüm bu dergiler, dergilerdeki öyküler, şiirler, çeviriler ve tartışmalar Orhan Duru’nun içinde bulunduğu kuşağın öykü anlayışının oluşmasına katkı sağlar. Bir de Nurullah Ataç; diliyle, Türkçeye gösterdiği özenle ve eleştirileriyle...
1956’da yayımlanmaya başlayan Edip Özyörük yönetimdeki A dergisi de, sözü edilen dergiler arasındadır. Dergide Orhan Duru’nun yanı sıra Erdal Öz, Adnan Özyalçıner, Onat Kutlar öyküler yazarlar. Bu isimler, her ne kadar sonraları edebiyatları başka yönlere gitse de, A Kuşağı olarak anılacaktır.
Sadece dış gerçekliğe dayanan, içsel gerçekliği reddeden 1940 kuşağının gerçekçiliğini ‘fotoğraf gerçekçiliği’ olarak adlandıran ve eleştiren yazılar yer alır dergide.

YAZINSAL GERÇEKLİK

Orhan Duru, hem ilk öykülerinde hem de daha sonrakilerde başka bir gerçekliğin peşine düşer: Yazınsal gerçeklik. İlk öykü kitabı “Bırakılmış Biri” (1959), üzerinde bir gebe kadın resmi bulunan soluk renk saman kağıdından karton kapakla, Muzaffer Erdost’un yönettiği Açık Oturum Yayınları’ndan çıkar.
Duru’ya göre “Bırakılmış Biri” kitabının özellikle adı, kendi kuşağının içinde bulunduğu durumla bir özdeşleşme gösterir; “Biz de bırakılmış bir kuşaktık” der.
Güven içinde değildir bu kuşak; çünkü ülkeyi yönetenlerin artık edebiyat ve düşün yaşamıyla, toplumu bu kuşağın anladığı biçimde ileriye götürmekle ilgisi yoktur yazara göre. Bu nedenle de kitabın kapağındaki gebe kadının, belki de toplumun bir şeylere gebe olduğunu yansıttığını dile getirir. Nitekim bir yıl sonra 27 Mayıs darbesi gelir.
“Bırakılmış Biri”, adıyla dönemini yansıttığı gibi, aynı kuşağın öykücülüğünün ve Orhan Duru’nun peşinde olduğu yazınsal gerçekliğin de izlerini taşır: Varoluşçuluk, gerçekdışı ve fantastik öğeler, sözdizimi yerinden edilmiş cümleler.

BUDALACA ZEKİ OLMAK
Kitabın ilk öyküsü “Karabasan”, dış dünyanın ve bireyin ‘böcekleşmesini’ anlatır. Öykü, dönemi etkisi altına almış varoluşçuluğun izlerini taşıyan bir bunaltı ve saçma öyküsüdür. Ancak Duru’nun ironisiyle birlikte düşünülmesi gereken bir bunaltı ve saçma öyküsü.
Hemen arkasından gelen “Darağacını Arayan Adam”da ise intihar etmek için kendine darağacı arayan bir adam vardır. “Bırakılmış Biri” öyküsünün karakterinin işaret ettiği gibi topluluk içinde yaşayabilmek için hayvanlaşmanın, budalaca zeki olmanın gerektiğinin düşünüldüğü 1950’lerle birlikte, intihar ve şiddet teması edebiyatın alanına girer.
Her iki temayı da “Darağacını Arayan Adam”da görürüz. Öyküdeki karakter, istediği darağacını yapabilmek için kendisine parasız odun vermeyen oduncuyu hızarda doğrar; darağacını yapmayan marangozu ise yontar. Üstelik anlatıcı pek çok diğer öyküde olduğu gibi, bu şiddeti okuru rahatsız edecek bir sıradanlıkla anlatır. Bir yabancılaştırma etkisidir bu.
Orhan Duru’nun, okurun öyküde anlatılanlar karşısında bir ‘konformizme’ düşmesini engelleyen, sorgulayıcı bir tavır takınmasını sağlayan en etkili anlatım tekniklerinden biri buysa, diğerleri de kara mizah ve ironidir. Toplum ve dış dünya gibi, saçmanın içine düşmüş birey de bu mizahtan payını alır.
“Darağacını Arayan Adam”daki şu satırlara bakalım:
“Uzun boylu, Ramses’in Eski Mısır’da bulunmuş mumyasının yüzüne benzeyen yüzlü bir genç adam, yolda yürüyor koşaraktan. Sanırsınız ki üç gemisi var bu adamın, battı bu gemilerden biri. Ümit Burnu’nda idaresizliği yüzünden kaptanın, yani öyle bir yüz kapkara, öyle gözler içinden okunan ölüm. (...) İşte bu adam gidiyordu kendini öldürmeye”.
Öykünün sonunda ise intihar etmez öykü kişisi; kurduğu darağacıyla geleni geçeni asar.

“KISAS-I ENBİYA” ETKİSİ
Orhan Duru’nun öykülerinde birey, toplum ve dış dünya arasında bir gerilim vardır. İronik dilin ve kara mizahın hiçbir doğruya kolayca yaslanmayan doğası, her ikisini de alaya alarak bu gerilimi canlı tutar. Okurun yüzünde acı bir gülümseme bırakır. Hem toplumdaki hem de bireyin dünyasındaki akıl dışılığı, saçmalığı su yüzüne çıkarır; çelişkileri ve çatışmaları görünür kılar böylelikle.
Kara mizah ve ironi, Duru’nun peşinde olduğu yazınsal gerçekliği kurmasında önemli bir araçtır. Tıpkı Duru’nun diliyle ve biçemiyle özdeşleştirilmiş olan, kalıplaşmış dili kırdığı devrik cümleler gibi... Duru’nun anlatıma bir esneklik ve dinamizm kazandıran bu cümle yapısının kaynakları, 14. ve 15. yüzyıllarda kullanılan Türkçeye dayanır.
Orhan Duru bu dönemlerin Türkçesi üzerinde çalışmış, bu tarihlerde yazılanları etraflıca incelemiştir. 1978 yılında yayımlanan “Kısas-ı Enbiya” adlı kitabı da bu ilginin somut bir göstergesidir.
Duru, bu kitapta Aydınoğlu Mehmet Bey’in isteği üzerine Arapçadan Türkçeye çevrilen “Kısas-ı Enbiya” (Peygamberlerin Kıssaları) kitabından derlediği söylencelere yer verir. Kendi öykü dilini kurarken de bu kaynaklardan yararlanır.
Evliya Çelebi’den, Mercimek Ahmet’in “Kâbusnamesi”nden, Naima ve Silahtar gibi Osmanlı tarihçilerinin yazdıklarından hem dil hem de anlatım olarak beslenir.
Masallar, Duru’nun beslendiği bir diğer kaynaktır. Bu anlatılar, fantastik öğelere dayanan öykülerini de etkiler. “Denge Uzmanı” (1962) adlı kitabındaki “İki Kafaya Bir Şapka”da masal, çağdaş bir durumu eleştirmenin aracıdır, kara mizah öğelerini burada da hiç bırakmaz Duru.
Masallardaki çoğunlukla sevgiliyi arayış ve ona ulaşmak için yapılması gereken zor görevler motifi, bir cüzdanı arayışa dönüşür burada.

SİYASİ ELEŞTİRİLER
Orhan Duru sonraki kitaplarında -“Ağır İşçiler” (1974) ve “Yoksullar Geliyor”(1982)- hem öykülerindeki toplumsal içeriğe ağırlık verir hem de edebiyatındaki kara mizahı, fantastiği, ironiyi bütünüyle toplumsal ve siyasi durumun eleştirisi için seferber eder. Hz. İbrahim’in baş karakter olduğu öyküler, özellikle politikacıları ve Türkiye’deki siyaseti ironik bir dil kullanarak yerer.
“Yoksullar Geliyor”, dünyanın siyasetinin dayandığı yoksullar/ zenginler; gelişmiş ülkeler/ az gelişmiş ülkeler, batılı/ doğulu, zayıf/ güçlü gibi ikiliklerden beslenen ve bu ikiliklerin iktidardakilere göre negatif kutbunda olanların lehinde değişmesini anlatan ‘ütopik’ ve bilimkurgusal bir öyküdür.
Duru’nun “Ağır İşçiler” adlı kitabında “Ernesto” adında bir öykü bulunur. Bu öykünün yol açtığı bir tartışma vardır Türk edebiyatında. Sokaklarda Che Guevera’nın resimlerinin göründüğü gösterilerin; sağ-sol çatışmalarının içeriğinin sahiciliğinin sorgulandığı bu öyküyle, solcu aydın kimlik de Duru’nun ironisi ve kara mizahına takılır.
Öyküdeki Ernesto portresinin çizilişine bakalım: “Görünüşte çelimsizdi ama güçlüydü yüreğinde Ernesto, sakalları ve bıyıklarıyla birlikte, sırtında Hergele meydanında satılan ucuz ve eski bir parka, ayağında Amerikan botu”.
Hergele meydanından alınan parka ve Amerikan botlarıyla Ernesto olmak pek de kolay değildir. İşte bu öykü A Kuşağı’nın iki öykücüsünü karşı karşıya getirir. Erdal Öz, “Ernesto” öyküsüne büyük bir tepki gösterir ve bir karşı öykü yazar: “Ernesto’ya Sataşma Var.”

BİLİMKURGU TUTKUSU
Orhan Duru adının anıldığı bir yazıda bilimkurgudan, bilimkurgudan söz eden bir yazıda ise Orhan Duru’dan söz etmek kaçınılmazdır kanımca. Çünkü Orhan Duru bilimkurgu sözcüğünün mucididir.
Duru, 1973’te Türk Dili dergisinde hazırladığı özel sayı için ‘science-fiction’ın Türkçe karşılığı olarak bu sözcüğü önerir ve hemen kabul edilir.
Bilimkurguya olan ilgisi çocukluğuna dayanır Duru’nun. Çok küçük yaşlarda Alkazar Sineması’nda seyrettiği, Türkçeye Baytekin olarak çevrilen Flash Gordon onu bilimkurgunun dünyasına sokar. Sonra da Jules Verne...
Küçük yaşlarda zihnine düşen düşü, doğadışı olanı ve olağanüstünü bir araya getiren bilimkurgunun Türkiye’deki ilk örneklerini, bu tür henüz pek tanınmamışken, öykülerindeki fantastik dünyada verir. Kendi sözleriyle söylersek “Geleceğe, özgür olanaklara açılmış bir kapı” aralar öykülerinde.
“Bilimkurgu yazınını Türkçe anlatabilecek en iyi deyim belki de ‘Olmaz olmaz deme! Olmaz olmaz!’ sözüdür.Çünkü bilimkurgu olabileceklerle, olması olanak içinde olanlarla uğraşır”.
Böyle tanımlar Orhan Duru, bilimkurgu edebiyatını 1973 yılında Türk Dili dergisi için hazırladığı özel sayıda çıkan “Bilimkurgu nedir?” adlı yazısında.
Yazdığı bilim kurgu öykülerinde de olanaksızlıkları, kurduğu ‘sentetik’ ve okurun imgelemine seslenen düşsel bir dünyayla mümkün kılar. Bütünüyle kurgusaldır buradaki dünya. Bu dünyayı kimi zaman “Yoksullar Geliyor” öyküsündeki gibi bugünü eleştirmek için yaratır, kimi zaman da “Harita” öyküsündeki gibi başka bir gezegenden gelen yaratık yoluyla bizi şaşkınlığa uğratan tarihi bir olayı açıklamak ve masalsı bir dünya yaratmak için.

ALAYCI VE DÜŞSEL
Harita tutkunu Piri Reis’e, dünya haritasının sırlarını uzayın derinliklerinden gelen ve her dili konuşabilen bir yaratık verir bu öyküde. Duru’nun öykülerindeki bütün şaşırtıcılığı taşıyarak aniden zamanın dışına çıkarır bizi “Harita”; öykülerin gizemli dünyasına sokar.
Orhan Duru, Küçük Dergi’de yayımlanan ilk öyküsünden yaşamının son yıllarına kadar ‘gizem dolu yaşamın gözlemcisi’ olur.
1993 yılında habercilikten emekli olduktan sonra edebiyat üzerine yoğunlaşır. 2008 yılına kadar da öyküler yayımlamaya devam eder. Yine alaycıdır, içinde yaşadığımız durumlara bir direnç olduğunu söylediği mizahı, düşsel dünyaları elden bırakmaz.
Ancak 1990’dan sonra yazdığı öykülerde bunların yanına bir de ‘bu çağın ruhu’ eklenir: Elektronikleşen, hızlılaşan ve sanallaşan gündelik yaşam girer öykülerine. ”Zapping” ve “Mc Donalds”; ya da televizyonun bir simulasyondan ibaret dünyası.
“Medya Canavarları” öyküsünde, Irak Savaşı için “Bu bir televizyon savaşı galiba” diyecektir anlatıcı söz gelimi.
Duru’nun ömrü, yazmaya adanmış bir ömürdür... Yaşamla yazmayı bütünleştirmiş bir öykü işçisidir o. Dünyaya -hatta dünya dışına- ait her konuyla haşır neşirdir ve bunları okurlara kalemi aracılığıyla iletir. Özellikle de ‘gerçeklikten daha güzel dünyalar’ kurduğu öyküleriyle...
Bir söyleşisinde “Benim öykülerim, içinde bulunduğumuz kasvete karşı bir direniştir” der. Kasvetin git gide üzerimize çöktüğü şu günlerde Orhan Duru okumalı... Direnebilmek için... Vedasına katlanabilmek için!

BÜTÜN ESERLERİ
- Öykü: “Bırakılmış Biri” (1959), “Denge Uzmanı” (1962), “Ağır İşçiler” (1974), “Yoksullar Geliyor” (1982), “Şişe” (1989), “Bir Büyülü Ortamda” (1991), “Sarmal” (Toplu Öyküler, 1996), “Yeni ve Sert Öyküler” (2003), “Fırtına” (1997), “Kazı” (2006), “Küp” (2008).
- Deneme: “Kıyı Kıyı Kent Kent” (1977) (Genişletilerek “Mavi Gezi” adıyla yeniden basıldı), “Hormonlu Kafalar” (1992), “Durgun ve İşsiz” (2004), “Öykü Yazmanın Sırları” (2008).
- Anı: “O Pera’daki Hayalet” (1996; Sezer Duru’yla birlikte)
- Çeviri: “Sierra Madre’nin Hazineleri” (B. Traven’den), “Gizli Tarih” (Prokopius’tan/ 1973), “Çağdaş Fizik’te Doğa” (Werner Heisenberg’den, Vedat Günyol ile birlikte/ 1987), “Dünya Batıyor mu?” (Hans Magnus Enzensberger’den, Sezer Duru ile birlikte/ 1975), “Amerika” (Ginsberg ve Ferlinghetti’den şiirler, Ferit Edgü ile birlikte).
- Tiyatro uyarlaması: “Durdurun Dünyayı İnecek Var” (Antony Newley ve Leslie Bricuss’tan/ 1968),
“Sınırdaki Ev” (1970; Slawomir Mrozek’ten/ 1970), “Üzbik Baba” (Alfred Jarry’nin “Kral Übü”sünden/ 1990).
- Derleme: “Kısas-ı Enbiya” (1978).



ÖDÜLLERİ
- “İşçiler” öyküsüyle 1970 TRT Sanat Ödülleri Yarışması’nda
Başarı Ödülü
- “Sarmal-Toplu Öyküler” kitabıyla 1996 Sedat Simavi Vakfı Edebiyat Ödülü
- “Fırtına” ile 1997 Sait Faik Hikaye Armağanı (Erdal Öz ile paylaştı)