Pazar “Özlemini çektiğim ailelerden biridir ‘Üç Kız Kardeş’”

“Özlemini çektiğim ailelerden biridir ‘Üç Kız Kardeş’”

13.03.2022 - 03:00 | Son Güncellenme:

İclal Aydın’ın sevilen romanı “Üç Kız Kardeş” dizi uyarlamasıyla Kanal D ekranlarında izleyiciyle buluştu. Hikâyeyi yeni bir dille yorumlayan ve dizide kardeşlerin annesini canlandıran Aydın, “Annelik öğreniliyormuş ve her kadının farklı bir yolu varmış. Mükemmel anneliğe inanmıyorum. Mükemmel aile olmadığı gibi. Keşke olsa,” diyor

“Özlemini çektiğim ailelerden biridir ‘Üç Kız Kardeş’”

Gülşah Elikbank - İclal Aydın’la 10 yıl önce, ben yazarlığa yeni adım atmışken, İzmir Kitap Fuarı’nda imza stantlarımız yan yanayken tanışmıştım. Kızı için yazdığı kitapları imzalıyor, bir yandan da uzun sırada bekleyen okurlarıyla sıcacık sohbet ediyordu. İnsanlara değer verenler onların hikâyelerine de değer verirler, bunu öğreneli çok olmuştu. Bu sebeple onun okurlarıyla tek tek ilgilenerek geliştirdiği içtenlikli dil beni şaşırtmamıştı. Çünkü İclal Aydın’ın iyi bir hikâye anlatıcısı olduğunun farkındaydım. Kendisi de buna inanıp derinlikli ama bize bizi anlatan romanlar yazmaya karar verdiğinde, yazarlık yolculuğu onu bambaşka noktalara getirdi.

Haberin Devamı

Birçoklarının belki ilk olarak ekrandan tanıdığı İclal Aydın, kelimelerin gücünü de eklemişti kariyerine. Üstelik şimdi bu sözcükler satır aralarından kurtulup kendilerine ekranda yer bulacaklar. 2018’de yayımladığı “Üç Kız Kardeş”in öyküsüyle kalbe dokunan bir öyküyü bize sunan İclal Aydın’ın romanı şu sıralar dizi uyarlamasıyla evlerimize konuk oldu. Yazarı da hikâyenin içindeki yerini kendine yakın bulduğu bir karakterle alıyor üstelik. Roman uyarlamalarının okuru ikiye bölen bir yanı olduğu muhakkak. Kimi çok sevdiği romana dokunulmasından hoşlanmazken, kimi sevdiği karakterleri ete kemiğe bürünmüş görmekten son derece mutlu oluyor. Elbette herkesi mutlu edecek bir yol pek mümkün değil ama İclal Aydın’ın güzel enerjisi bizi şimdiden yüreklerimizden vuracak bir aile hikâyesiyle sarıp sarmalayacak gibi duruyor.

Haberin Devamı

“Gökkubbe altında yeni bir hikâye yok ama çok özlenen bir dil var,” diyerek bu romana başlama nedeninizi işaret ediyorsunuz. Bu özlenen dili kuran özel bir hikâye var karşımızda, sizce çoğunluk da bu hasrete sahip mi?

Çoğunluk sahip mi bilmiyorum ama benim gibi birileri vardır diye düşündüm hep. Hemen her işimde, yıllardır değişmedi bu düşüncem. Radyo programı yaparken seçtiğim şarkıları da gündüz programı yaparken çağırdığım konukları da genele hitap etmiyor diye onaylamazdı yöneticilerim. Başta izin vermezlerdi ama sonra benim gibi düşünenlerin sayısının pek de az olmadığını fark edip serbest bıraktılar. Güzel günlermiş. Selim İleri’nin, Duman’ın, Şükran Güngör’ün konuk olduğu bir gündüz programından söz ediyorum. Anlattığım hikâyelerde tutturduğum yol da buna benzer bir yol...

“Özlemini çektiğim ailelerden biridir ‘Üç Kız Kardeş’”

Ayvalık ve Cunda’nın uğuruna inandığınızdan söz ediyorsunuz. Romanın ana mekânı da burası. Öyleyse mekânların da kendilerine has ruhları ve söylemek istedikleri olduğunu düşünebilir miyiz?

Hem de nasıl söyleriz. Hemen hemen her roman öncesi mekân değiştirmek, başka bir ülkeye, şehre gitmek; yazı yazma, hikâyeyi toplama, hazırlama döneminin de bir hikâye gibi geçmesini sağlıyor benim için. Her romanın bir de yazılış öyküsü var yani. Ayvalık ve Cunda ise beni o kadar güzel kucakladı ve öyle cömert davrandı ki. Buradan vazgeçemez oldum. Hayata, olaylara, mekân ve kişilere anlam yükleyen bizleriz aslında.

Haberin Devamı

Karşımızda bir anlamıyla bir anne-kız romanı var aslında. Peki ya sizin annenizle ilişkiniz nasıldı ve bu ilişki sizin özel ilişkilerinize nasıl yansıdı? Freud özel yaşamlarımızın annelerimizden izler taşıdığını söyler ne de olsa.

Psikolog ve psikiyatrların, kişisel gelişimcilerin fikirlerini dayadıkları kimi önermelerin kesinleşmiş doğrular olarak kabul edilmesine biraz mesafeliyim. Neyi neden yaşadığımızı, neden yaptığımızı sorgulamanın değişken sonuçları var herkes için. Aynı aileden çıkan bambaşka yollar seçen kardeşler mesela. Annem baskın bir karakterdi ve elbette yetişmemde, büyümemde çok izleri var. Özellikle hastalığının erken bir yaşta başlaması ki o zamanlar bunu bilmiyorduk hayatımızı zaman zaman zorlaştırıyordu. Ama bu zorunlu olarak daha çok şey öğrenmeme, hemen hemen her işini kendi yapabilen biri olmama neden oldu. Yoksunluk ve zorluk insanı marifetli yaparmış. Sanırım bunun da bir etkisi olmalı, çözüm becerisi olmayan ve çok şikâyet eden insanlara karşı ciddi bir mesafem var.

Haberin Devamı

Siz de bir annesiniz. Annenize, anneliğe bakışınız kendi evladınızı kucağınıza aldıktan sonra nasıl değişti? Aynı zamanda aile kavramı da sıkça eleştiriliyor. Kardeşlik kavramı size ne ifade ediyor? Kan bağı sahiden önemli mi?

Annelik öğreniliyormuş ve her kadının farklı bir yolu varmış. Mükemmel anneliğe inanmıyorum. Mükemmel aile olmadığı gibi. Keşke olsa. O özlemini çektiğim ailelerden biridir “Üç Kız Kardeş”in ailesi. Bize gelince. Şimdilerde parçalanmış aile bağlarının ya da bir evin içindeki kopukluğun sonuçlarını yaşıyoruz ama biz büyürken fazla bağlı, bağımlı olmanın hasarlarını aldık. Anne babalarımız mutlu olursa mutlu oluruz sanıyorduk. Onların istediğini yapmak, onların sözünü dinlemek onları mutlu edecekti. Anne babalarımız ise bizim mutlu olacağımıza inandıkları şeyleri dayattılar bize. Garip hüzünlü bir kısır döngüydü...

Haberin Devamı

Hikâyeniz şimdi yeniden yeni bir dille, bir diziyle meselesini yeniden anlatacak. Uyarlama süreci nasıl gelişti? “Üç Kız Kardeş”i yeni bir dille hissetmek nasıl?

Yapım aşamasının tanığıyım ama bir parçası değilim. Yani ne oyuncu seçiminde ne de uyarlamada çalıştım. Yapımcımız İnci Gündoğdu her adımda beni haberdar ediyordu elbette. Zira benim için bir eseri televizyona vermek zor oldu. Kanal D Dramalar’dan Sorumlu Genel Müdür Yardımcısı Lale Eren romanı okumuş ve çok sevmişti. Henüz ekranlarda şu anda çok izlenen roman uyarlaması dizilerinin hiçbiri yoktu. Fakat ben bir türlü karar veremiyordum. Sonunda dili koruyacağına en çok inandığım yapım şirketine evet dedim. Zor mu? Eh, elbette bir parça. Ama romana hem yapımcı hem kanal o kadar önem veriyor ki umarım koruyabildiğimiz kadar koruyacağız dilini.

Aynı zamanda bir roman kahramanı olarak tasarladığınız karakteri ekranda canlandıracak olmak nasıl bir duygu?

Aslında yazarken oynamayı hiç düşünmem. Düşünmedim. Hatta çok sıcak da bakmıyordum. Fakat yapımcım İnci, ısrarcı oldu. Değişik bir deneyim olacağını düşündüm. Yazarken hepsini kendi içimde oynamak, o filmi adeta çekmek, okura da öyle tarif etmek zaten beni çok mutlu ediyor. Yazmak hep daha huzur verici.

Bir insanın en yakınındaki kişileri bile tam tanıyamadığını, aramızda hep bir giz perdesi olduğunu düşündürdü bana romanınız. Gerçek yakınlığı, anlaşılmayı sağlayan sizce ne olabilir?

Dinlemek sanırım. Anlatılmayanı bile duymak için dinlemek. Yanıt vermek için değil. Anlamak için dinlemek. Ait olmak duyulduğumuzu hissettiğimiz kişi ve kişilere karşı daha hızlı gelişiyor. Anlaşılmak hepimizin en temel ihtiyacı da kimsenin dinlemeye mecali yok sanki. Anlamadığınız birini nasıl sevebilirsiniz ki?

Herkesin hikâyesi bir diğeriyle, kaderi ötekinin iyiliği ya da kötülüğüyle bağlantılı, romanı okurken insan bunu derinden hissediyor. Peki ama bizler neden sadece bizim acılarımız mühimmiş, tek dertli bizmişiz gibi tekil hissediyor ve yaşıyoruz? Bu bencil bakış açısını sizce ne besliyor?

‘70lerde doğan ya da çocuk olanlar bana hak verecektir. Bireysel değil, toplumsal yaşam önemsenirdi. Bu döngü içinde bir başkası için yaşama baskısı, öğretisi bireysel özgürlüğe özlemi büyüttü. Ayn Rand romanları elden ele dolaşırken, duygusal ve manevi değerler sorgulanırken, akılcılık yükselirken yeni bir düşünce biçimi de bir başkasını altına alıp eziyordu. “Kendini sev, önce sen,” diyen gurular “Affetmekten, duygusal açlıktan,” söz etmeye başladılar birkaç 10 yıl sonra. Yani şu anda da sosyal medya üzerinden ilk tercihlerimiz doğrultusunda sürekli karşımıza çıkarılan benzer bir uğultu içinde her insan biricik olmak istiyor. Oysa biricik olmak, dediğim gibi önce dinlemekle, kendi okuma disiplinini geliştirmekle, izlemekle mümkün. Hayatı icra etme ve sevebilme becerisi ile biricik olur insan. Çünkü okudukça, dinledikçe, izledikçe aslında hikâyesinin herkes gibi olduğunu anlamak mümkün. Biricik olan o hikâyeyi nasıl yaşamayı, nasıl anlatmayı tercih ettiğimiz.

Bu hikâyenin birkaç roman daha bize sunacağını düşündürüyor kaleminiz. Sanki daha anlatılacak başka hayatlar da var, ne dersiniz?

“Üç Kız Kardeş”in hemen bir yıl sonrasında devam kitabı “Kalbimin Can Mayası” çıktı. Şu anda aslında bu iki kitabın birleşiminden oluşan bir hikâye uyarlanıyor. Romanlarımda açık kapılar bırakmayı seviyorum. Şu anda bu televizyon macerası ile bu hikâye biter gibi duruyor. Ama belli mi olur?

Son dönemde malum aşktan söz etmek, aşkı önemsemek küçümsenen bir hâl aldı. Herkesin sevgisiz ve mutsuz olduğu yerde kimse aşksızlığın sonuçlarına bakmıyor gibi. Romanınız bana sevdanın önemini de hatırlattı fakat acaba artık daha materyalist bir dünyada olduğumuzu kabul mu etmeliyiz yoksa bu eski ama kıymetli duyguların yeniden baş köşeye konduğu bir dönem gelecek mi?

Size kitaptan “Üç Kız Kardeş”in anlatan karakteri Dönüş’ün satırları ile yanıt vereyim. Benim adıma o konuşsun: “Hiçbir şey eskisi gibi değil... Dünya zor bir yermiş meğer Serdar. Şiir sevene gülüyorlar artık. Çocukluk aşkımı hâla sevmeme inanmıyorlar. Ayarlanmış buluşmalarla aşkın gelebileceğine inanıyorlar. Eskiden nikâhta keramet vardır derlerdi, yeni şekli bu... Sevişirsen geçer sanıyorlar. Ben geçmesin istiyorum Serdar. Seni merak etmeyi, bilmediğim yerlerde olsan da hâlâ sevmeyi seviyorum. Babam ölmesin, halamın neşesi sönmesin, annem yine balkondan seslensin, sen okul yolunda beni bekle, Türkan Ablam gizli gizli fotoroman okusun, Derya yavru kedileri beslesin, Mesut babamın dibinden ayrılmasın ve biz hiç büyümemiş olalım istiyorum. Ağlıyorum ama kimseye göstermiyorum. Sadece yazıyorum Serdar... Sadece yazıyorum.”

“Roman uyarlamaları okumayı artırıyor”

Son yıllarda roman uyarlamaları çok revaçta ve çok seviliyor. Bu ilgiyi neye bağlıyorsunuz?

Bunu çok olumlu buluyorum. Aslında romanların dizi uyarlamasının öncüsü TRT’de şahane eserler izleyerek büyümüş biri olarak bugünkü özgür uyarlamalar beni biraz korkutuyor. Anımsarsanız “Çalıkuşu”, “Kırık Hayatlar”, “Aşk-ı Memnu”, “Üç İstanbul” gibi eserler kitaba tamamen bağlı kalınarak televizyona aktarılmış eserlerdi. Ama kısa sürerdi. 13 bölümde biterdi ve sanırım süresi de en fazla 45 dakika olurdu. Şimdi başka bir yayıncılığa hizmet ediyoruz. Her hafta iki saatlik bir dizi ve keşke en az 60 bölüm olsa diye yola çıkıyoruz. Yine de romanların televizyonda olması iyidir. Bir şekilde merak uyandırıp daha çok kitap okunmasına da neden olur diye düşünüyorum.