Pazar "Gözlüğü, çantası, bornozu aynı yerde"

"Gözlüğü, çantası, bornozu aynı yerde"

25.11.2002 - 00:00 | Son Güncellenme:

"Gözlüğü, çantası, bornozu aynı yerde"

Gözlüğü, çantası, bornozu aynı yerde



Gözlüğü, çantası, bornozu aynı yerde


Türkiye’nin Leyla Gencer’den sonra yetiştirdiği en önemli sopranoydu. 10 Aralık 1997’de bir yıldız gibi kayıp gitti: Zehra Yıldız.
Kocası, tenor Süha Yıldız o günden beri onun eşyalarının, mesela gözlüğünün, bornozunun yerini değiştirmiyor, her sabah kalkıp onun sahne gösterilerinin ve ikisinin gündelik hayatlarının kayıtlı olduğu 100’ün üzerindeki video kasetten birini takıyor cihaza.
Ama yine de beş yıl geçmiş. Ve artık her şey konuşulabilir. Zehra’dan sonraki her şey.
Tıbben ölmüş ama makineye bağlı olarak yaşayan sevgiliden nasıl ayrılabildi sevdalı adam?
Komada da olsa bu beş seneyi onunla geçirmeyi ister miydi?
(Şu sıralar sinemalarda gösterimde olan Almodovar’ın "Konuş Onunla" adlı muhteşem filmi de aynı sorunsaldan yola çıkmıyor mu? Sevgilileri makineye bağlı yaşayan adamların öyküsü. Süha Yıldız’ın neler hissettiğini bu filmi seyretmemiş olsaydım bu kadar iyi anlayabilir miydim?)
Bir çocuk yapmış olsalardı daha mı kolay atlatırdı acaba adam bütün bu beş seneyi?
Hayatları oynadıkları o operalarla, o trajik librettolarla nasıl da benzeşmişti, değil mi?
Bu kadar güzel bir şeyi kaybeden bir adam başka bir kadını sevebilir mi, sevebildi mi, dokunabildi mi?
Merak ediyorum. Çünkü onun anlattıkları, anlatacakları aniden gerekebilecek bir hayat kullanma kılavuzundan alıntılar.
Beş yıl boyunca aylarca eve kapanmalar, sonra ortak paranın pulun har vurup harman savrulduğu geceler, barlarda, arkadaşlarla, kalabalıklarla; bu sefer eve barka girememeler, içki, içkiden vazgeçiş; gözyaşı, göz pınarlarının kuruyuşu.
Ve bütün bu vazgeçişlerin, terk edişlerin yanında Zehra için bir şeyler yapma isteği.
Süha Yıldız’ın sevgilisi adına kurduğu vakıf 10 Aralık’ta Zehra Yıldız gecelerinin beşincisini düzenliyor.

Evden çıkmadığınız bir yıl boyunca evin içinde bir gündelik hayat tanzim etmiş miydiniz kendinize?
Ben bütün sahne ve özel yaşamımızı kamerayla kaydetmiştim. 100’ün üzerinde kaset. Bütün bu kasetleri kare kare seyrediyordum. Başka hiçbir şey yapmıyordum. Hâlâ da seyrediyorum.

Sizin hissettiklerinizi hissetmeye çalışıyorum. Mesela bir sabah kalktığınızda "Bugün de bu kaseti seyredeceğim" diye düşündüğünüzde içinizde bir sevinç kıpırtısı oluşuyor muydu, oluşuyor mu?
Evet, evet. Zaman zaman uyanıp doğruca videoya gidiyorum, "Ya, bak şurada şöyle bir şey olması lazım" ya da "Şu kaset çok iyiydi, yine onu seyredeceğim" diye heyecanlanarak kalktığım oluyor.
"Ayrıyken birbirimize özel hayatımızı sormazdık. Öyle emindik sevgimizden"

Zehra Yıldız çok güzel, çok başarılı bir kadındı. Ve sürekli gidiyordu. Gösteriler, turneler... Beni affedin ama sormak istiyorum. Böyle bir durumda bu kadar aşık bir erkek alttan alta "Sonsuza kadar benim olarak öldü" diye bir şey düşünür mü? Hani, o bir opera sanatçısı olarak sizin de çok iyi bildiğiniz Alman romantizmi denilen sanat akımında, çok seven aşık aynı zamanda sevdiğinin imha olmasını ister ya. Yani artık kimsenin olmayacak bu sevgili, hiçbir yere gitmeyecek.
Sevgi karşılıksızdır aslında tabii. Sevgiden karşılık beklemez insan. Bir insanı seviyorsa niçin sevdiğini bilmek zorundadır. Egoist düşünmüyordum ben hiçbir zaman. Zehra’nın da beni aynı derecede sevmesini beklemiyordum. Zehra’nın da beni benim onu sevdiğim kadar sevmesini beklemiyordum. Onun birtakım artıları söz konusuydu. Sanatçı olarak seviyordum, beni insan olarak o kadar mutlu ediyordu ki.
"Başka bir kadın elini aynı sıcaklıkla tutamıyorum"

Sizin onu sevdiğiniz kadar o da sizi sevseydi belki bu kadar sevmezdiniz onu.
Bilmiyorum. O da beni çok seviyordu. Her yaptığı işten haberim olurdu, her yaptığı işi bana danışırdı. Onun sevgisinden o kadar emindim ki. İki ay burada olmadığı olurdu. Hiç gözümüz arkada kalmazdı. Başka bir şey aklıma gelmezdi. Onun da aklına gelmezdi, "Süha şimdi İstanbul’da ne yapıyordur?" diye. Bunları hiç konuşmazdık. "Özel hayatında ne yapıyorsun?" diye birbirimize asla sormazdık.

Gözlüğü, çantası, bornozu aynı yerde
Onu, onun sizi sevdiğinden daha fazla mı sevmek isterdiniz? Böyle bir yarış içinde miydiniz?
Aslında evet. Şöyle konuşmalar olurdu telefonda: "Öptüm. Seni çok seviyorum." "Hayır, ben seni daha çok seviyorum." "Hayır, ben seni daha çok seviyorum" diye üçlerdik bunu.

Zaman zaman sanatla hayat birbirine ne kadar benzeşiyor, değil mi? Sizin hikayeniz bana 21’inci yüzyıldan çok bir 18’inci, 19’uncu yüzyıl hikayesi gibi geliyor. Çağdışı bir hikaye, klasik bir opera. Operanın altın çağı.
(Gülümsüyor) Belki de operadaki kahramanları çok iyi tanıdığımız için böyle bir şeyi ister istemez yaşadık.

Bir erkek olarak onu bedensel olarak da özlüyor musunuz?
Tabii, onun elini tutmayı, sarılmayı, kokusunu hissetmeyi özlüyorum. Ona dokunmayı çok özlüyorum. Elektriktir bu. Elini tutmak bile yeterli olurdu. İlle de bunun cinsellik anlamında olmaması gerekiyor. Onun elini tutmak, yüzüne bakmak, sıcaklığını duymak beni tatmin ederdi. Cinsellik çok farklı, çok ayrı bir yerde kalıyor benim için. O bir dostum gibi yani. Ben de onun için öyleydim. Çok iyi biliyorum.

Yeniden bir kadın olamaz mı hayatınızda?
Şu anda ben seviyorum Zehra’yı. Ama sevilmek de ayrı bir şey. Zehra’nın da beni sevdiğini biliyorum ama bunlar şey, nasıl söyleyeyim, o bana sevdiğini söyleyemiyor. İnsan olarak ben şimdi bir başka insana ihtiyaç hissettiğimi düşünüyorum. Oldu da. Bu meseleye çok duyarlı davranan kadınlarla da tanıştım. "Sizin gibi bir sevgilim olsa" diyen çok insanlar oldu, kadınlar oldu. Ama bir şey yapamadım, olamadım. Elini Zehra’yı tuttuğum gibi aynı sıcaklıkta tutamadım. Belki de benim için çok erken. Hissedemiyorum bir şey.

Onu kaybettiğinizi nasıl öğrendiniz? Neler oldu o sırada?
İki gündür bana telefonda dişinin ağrıdığından şikayet ediyordu. Hiçbir şey yiyememek, yediğini hemen çıkartmak, su bile içse çıkartmak, bu gibi şikayetlerdi iki gün süren. Strese, heyecana bağlıyordum bunu. Haftada iki gün Almanya’ya gidiyor, hem "Fidelio"yu hem "Salome"yi oynuyordu. Birbirinden yedi saat uzak Heidelberg ve Schwerin’de. İstanbul’da da beraber "Tosca" oynuyorduk.

En son ne zaman telefonla konuştunuz onunla Almanya’dan?
Günde birkaç kez konuşuyorduk. Oyundan önce konuştum. "Çok fenayım, sürekli kusuyorum" dedi. "Oynama o zaman bu akşam" dedim. "Ben bu saatten sonra perde kapattıramam, Süha" dedi. Gösteriden sonra meşguldü. Sonra o beni aradı. Sekreteri Beatre ile konuşuyormuş. "İtalyanca konuşmaya çalıştım Süha, tek kelime İtalyanca hatırlamıyorum" dedi. "Almanca konuşmayı denedim, Almanca da konuşamıyorum, seninle de çok zor konuşuyorum" dedi. "Bırak şımarıklığı, şimdi yat, seni yarın havaalanından alırım" dedim. "Hayır, taksiyle gelirim" dedi. Bana da hiç kıyamazdı, "seni alayım" derdim, atlar taksiye, gelirdi.

Ertesi gün?
Ertesi gün sekreteri aradı. "Biliyor musunuz, Frau (Bayan) Yıldız hastanede" diye. "Herhalde bayıldı bir yerde" diye düşündüm. İki saat sonra sekreteri tekrar aradı. Ben zaten gitmek için hazırlanıyordum. "Atladım taksiye, pasaportumu unutmuşum, üç uçağına yetişebildim. Gittim, "Ben Süha Yıldız" dedim. Genç bir doktor hanım geldi, "Tut mir leid, sie ist tot (Üzgünüm, öldü)" dedi. Sadece "Nerede?" diye sordum. Aldılar beni, poşetler filan, birtakım böyle naylon şeyler giydirdiler, yoğun bakıma girdik. Baktım kollarında serum, burnunda serum, müthiş güzel ama. Yaşıyor, makineye bağlı olarak. "Yaşıyor" dedim. Doktor bir düğmeye bastı, göğsünün kalkıp inmesi durdu. Tekrar bastı düğmeye. Yine harekete geçti göğsü. "Tıbben ve de hukuken karınızı ölü ilan etmek zorundayız çünkü beyin ölümü gerçekleşti" dedi.

Ya, nasıl bir şeydir bu düğmelere basmalar, bir insanı böyle eşyalaştırma? Buna isyan etmediniz mi?
"Neden ameliyat etmediniz?" diye sordum. "Gerek duymadık" dediler. Hemen ağabeyini aradım, beyin cerrahı ağabeyi. Diş kliniğine gelmiş, diş kliniğinde sırada beklerken düşmüş, bayılmış. Paltosu hâlâ orada asılıydı. Almanca bilmiyor, o yüzden konuşamıyor zannetmişler. Ama ameliyathane doluymuş. İki saat ameliyathane kapısında beklemiş. Ve olay orada bitmiş. Ama ben onu yaşıyor olarak görüyordum orada, nefes alıyordu, hep ameliyat edilmesini talep ediyordum. Ağabeyi ile konuştular, önce o da "Ameliyat etmelisiniz" dedi. Ama sonra benim anlamadığım tıbbi bir şeyler konuştular aralarında. İki gün sonra da, 12 Aralık’ta da, akşamın beşi civarında bitti.

Siz mi verdiniz makineyi durdurma kararını?
Evet, ben sürekli onu alıp götüreceğimi söylüyordum. "Bitkisel hayatına da razıyım ben onun" diyordum. Ambulans uçak tutacaktım. Parasını da öğrendim ambulans uçağın. "Yazık" dediler, "belki havaalanına bile götüremeyeceksiniz, belki havaalanına kadar bile yürümeyecek bu iş." Zaten kuvvet veren iğneler filan yapıp yaşatmaya çalışıyorlardı. Ben geldikten sonra onları yapmayı bırakmışlardı. Ve kendiliğinden olay bitti. Otopsi yaptırmak istedim önce, neden öldüğünü öğrenmek için. Ama otopsinin nasıl yapılacağını öğrenince, "Tamam istemiyorum, onun güzelliğini bozmak istemiyorum" dedim. Beyin kanaması olarak kaldı olay. Aynı bir yıldız kayar gibi oldu bitti.

Kaç yıldır beraberdiniz?
13 yıl evlilik. Dört yıl da okulda arkadaşlığımız oldu. 17 yıl. Ama ben hâlâ birlikte olduğumuzu düşünüyorum.

Nasıl?
Ben bazen onunla konuşuyorum kendi kendime, "Ya, şu neredeydi filan?" diye. Hiçbir şeyi bozmadım; kapıda gözlüğü, çantası durur, havlusunu, bornozunu gardırobun kapısına asmış, aynen durur. Ve ben öyle yaşayabiliyorum. İnsanlar bana "Eşyalarını dağıt, ihtiyacı olanlara ver" diyorlar, hiçbir şeyini veremiyorum. Onlar benle beraber kalmalı. Onları ben görmeliyim.

Koma halinde de olsa, hâlâ bedeni yanınızda olsun ister miydiniz?
Bunu çok düşündüm. Zehra bir şey anlayacak mıydı, anlamayacak mıydı, bilemiyorum. Ama onu öyle görmek bana çok acı verirdi. Çünkü şarkı söyleyememek Zehra için çok acı veren bir şey olurdu. Böyle güzel oldu. Ölümün de güzeli olduğu söylenir ya, güzel öldü. Ne uğraştırdı, ne yordu, çekti gitti.

Almodovar’ın şu anda sinemalarda oynayan filmini seyrettiniz mi?
Hayır, çok uzun senelerdir sinemaya gitmiyorum. Dün gece televizyonda çok güzel bir film seyrettim, "Ölümden Sonra Aşk" diye.

Benim bahsettiğim filmde de iki erkek makineye bağlı kadınlarına bakarak ayakta kalıyorlar. Hele biri bitkisel hayattaki balerin sevgilisine dört yıldır hastabakıcılık yapıyor.
İstediklerini yapamıyorsa, üretemiyorsa bir insan yaşamanın anlamı ne ki? Sürekli tüketim. Böyle bir yaşam ne Zehra için ne benim için geçerli bir yaşam olabilir. Hiçbir zaman bir fedakarlıktan vazgeçmek gibi bir şey söz konusu değildi. Ben de bütün hayatımı ona vakfedip ne gerekiyorsa yapardım. Bu beni tatmin edebilirdi belki, insan bu, onu kendine iş edinir ve yapar. Aslında şu anda yaptığım da bu. Benim hayatımda da şu anda sadece Zehra bulunuyor.

İlk haftalar nasıl geçti?
Bir yıl boyunca evden çıkmadım.

Neden?
Bittiğini filan düşünüyordum. Sadece Zehra’nın öldüğünü değil, benim de bittiğimi düşünüyordum. Bir ortak yaşamdı. Aynı iki insan gibiydik biz. Her şeyi beraber yapardık. Epey bir birikmiş paramız bulunuyordu, hepsini ben bir yıl içinde tükettim. Bana para gerekmediğini düşünüyordum.

Neye harcadınız?
Bir seneden sonra dışarı çıktım. Yemekler, içkiler, arkadaşlarla birlikte. Bu sefer de eve girmiyordum. İki sene sürdü bu. Bu son senede de tekrar eve dönüş. Ben hiç içki içmezdim. Ama şimdi içiyorum. Bir dönem hele çok içtim.

Neden çocuk yapmadınız?
İstemedik. Hep istedik aslında, annemiz babamız da istedi. Ama kariyer başlamıştı ve devam ediyordu. Yurtdışı işleri de başlayınca, hep iş iş durumu oldu. Baktık ki, Zehra’nın kariyeri gayet güzel gidiyor, dedim ki: "Zehra bizim çocuğumuz olacak ve bunu yine sen doğuracaksın, bu çocuk sanat olacak, bunu birlikte büyüteceğiz ama sen doğuracaksın." "Ama senle beraber olursa bu iş olur" dedi. "Tamam, ben de senin yanındayım" dedim. "Hayır, sen de tenor olarak yapacaksın" dedi. Ama gördüm ki Zehra’nın bir sanatçı olarak artıları benden çok daha fazlaydı. Ve bunu desteklemekten başka bir çarem yoktu.

Ondan bir çocuğunuz olsaydı, daha kolay olmaz mıydı katlanmak?
Benim için iyi olurdu. En azından o bir-iki seneyi harcamazdım. Bir sorumluluğum olurdu. Ama çocuk için kötü olurdu. Öyle bir anneyi kaybetmek.

İstanbul Devlet Opera ve Balesi sanatçılarından, Türkiye’nin Leyla Gencer’den sonra uluslararası platformdaki tek primadonnası Zehra Yıldız opera sahnesine ilk kez 1982 yılında Johann Strauss’un "Venedik’te Bir Gece" adlı operetindeki küçük bir rolle çıktı. Yıldız, 1984’te İtalya’nın Treviso kentinde yapılan "La Boheme" operası uluslararası yarışmasındaki Mimi rolüyle ilk beş soprano arasına girdi. 1987’de Parma’da yapılan Uluslararası Verdi Yarşıması’nda finale kaldı. 1988’de ise Siena’da Uluslararası Ettore Bastianni Şan Yarışması’nda gümüş madalya ile ödüllendirildi. Yurtdışında "Madame Butterfly", "Aida", "Salome", "Tosca", "Uçan Hollandalı" gibi operalarda gösterdiği performansla büyük ün kazandı.
Son temsilini 9 Aralık 1997 gecesi Almanya’nın Heidelberg kentinde Beethoven’ın "Fidelio" operası ile verdi. Temsilden birkaç saat sonra komaya girdi. Bir beyin kanaması geçirmişti.