Asu Maro

Asu Maro

amaro@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Çocukken bir heyecan vesilesiydi Olimpiyat Oyunları’nın başlaması. Spora özel olarak düşkün olmasan bile bütün kıtaları birleştiren, sınırlar ötesi bir etkinlik olduğu, insanı dünyaya ait hissettirdiği için herhalde. Ben her sefer bitişe doğru yıl saymaya başladığımı hatırlıyorum; daha kaç Olimpiyat göreceğiz, acaba bir gün bizim ülkemize de gelecek mi sıra? Çocuksun, zor mu kolay mı, ne gerekir bunun için düşünmüyorsun, hayal ediyorsun sadece.
Üç sene önce bir eylül akşamıydı, milletçe İstanbul’un 2020 Olimpiyat Oyunları’na ev sahipliği yapma şerefine nail olup olmayacağını merak ederek bekleştiğimizde. Bir “Ne olursa olsun gelsin”ciler vardı, böyle bir organizasyonun altından kalkıp kalkamayacağımızı hesap etmeden, sadece bunu kendimize olan güvenimizle hak ettiğimize inanan. Bir de endişeliler, etimizin budumuzun ne olduğunu düşünüp piyango bize vurursa ne olacağından korkanlar. Öyle ya, evine misafir çağırırken bile sandalye sayısından ona ne ikram edeceğine kadar bir sürü şey düşünürsün. O gidince aç kalacaksan pek iyi bir fikir değildir belki. Kaldı ki ortada epey silip süpürücü bir misafir var.
Olmadı, 2020 için şans Tokyo’ya isabet etti. Ve bu yıl yeni başlayan Olimpiyat Oyunları’nda Rio’da yaşanmakta olanlar düşündürücü bir tablo koyuyor ortaya.
Sen zaten ekonomik kriz yaşayan bir ülkesin, daha yeni Dünya Kupası’nı düzenlerken inşa edilecek stadyumlar için halkın evlerini yıkmış, kendi insanını karşına almış, skandal üstüne skandala imza atmışsın. Ve bunlardan ders almak şöyle dursun, kaldığın yerden devam ediyor, görkemli Olimpiyat Köyleri kurarken bir yandan da pisliğini halı altına süpürür gibi, perişan mahallelerini konuk sporcular görmesin diye yol kenarlarına set çekiyorsun. Hatta evsiz çocuların şehrin imajını sarsmaması için sokaklardan toplanıp hapishanelerde tutulduğu haberleri çıktı ki bu çözümlerin patenti bizde. 1996’ydı Habitat II nedeniyle İstanbul sokakları tinercilerden ve köpeklerden ‘temizlendiğinde’.
Ayrıca alt yapın eksik, sağlık sorunların tavan yapmış durumda, millet zika virüsü korkusundan gelmeye korkuyor. Daha açılışa aylar kala tanıtım için zincire vurulmuş bir kaplan dolaştırmak gibi dahiyane bir buluşla yola çıkıp hayvanı öldürmüşsün, oradan bile belli hayırlı bir sonuç çıkmayacağı.
Nitekim Riolular Olimpiyat meşalesinin gelişinden duydukları ‘coşku’ ve ‘sevinci’ sokaklara dökülüp haykırarak hatta meşaleyi söndürerek göstermeyi tercih etti. Samba beklentisinde olanlar için hayal kırıklığı tabii ama, epeyce bir insan sağlık ve eğitim için ayrılamayan bütçenin golf sahasına harcanmasından fena halde şikayetçi. Tabii bu memnuniyetsizliklerinin karşılığını da biber gazı şeklinde alıyorlar.
Hani ülkenin tanıtımıydı, prestijdi? Hani dostluktu, spordu, centilmenlikti bu işin özü? Biz hepsinden çok öfkeli, yılgın, umutsuz Rioluların yüzlerini görüyoruz medyada. Madalyaların kime gideceğinden çok Rio’nun 1976’daki Olimpiyat ev sahipliğinin ardından Montreal’in yaşadığı çöküşü yaşayıp yaşamayacağı konuşuluyor. Socrates dergide Dağhan Irak’ın nefis bir yazısı var bu konuda, “İlle de Olimpiyat bize gelsin” diye tuttururken bir okuyun derim.
Gittiği ülkenin ekonomisinde gedikler yaratan, Berlin, Atina, Pekin, Soçi, Saraybosna gibi pek çok şehirde ardında çürümeye terk edilmiş hayalet Olimpiyat köyleri bırakan bir organizasyonun gelmeyişi belki gelişinden daha hayırlıdır.