Pazar “İşkenceden sonra beni gören annem hıçkırarak ağladı, babam kahkaha attı”

“İşkenceden sonra beni gören annem hıçkırarak ağladı, babam kahkaha attı”

26.10.2008 - 01:00 | Son Güncellenme:

12 Eylül hesaplaşmasını “Bizim Çocuklar Yapamadı” adlı kitabında sürdüren Ertuğrul Mavioğlu: “Babam bir hukukçu olarak hiçbir şey yapamadığı işkenceden kurtulduğum için seviniyor ve gülüyordu. Annem de seviniyordu kuşkusuz ama acımı ancak annelerin görebileceği gözlerle gördüğü için hüngür hüngür ağlıyordu”

“İşkenceden sonra beni gören annem hıçkırarak ağladı, babam kahkaha attı”

Yıl 1996... Radikal Haber Merkezi’nde Ertuğrul Mavioğlu ile karşılıklı olan masalarımızın üzerine gömülmüş, Susurluk çete ilişkilerini çözmeye çalışıyoruz. Ama farklıyız; o ne kadar efendiyse ben o kadar deliyim, o ne kadar lafını sakınarak konuşuyorsa, ben o kadar fütursuzum... Ve bir gün ona tam da bu nedenle kızıyorum; 16 Mart katliamı ve Abdullah Çatlı ile ilgili bir habere hiç tepki vermediği için. “Ruhsuz bir adamsın, ne düşündüğünü anlayamıyorum” diyorum. Mavioğlu en sakin haliyle başını kaldırıp gözünü gözüme dikerek sorumu yanıtlıyor: “Gerçek her zaman korkutucudur.”
Çok sonra anlıyorum ki; Mavioğlu için korkutucu gerçek Susurluk’tan çok önce başlamış. O 12 Eylül 1980’de askeri darbenin karanlık yüzünü bütün çıplaklığıyla yaşayanlardan. Dik durmak adına hep kendi içine ağlayanlardan. Sadece darbecileri değil, darbeye maruz kalanları asla unutmayanlardan. Bu yüzden de 12 Eylül’den alacağını “Bizim çocuklar” adına tahsil etmek istiyor. Hâlâ sömürüsüz, eşit bir dünya umudunu koruduğu içindir ki üçüncü kitabı “Bizim Çocuklar Yapamadı”da (İthaki Yayınları) “Bizim çocuklar”ın neyi niçin yapamadığını bir kez daha anlatmak istiyor.

Üç kitabında da 12 Eylül darbesiyle hesaplaşamadığımızı, senin yaralarının ise hiç kabuk bağlamadığını anlıyorum. Darbecilerin bu süreçteki rolünü kimseye unutturmak ve unutmak istemiyorsun, neden?
Hayatımıza bir dönem damgasını vurmuş olan olumsuzluklar, gün gelip en sert görünümüyle tezahür edebiliyorsa, aynı sahneleri tekrar tekrar yaşamak zorunda kalıyorsak bu, geçmişle ciddi bir hesaplaşma yapılmadığını gösterir. Yaralarımın kabuk bağlamasına izin vermediğim doğru. Çünkü irinin kabuk bağlamasını değil, temizlenmesini istiyorum.
Tıpkı babası, Pinochet’nin işkencecileri tarafından öldürülen Şili Devlet Başkanı Michele Bachelet’nin dediği gibi,
“Sadece temizlenmiş yaralar sağaltılabilir!” Ama bu toplum zamanın her şeyin ilacı olduğu mukadderatçılığına mahkum edilmiş bir kere. Süleyman Demirel bunun en tipik örneklerinden birini, Kenan Evren’le bir kurumun açılış törenine birlikte davet edildiği zaman “Geçmiş geçmişte kaldı!” diyerek yeterince göstermişti.


“16 Mart 1978 katliamı belleğimden hâlâ silinmedi”


Ama bazen gerçekten de “Geçmiş geçmişte kalmalı” dediğimiz de oluyor.
Evet, sevdiklerimiz söz konusuysa affederiz ve bazen geçmişi geçmişte bırakabiliriz. Peki ya, geçmiş idamlar demekse, yüz binlerin gözaltına alınması, işkenceden geçirilmesi demekse, gencecik insanların sokaklarda kurşuna dizilerek “Ölü ele geçirildi” diye açıklama yapılması demekse?
Ben de 12 Eylül döneminde şubelerde işkenceler gördüm, cezaevlerinde çok ağır koşullarda yattım, yanı başımda arkadaşlarım öldü. Tüm bu zulmü ve adaletsizliği iliklerimde hissettim. Nasıl olur da “Geçmiş geçmişte kaldı” diyebilirim ki?

“Öfkem yaşadıklarımdan değil, yaşayamadıklarımdan” diye bir söz vardır. Yani solun öfkesi ve acısı hep geçmişte yaşadıklarına mı? Yapamadığı, yaşayamadığı şeylere hiç öfkesi olmadı mı?
Olmaz olur mu! Örneğin 16 Mart 1978’de İstanbul Üniversitesi önünde bomba ve otomatik silahlarla gerçekleştirilen katliam belleğimden hiç silinmedi. Saldırının ardından İstanbul Üniversitesi’nde gerçekleştirilen işgal eyleminin sabahında toplanan o mahşeri kalabalığın içinde ben de vardım. Sirkeci meydanı üç kez doldu boşaldı, hınç vardı, öfke vardı. Ama enteresan olan, tek bir kişinin gözünden bir damla yaş akmadı.
Oysa o gün, orada toplanan on binlerce insan hep birlikte korolar halinde ağlasaydık, ölümleri “sınıflar mücadelesinin kaçınılmaz sonuçları” bilmişliğinin getirdiği tevekkülle karşılamak yerine ağıtlarla yolcu etseydik, evlat ya da kardeş acısı çekenler gibi kendimizi yerden yere vursaydık; bizi başkalarının da kavraması daha mı kolay olurdu diye sonrasında çok düşündüm.

Ama oğulları, kızları, bütün kayıpları için ağlayan aileler, analar, babalar hep oldu.
Doğru. Onlar da paylarına düşeni fazlasıyla aldılar. 12 Eylül sonrası uzun gözaltı ve işkence günlerinin ardından savcılığa sevk edildiğimde beni koridorda bekleyen anne ve babamın hali gözümün önünden gitmez. Ben zayıflamış, işkenceyle hırpalanmış vücuduma rağmen yenik düşmemenin kıvancıyla ağır ağır onlara doğru yürürken, annem hıçkıra hıçkıra ağlıyor, babam kahkahalarla gülüyordu.
Aynı derecede seven insanın aynı acı karşısında neden bu kadar birbirine zıt tepkiler verdiğini çok sonraları anladım ve bir kez daha üzüldüm. Babam bir hukukçu olarak asla kabul etmediği ama karşılığında hiçbir şey yapamadığı işkenceden kurtulduğum için seviniyor ve bu sevincini gülerek gösteriyordu. Annem de seviniyordu kuşkusuz ama yaşadığım acıyı ancak annelerin görebileceği gözlerle gördüğü içindir ki hüngür hüngür ağlıyordu.


“Gencecik insanların ölümü doğal görülmeye başlandı”


Ve sen hiç ağlamadın...
Ağlamadım... Biz hep içimize ağladık ve göğüs kafesimize hepimizi taşlaştıran kocaman mezar taşları yerleştirdik. Bugün o günlere dair içimin hiç kaldıramadığı bir şey varsa, o da gencecik insanın ölümünün doğal görülür hale gelmesidir. Aklıma geldikçe hâlâ içime ağlarım o yıldız bakışlı çocuklar için ama ne melanet bir haldir ki bu, yine de tek bir damla yaş dökülmez gözümden.

“Darbe isteyen solcu, kendi celladına aşık bir idam mahkumu gibidir”

Türkiye’de yeni bir darbe olması mümkün mü? Bir dönemin sosyal demokratları, hatta solcuları bile rejim değişikliğine gittiğimiz kaygısıyla orduya darbe çağrısında bulundu. Siz bu süreçte ne hissettiniz?
Öncelikle, darbe isteyen solcuyu, kendi celladına aşık bir idam mahkumu gibi görürüm. Ama zaten darbeler, solcuların ya da sosyal demokratların istemesiyle olabilecek bir şey değil. Dünyanın herhangi bir yerinde ya da Türkiye’de darbeler hep büyük sermayenin talebi üzerine gerçekleştirildi. Türkiye’de, dahası dünyanın herhangi bir köşesinde bir darbe iklimi olduğu kanısında değilim. Yakın zaman kesitinde Ayışığı, Sarıkız gibi başarısız darbe girişimlerinin bu kadar çok olması size de şaşırtıcı gelmiyor mu? Hani darbeyi elinde silah olan yapardı? Hani emir nerede, komuta nerede, zincir nerede?

İşkenceler, gözaltılar, infazlarla geçen onca yıldan sonra darbecilerin yargılanabileceğine inanıyor musun?
Bence yargılanmayacaklar. Çünkü toplumda hâlâ bu yönde bir istek ve irade oluşmuş değil. “Darbecileri yargılayalım” talebi henüz çok küçük bir çevrede dile getiriliyor, üstelik bir türlü toplumsallaşamıyor da. Aslında belki de asıl sorgulanması gereken yön budur. Bence bunun yanıtı, 12 Eylül darbesinin nasıl bir toplum mühendisliğine soyunduğunda saklı. Apolitik bir kimlikle yetişmiş olanlardan, darbecileri yargılamak gibi büyük ve cesur adım beklemek sanırım büyük bir saflık olur.