Kültür Sanat Zeki çocukların hoş lakırdıları

Zeki çocukların hoş lakırdıları

15.03.2006 - 00:00 | Son Güncellenme:

Televizyonu ve yer verdiği programları herhangi bir sıradanlık örneği olarak geçiştirmemek gerekir. Bu programlar önemli. Çünkü aklımıza, ruhumuza bir şeyler yapıyorlar. Onların sıradanlaşmış içeriğindeki 'sıra dışılığı’ göstermekte işte bu nedenle sonsuz yarar var.

Zeki çocukların hoş lakırdıları

Göksel Aymaz  - gokselaymaz@hotmail.com
Milliyet Sanat


“Nehludov, inceleyerek bakıyor ve dinliyordu... Bu iki insanın, ne sözünü ettikleri şeyle ne de birbirleriyle en ufak bir ilgilerinin olmadığını gördü. Konuşmaları sadece fizik bir gereksinimi, dilin ve gırtlağın adalelerini kımıldatarak sindirimi kolaylaştırma gereksinimini karşılamayı amaçlıyordu.” (“Diriliş”)

Laf olsun diye konuşmak bu olsa gerek. Tolstoy’un hicvettiği bu iki aristokrat, az önce mükellef bir sofradan kalkmış bu iki tok insan, güya tiyatrodan konuşuyor! Sözün kelâm olmaktan çıkıp boş lakırdı halini alması daha güzel eleştirilebilir mi?

Sözün kelâm olmaktan çıkması demek, konuşurken dünyaya seslenen insanın yeryüzünden eksilmesi demektir. Kültür dünyası, soyutlaşıp kendi içine bükülen felsefi dili ve hayatı bir reklâmcının kafasıyla görüp değerlendiren yazarları, sanatçılarıyla bu konuda epeydir kademeli bir tükenişin alanıdır.

Sözün kültür dünyasında lakırdıya dönüşmesi televizyonda da talk şov programlarıyla temsil ediliyor. Onlar da bir rahatlama aracı, günün telaşından arınıp gevşeme biçimi.

Sıradan olanı betimlemek
Söz konusu programlara bu açıdan, yani insani bir ihtiyacın olağan bir aracı olarak baktığınızda, herhangi bir sorun yok. Hepimiz bu programları izliyoruz, hoşça vakit geçiriyoruz; nesini ciddiye alacaksınız? Peki bunun dışında 'talk şov’ programlarını konuşmanın başka bir anlamı olabilir mi? Başka bir açıdan ciddiye alınmalılar mı? Bu ciddiyeti göstermenin bir gereği var mı? “Bu da böyle bir şey işte!” deyip geçmemek için yeterince sıradan değiller mi?

Flaubert’in severek kullandığı bir sözmüş: “Sıradan olanı iyi betimlemek gerekir.” Yerden göğe haklı bir söz. Çünkü sıradan olanda, gözden kaçan, olağanlaşmış, mesele olmaktan çıkmış, dolayısıyla, aslında tam da 'sıra dışı’ olan bir gerçeklik vardır. Bu nedenle, sıradan olanı iyi betimlemek demek, gözden kaçan gerçekliği bürünmüş olduğu sıradanlığı içinde ifşa edebilmek demektir.

Televizyon, sıradanlığın evrensel simgelerindendir. Dolayısıyla onu da 'iyi betimlemek gerekir’. Çünkü her türlü sıradanlık, kendini yaygın biçimde tekrar eden her olgu, bugün eleştiri karşısında ayrıcalıklı bir konum elde ediyor; tekrar, kendi eleştirisini de bir tekrar olarak sıradanlaştırıyor: “Hep bildiğimiz şey, bir daha söylemenin ne gereği var?” Eleştiri, bu bıkkınlıkla eskiyor, lüzumsuzlaşıyor. O nedenle televizyonu ve yer verdiği programları herhangi bir sıradanlık örneği olarak geçiştirmemek gerekir. Bu programlar önemli. Çünkü aklımıza, ruhumuza bir şeyler yapıyorlar. Onların sıradanlaşmış içeriğindeki 'sıra dışılığı’ göstermekte işte bu nedenle sonsuz yarar var. Kendini ne kadar tekrar etse de bundan usanıp sıkılmamak gerekir; kılık değiştiren bayağılık, onu her gün yeniden tespit etmek zorunda kalan aklın değil, çağın ayıbıdır.

Ama biz akla karşı girişilmiş düzenli bir ayaklanma çağındayız. Roland Barthes, edebiyat için söylüyordu “Artık süslerini değil, kendi postunu savunuyor” diye. Akıl da öyle; o da çağın bir yığın ayıbı karşısında postunu savunuyor bugün. Bu haliyle artık (Diderot’nun analojisi ile söylersek) bizzat saldıran değil de yalnızca kendisine atılan taşı ısıran köpeğe benziyor. Bunun bir nedeni 'tekrarın sıradanlaştırıcı özelliği’ ise, bir nedeni de kendisine karşı başlatılmış ayaklanmanın hayatın her alanında, toplumun her kademesinde destek buluyor oluşudur.

Aklı yeniden işlevlendirmek
Destek kıtalarının gönüllüler sınıfındandır televizyon. Unutturma, geçiştirme, manipülasyon ve kandırmacanın yanında dışarıda bloke ettiği aklı içeride yeniden  işlevlendirmek gibi tuhaf bir hizmet de görüyor bu alet. Sahiplerinin 'zeki çocuklar’ olduğuna hepimizin kani olduğu talk şovlar bu hizmetin servis edildiği programlardır; ciddiye alınması gereken tarafı da budur. Çünkü sahiplerinin zekilikleri, kendilerini kültür sanayii içinde farklı bir yerde konumlandırma istekleri, onlara yönelik eleştiriyi de sakıncalı biçimde itidalli olmaya sevk etmiştir. Evet, hepimiz bu tür programları izliyoruz, gülüp hoşça vakit geçiriyoruz ve burada bir sorun yok. Ama zekâya bu kadar vurgu yapıldığında bir şeyleri konuşmak da kaçınılmaz oluyor.

Birbirleriyle gösteri toplumunun hoş eğlenceleri olmaları bakımından eşleşen televizyon programları, her zaman bazı nüanslarla kendi farklarını ortaya koyar; hepsi sonuçta büyük bir eğlencenin uzantılarıdır, ama kimi toplumsal yaralara çare aradığını iddia eder, kimi toplumsal adalet adına polis ve yargıç kılığına soyunur, kimi de çağdaş bir 'kamu’nun varlığına ilişkin delil olduğunu zanneder. Talk şov formatının nüansı da dışarıda bloke edilmesine hizmet ettiği aklı içeride yeniden ve farklı biçimde işlevlendirmektir. O zeki çocukların zekâları, bu iş için gerekli mesainin neşeli bir süreç olarak yaşanmasına yarıyor.

Zekâ, bir kozmetiktir
Mesai televizyonda harcandığı için şovun önceliklerini de elbette medyatik kriterler belirliyor. Çağrılan konuklar, sohbetler, espriler, skeçler, gösteri dünyasına ait bir çeşitlemedir. Şovun sahipleri sahiden zeki olabilirler, ama gösteri dünyasının bütün temsillerinde olduğu gibi burada da stüdyo, dekor ve talk şov formatının kalıplaşmış uygulamaları, zekâyı yolundan saptırır ve sonunda anlamsızlığa gömer. Dışarıda her şeyin acımasız sorgulayıcısı olmaktan alıkonmuş zekâ, burada eğlence makinesi olarak yeniden işlevlendirilmiştir. Burada zekâ, bir kozmetiktir; bin kez sergilenmiş jestlerden, tekdüzeleşmiş aykırılıklardan, hesap edilmiş aşırlıklardan müteşekkil, eskimiş bir kozmetik.

Fakat zekânın gözle görünür biçimde kendini gösteri dünyasının bayağılıkları içinde farklı bir yerde konumlandırma arzusu kolay tükenecek bir arzu değildir. Bu programlarda ara sıra yapılan düşünce, bilim, sanat  kaçamağının sebebi de budur. Oysa tüm gayret boşunadır; saygın şeylerden açılan konuşmalar, sözün kelâm niteliğini yitirdiği talk şov formatı için, yapanların kendinden hoşnutluk duyacağı hoş lakırdılardır yalnızca. Ne de olsa nihayetinde kendileri de medya kültüründen beslenmekteler. Kendi zekâlarını parlatmak için onun bayağılıklarına ihtiyaç duyarlar. Ama ilk fırsatta da -diyelim vizyona girmiş her yeni filmi allayıp pullayarak, en bayağı pop örneklerinin 'başarılı albüm’ sıfatıyla pazarlanmasına her defasında yardımcı olarak- borçlarını da öderler; restleşmek mümkün mü hiç! Ama dedik ya 'zekânın kendini gösteri dünyası içinde farklı bir yerde konumlandırma arzusu kolay tükenecek bir arzu değildir’ diye...

Bunun iyiden iyiye belirgin olabilmesi için programa bir 'düşünce’ saygınlığı kazandırmak lâzımdır. Buradan 'aklı ağırlama’ ihtiyacı doğuyor ki onu yeniden işlevlendirme hizmetini de bu sayede tamamına erdirmiş oluyor. Bu amaçla ara sıra birkaç akıllı adam çıkartılır programa. Ama bulunduğu her yerde kendini gösterme özelliği vardır aklın. Bunu uygulamaya koyduğunda, birden bire, neşeli mesainin akışını bozan, münasebetsiz, yararsız bir nesne oluverir. “Şuraya çağrılmış olmakla yetinse ya!” Konuklarından bir sergi açmış bu bezirgan evsahibi zihniyetinin bin çeşit imasıyla akıl, kendisine gösterilmiş lütuftan çıkar sağlamaya çalışan asalak bir erdem mertebesine itilmiştir. Bu çeşit programlar, seyirci onları içten ve derinlikli bir sohbet olarak dinlesin diye değil de, eğlenceli bir gösteri olarak tüketsin diye yapıldığından, akıldan da buna uyum göstermesi beklenir. Bayağılaşma karşısında donuklaşacak yerde esprilere katılsın, cinlikler yapsın, şımarsın... Amaca uygun bir gereç durumuna geldiğinde, akıl can sıkmaz olur.

Okullar ve stüdyolar
Oysa akla ne çok ihtiyacımız var.  Ekonomik programların çare üretemediği kronik bir işsizliğin, artarak devam eden yapısal bir yoksulluğun hüküm sürdüğü, acıdan tükenmiş bir ülkeden söz ediyoruz; kültürden siyasete, ekonomiden sağlığa, bütün alanları bilgisiz ama kendilerine güvenli seçkinlerin hâkimiyetinde olan, eleştirecek ve karşı çıkacak kadar olgunlaşmış bir azınlığın ise ne bir teşvik ne de doğru düzgün bir destek gördüğü bir ülkeden söz ediyoruz. Sorunlarını çözecek, olgun azınlığına teşvik sağlayacak olan bilgi, eğlence karşısında utanç verici bir mücadelenin insafına terkedilmiş durumda. Akademiler, eğitimciler, Bayülgen’le Beyaz’la rekabet halindeler. Cazibe merkezi olmaktan çıkmış sınıflar, talk şov stüdyoları karşısında varlık savaşı veriyor. Gece vakti Kanal D stüdyolarını dolduran üniversitelilerin sayısı, gündüz saatlerinde amfileri dolduranlardan daha fazla. Sezen Aksu’nun Beyaz Şov’a çıktığı o ömre bedel geceye tanıklık etmiş olmanın dışında ileride torunlarına anlatabilecek daha ilginç hiçbir şeyleri yok bu genç Türkiyelilerin. 

Belki talk şov gibi bir düzey karşısında fazlasıyla ağır bir kriter ama, bu gençler örneğin hayatlarında hiç Shakespeare’in o muhteşem sivri dilli soytarılarıyla tanışmadıklarından, Bayülgen, Beyaz lakırdıları onlara harikulade şeylermiş gibi geliyor. Gerçi Shakespeare’in şahane soytarılarınınkilerle kıyaslamakla talk şov lakırdılarını epeyce yükseltmiş oluyoruz (zaten epeyce yükseltmeksizin de kıyaslanamazlar) ama, Shakespeare ve benzerleri insana birey olarak dünyayı algılama olanağı verdikleri için önemli şeylerdir; bunlar, okuyanda geri dönüşü olmayan bir beğeni yükselmesi yaratırlar. Tarkovski, “Savaş va Barış’ı okuduktan sonra, bayağı olan hiçbir şeyi iğrenmeden okuyamadım” diyordu. Ne hayranlık verici, ne elzem bir etki! Okumayanlar bir tarafa, ama okumuş olanlarımız bile Okan’a, Beyaz’a hayranlık duyuyorsa, bu topraklarda kültürün ölümü açık bir olasılık hali almış demektir.

Okan’lar, Beyaz’lar, vs., vs... Akla karşı girişilmiş düzenli bir ayaklanmanın 'endemik’leri bunlar; kültürün ölümünün açık bir olasılığa dönüştüğü bir dönemin ürünleri. Kendilerine yönelmiş eleştirideki itidali ve hayranlığı, kendi varolabilme koşullarını borçlu oldukları bu 'habitat’ta buluyorlar.