Pazar 21'inci yüzyılın eşiğinde Hindistan

21'inci yüzyılın eşiğinde Hindistan

28.01.2007 - 00:00 | Son Güncellenme:

Yerkürenin en büyük zenginleriyle en sefil insanları, 20 ve 21'inci yüzyılların en aydın ve bilgin kişileri, nitelikli teknokratlarıyla eğitim göremeyen cahil kitleleri Hindistan'da bir arada bulunmak zorunda

21inci yüzyılın eşiğinde Hindistan

Hindistan gibi en kalabalık demokrat ülkenin Çin'in yöntemlerini uygulaması mümkün değil, ancak kentlerde artan refah, aile boyunun küçülmesini sağlayabilir. Refahın ise eşit dağılımlı olarak artması mümkün değil çünkü bu ülke insanlığın profilini meydana getiriyor. Yerkürenin en büyük zenginleriyle en sefil insanları, 20 ve 21'inci yüzyılların en aydın ve bilgin kişileri, nitelikli teknokratlarıyla eğitim göremeyen cahil kitleleri bir arada bulunmak zorunda. 1,3 milyar insana eşitlik verecek bir dünya bu dünya değildir. Hindistan'da 60 milyon insanın nüfusa kayıtlı olmadığını, kaldırımlarda doğup kaldırımda öldüğünü resmi kaynaklar bildiriyor. Birleşmiş Milletler memurları "Bu rakamı üçe çarpın" diyor.Kırsal nüfusun fakirliğinin, kentteki sefalete tercih edilir olduğu bir gerçek. Bütün yeni zengin görgüsüzlüklerine rağmen Hindistan'ın üst tabakalarının ve yükselen burjuvazinin dünyadaki benzerlerine göre üstün bir görgü, gelenek ve kültür sergilediği de açık. Hindistan 1,3 milyarlık nüfusuyla yüzyılın en kalabalık ülkesi olma yolunda ilerliyor, zira nüfus kontrolü halen başarılmış değil. Zaten doğum kontrolü, birçok kimsenin iddiasının aksine, antidemokratik ve gaddar yöntemlerle gerçekleştirilebilir deniliyor. Bu kadar kalabalık bir nüfus için bizim alıştığımız sigorta ve sağlık sigortasının tasavvur bile edilemeyeceği ortada. Hoş, bildiğimiz sağlık sigortası ve emeklilik sisteminin Batı Avrupa'da bile daha ne kadar devam edeceği tartışılır hale geldi. Hindistan altkıtası çocuk ve ucuz kadın emeğinin yaygın olarak kullanıldığı bir dünya. Bayılarak aldığımız, giydiğimiz, kullandığımız takıların, kumaşların, deri ve ağaç eşyanın bu istismara dayandığı açık. Yolda üstünde yürüdüğümüz kesme taşların bile âlâsı böyle oluyor. Başka çıkarı yok. Ama unutmayalım, Hindistan altkıtası büyük sanatçıların, ressamların, çok güzel yazarların yurdu. Bombay (Mumbai) büyük bir sinema endüstrisinin merkezi ve geleceğin sinemasını Hindistan götürecek.Mohanco-Daro medeniyetinden yani üç bin yıldan beri Hindistan düşüncenin, matematiğin, dini metinlerin ülkesi. Hint medeniyeti eski bir medeniyet; hepsi gibi acısı ve tatlısı, inceliği, ihtişamı, felsefesi ve gaddarlığıyla elan sürüyor. Hatta belki kültürel mirasın böylesine etkin biçimde devam ettiği tek bölge. Toplumsal eşitsizliğin dibinde dahi bir dinginlik var ve toplumun hayatı öyle sürüyor.Yakın zamanlara kadar kuzeyde Himalayalar, güneyde Hint Okyanusu onu dış dünyanın etkilerinden korumuş ama Hindistan etrafı etkilemiş. 15'inci yüzyıldan itibaren Babür İmparatorluğu orada muhteşem bir sentez meydana getirmiş. Hindistan'ın kendi zenginliği, İran medeniyeti ve Osmanlı Türkiye'sine kadar her yerden gelen ustaların yarattığı bu şehirler başta Tac Mahal olmak üzere Hindistan'ın sembolü olmuş vaziyette. Ressamların, yazarların yurdu Büyükelçimiz Halil Akıncı ile Jawaharlal Nehru Üniversitesi'ne, Aligarh İslam Enstitüsü'ne ve Delhi'deki Jamia Millia İslamia denen üniversiteye konferanslara girdik. Bir kere şunu söyleyeyim, Hint Müslümanları kadar her fikre açık ve tartışmada seviye ve tutanlara rastlamak zordur. İnsanı hayran bırakan bu Hint aydın davranışının kaynağını Britanya dönemi diye açıklamak fazla ucuzluk oluyor. Belli ki insanlar arkalarında binlerce yıllık bir gelenekle geziyor. Bütün yerküre gibi havalar çok güzel, yani berbat; sonumuz ne olacak bilemiyorum. Jaipur'da Rajaların yağmur gölü ortasında yer alan ve "Su Sarayı" diye bilinen nefis yapı suyun değil, çamurun ortasında. Kuraklık geleceğini şimdiden haber veriyor. Ortalık yine cıvıl cıvıl; çöpçü kadınlar bile rengarenk sarileri içinde çalışıyor. 18'inci yüzyılda şekillenen Hindistan'ın barok şehri diyebileceğimiz Jaipur çarşısı rengarenk. "Su sarayı"nın suyu yok Hindistan'ın gelişen sanayii üç bin yıllık şıklığından aldığı hızla dünyaya yayılıyor. Koca kıtanın trafiğini yolların karşılaması imkansız. Şehrin içi gibi şehirlerarası yollarda da tıkanıklık var. Deve ve öküz arabaları, filler, kamyonlar sol şeritte fakat herkes birbirini solluyor. İnsanın yüreği ağzına geliyor ama belli ki soğukkanlı ve usta sürücüler. O hassas denge her şeye hakim. Belaras "Venarese"de yılın belirli bir döneminde 60 milyon kişi Ganj Nehri'nin sularına giriyor; o mistik ortamda okunan dualar bir gulgule değil, etkileyici bir musiki ve henüz 60 milyonun birbirini ezdiğine rastlanmamış. Toplum bireylerinin yeteneği çok ama tabiat ve tarih hep zorluk çıkarmış. Hindistan'ın dışarıya yolladığı turist sayısı her yıl yüzde 25 artıyor. Bu Türkiye'de dahi hissediliyor. Bu dünyayı tanısak da tanımasak da ilişkiler artıyor. Onun için iyi tanımalı. 1930'larda 17 milyon nüfuslu, tahılla beslenen Türkiye, bozkırda kurduğu üniversiteye dünyanın ünlü Hindoloji uzmanı Walter Rubin'i getirmişti. Dil Tarih Coğrafya Fakültesi bir anda bir Hindoloji merkezine dönüştü. Atatürk gibi büyük adamların sezgilerini halefleri her zaman anlayıp izleyemez. Bugün biz Hindistan'ı turizm aracılığıyla tanımaya çalışıyoruz. Oysa büyükelçiliğimizin Delhi'ye getirttiği Türkçe öğretmenlerinin talebeleri daha kalabalık. Trafikte yüreğimiz ağzımızda Herkes onu Milliyet'teki sütun yazılarıyla tanıdı. AFS dediğimiz, liselileri bir yıl Amerikalı ailelerin yanında misafir öğrenciliğe gönderen komisyon üyesi olduğundan AFS'li gençler daha yakından tanıyorlar. Lozan'da okumuştu. Amerikan eğitimi gören neslin içinde yüksek öğreniminde Fransız dili ve kültürüne adım atan nadir gençlerdendi. Siyasal Bilgiler Fakültesi'nin parlak adamlarından Cem Sar, Büyükelçi İsmet Birsel, Ömer Koç, Rıza Türmen gibi istisnalardandı. Bu ona başka türlü bir kültürel esneklik kazandıran bir kompartıman değişimiydi. 1960'ların ortamında üçüncü dünya tipolojisi içinde Türkiye tarihini inceleme yöntemi yaygındı. Türkiye bugünkü patlamayı yapmaktan çok uzaktı. İnsanlar ümitsizdi. İsmail Cem ümitliydi ve çoğulcu toplum modelini öneriyordu. Derken bu genç gazeteci ve siyaset bilimci Bülent Ecevit'in seçimiyle TRT genel müdürü oldu.TRT'nin en gulguleli dönemiydi. Dünyada bile örneği pek görülmeyen özerklik sona ermişti. Bunda 12 Mart darbesinin tesiri vardı ama galiba özerkliği BBC gibi kullanamamanın da payı olmuştu. İsmail Cem'in dengeli siyaseti dahi bazı çevreleri kızdırdı. Televizyonun siyah-beyaz dönemi sürüyordu. Ama onun 500 günlük yönetimi döneminde Türkiye televizyonlarının daha renkli bir muhtevaya karıştığı açıktır. İlk 10 yıl içinde TRT televizyonlarının personel politikalarının ve eğitiminin bugünküyle kıyas kabul edilemeyecek kadar düzgün olduğunu artık daha iyi görüyoruz. TRT dönemi bitti. İsmail Cem siyasetin içine girmişti. Bürokrasi, politika ve aktif gazetecilik onu yazarlık hayatından uzaklaştırmış gibiydi; derken TBMM üyesi oldu. Dışişleri Bakanlığı'nı Ecevit'ten çok Cumhurbaşkanı Demirel'in öne sürdüğü söylenir. Yeni bir dönem başlamıştı. Bazen yeni politikaları ve prensipleri dolayısıyla Dışişleri mensuplarıyla gerilime girdiği söylenirdi. Ama şurası gerçek; Bulgaristan'ın güzel dışişleri bakanı Nadejda Mihailova, Yunan Dışişleri Bakanı Yorgo Papandreu ile birlikte etkili bir üçlü oluşturdular. Balkanlar'ın kendine özgü bir dünya olduğunu anlatmak için böyle sempatik bir üçlü gerekiyordu. Kendisiyle Dışişleri Bakanlığı sırasında yakınlaştık, entelektüel yaklaşımları vardı. Tanımakta geciktiğime hayıflandığım kişilerdendir. Zarif, sakin bir üslubu vardı. Renkli ve dinamik bir kişiydi. Bunu basında ve diplomaside de uyguladığı açıktır. Zamansız bir ölümle Türk siyasi hayatını terk etti. Her kanattan insanın onu özleyeceğini söylemeye lüzum yok. İsmail Cem On binler yürüdü, basının ortak yorumu doğrudur. Her ülkede görülebilecek bu gibi menfur bir cinayet doğrusu granitten bir protesto ile telin edildi. Birileri sordular, bir gayrimüslim üyesi için Türk toplumunun geçmişinde bu kadar büyük bir cenaze olmuş mudur diye.Geçen asırda Osmanlı baruthanesini yöneten Artin Bezzazyan devlet nezdindeki hizmetleri ve Ermeni cemaatine yaptıklarıyla unutulmaz bir yer edinmişti. Hrant Dink'in cenaze ayininin yapıldığı Meryem Ana Kilisesi dahi onun tarafından tamir ettirilmiş, yanındaki Bezzazyan mektebi onun tarafından yaptırılmıştı.1834'te öldüğünde cenazesi muhteşem oldu. Sarayburnu'ndan Kumkapı'ya götürülürken tarihte ilk defa bir padişah yani II. Mahmud sarayın balkonundan cenazeyi ihtiramla uğurladı. Yine II. Abdülhamid döneminin ünlü devlet adamlarından Hariciye Vekâleti Müsteşarı Artin Dadyan Paşa böyle muhteşem bir cenaze alayıyla defnedilmiş.Hrant Dink tartışmada sabırlı ve saygılıydı. Doğrusu cana yakın bir kişilikti. Onun cenazesiyle pek çok boyut ortaya çıktı. Bir kere herkesin çok takdir ettiği Türkiye Ermenileri ruhani reisi Patrik Mesrob cenaplarının ne derecede olgun ve şefkatli bir din adamı olduğu anlaşıldı. Cenaze konuşması bilenlerin çok takdir ettiği gibi bir Hıristiyan ilahiyatçısı için mükemmel bir metindi.Asıl önemlisi İstanbul vilayeti yetkilileri güvenliği mükemmel şekilde sağladı. Bütün bunlar bir yana cenaze boyu gördüğümüz gerçek şudur; Türk toplumu olgun, dengeli ve kendine sahiptir. Bunu vicdan ve izan sahibi herkes teslim eder. Bu nedenle Fransız basınındaki açıklamalar ve cenaze üzerine yapılan yorumların sadece ama sadece yanlışa dayandığını ve seviyeli gazetecilik olmadığını belirtmek gerekir. Hrant Dink'in cenazesi