Pazar Özür kampanyasını düzenleyenlerin tutarsızlığı

Özür kampanyasını düzenleyenlerin tutarsızlığı

21.12.2008 - 01:00 | Son Güncellenme:

Özür kampanyasını yürütenler, bu özrün neyi kapsadığını ve mahiyetini kendi aralarında da tutarlı biçimde izah edemiyorlar

Özür kampanyasını  düzenleyenlerin tutarsızlığı

Önce soykırımdan bahsedildi. Tepki sert oldu. Derken birileri Nobel sahiplerini, tarih ilmine vukufları tartışmalı bir sürü fizikçi, kimyager vs. gibi seçkin bilim adamlarını toparlayıp “Soykırım değilse de o zamanki devlet adamları bu işi tertiplemiş, suçu onların üstüne yüklerseniz siz kurtulursunuz” demeye gelen bir bildiri yayımlıyorlar. Burada bir pazarlığa gidildiği açıktı. “Bak, Nobel kazanmış akıllı adamlar sizin lehinize hafifletmeye gidiyorlar, gelin şunu kabul edin” dendi.
Bu şahane fikri herkes de tasdik edecek zannedildi. Zaten Berlin, Wansee’de nihai çözüme karar verenler de Alman halkına pek bir şey sormamış görünüyorlardı. Oysa bu gelmiş geçmiş Alman nesillerini jenosid suçundan aklayamazdı tabii. Jenosid bir grubun suçu olmuyor. Arada muhtelif görüşler ortaya kondu, en sonunda özür dileme işine karar verildi. Bu arada Taner Akçam’ın derin arşiv tetkiklerinden(?) söz edip, bunları görüp de soykırım tezi kabul etmeyenlerin ahlaksızlığından bahseden bir yazı da çıktı.
Şimdi de özür dileme kampanyası başladı. Özrün neyi kapsadığını ve mahiyetini kendi aralarında da tutarlı bir şekilde izah edemiyorlar. Görüşler muhtelif, hatta eskiden görüşlerinde bir uzlaşmaya varmış gibi olanların da şimdi kampanyaya katılmayı reddettikleri ve kendilerine göre görüşler ileri sürdükleri anlaşılıyor. En önemlisi de “Yapanlar başka, biz başkayız” sözü. Bununla hiçbir yargı organını ikna edemezsin, siz onların torunlarısınız. Kampanyayı götürenler bu tutarsızlığın farkında mı acaba? Hiç değilse köşeli ve teferruatlı tekliflerle değil, açık bir görüşle kamuoyu önüne çıkmaları gerikir.
Büyükelçilerin tepkisini doğru buluyorum. Çünkü yaşadıkları hayat ve konumları da böyle bir tepkiyi gerekli kılar. Özür teklifçileri arasında imzası olan emekli bir büyükelçinin beni ikna edemediğini söylemeliyim. Bir kişi bulunduğu yerle ve yaptığı işle söyledikleri arasındaki tutarlılığa dikkat etmelidir.
Üçüncü bir grup çıktı. Faruk Loğoğlu arkadaşlarına katılmıyormuş çünkü görüşlerini yeterince sert bulmuyormuş. Eski dışişleri bakanımız, büyükelçi İlter Türkmen ise ifade hürriyetinden bahsediyor ve bu yüzden tepki gösteren arkadaşlarına katılmadığını söylüyor. Ben o bildirinin ifade hürriyetine karşı olduğunu zannetmiyorum. Birilerini ayıplamak sansür koymak değildir. Anlaşılan o ki, büyükelçi Gündüz Aktan’dan sonra bu konuya hukuki ve tarihi boyutlarıyla yoğun olarak yaklaşan bir üstadı çok arayacağız.
Her şeye rağmen tepkilerin hukuka riayet ve üslup içerisinde yapılması icap eder. Rastgele çıkışların hiç kimseye bir şey kazandırmayacağını bilmek gerekir.

Yanlış düzelten mütebahhir
Hakan Erdem bir kitap yazmış; mutlaka Türk tarihçiliğine uzun zamandır beklenen büyük hizmetini yapıyor. Gazetenin birinde “Cehalet diz boyu” diye densiz başlıklarla kitap tanıtılıyor. Benim Sırpsındığı ve İzladi Derbendi savaşlarını karıştırdığımı söylüyor. Yani ünlü Macar komutan Hunyadi Yanoş karşısındaki ricat ancak 1444’te Varna’da sona ermiştir. Muhtemelen doğrudur, herhalde ondan bahseden bir tarih sohbeti ele alınmış. Ne anlamda ele aldığını kitabı görmediğim için şimdilik bilemiyorum. Yanlış düzeltiyorsa da sağ olsun.
Ama “Fatih’in patates yemesi” hikâyesi örneğini bir mudhike olarak görüyorum. Kısaca bildireyim; Gazan Han miladi tarihle 1299 yılı aralık ayı sonlarında Şam’ı ele geçirdi. Muhteşem bir girişti; Şam eşrafı onu selamlarken yedi ceddini ezbere saydılar. Kendisi sordu: “Memluk Sultanı kimdir?” Cevap yok. Kölemenin soyu Moğol’unki gibi bilinmiyor. Şüphesiz Ayn-ı Callud (Tevrat’taki Golyad’ın gözü kıssasının geçtiği yer) bugünkü Ürdün’de. İkisi arasında ne ilgi kuruyor, tarih ve yer olarak onu da anlayamadım.
Sonra Selçuklu vakanüvis İbni Bibi meselesine gelince; adı üstünde “halaoğlu” demek. Tarihçinin sultanla akrabalığını belirten bir lakap, doğruları yanlış diye göstererek ilme hizmet etmek de böyle oluyor demek. Fazla üstünde durmaya gelmez.



Yakınlaşan Rusya ve Türkiye - II

20 yılda hayatları bu kadar iç içe giren iki topluma zor rastlanır. Bugünkü yoğun ilişkiler kesilse aileler dağılır, bir taraf ısınamaz, öbür taraf tatil yapamaz

Yeni Rusya’da her düşünceden aydının buluştuğu ortak nokta; Rus-Türk ilişkilerinde Stalinist dış politikanın yarattığı tahribat. Boğazlar üzerinde kontrolün ve Kars sınırında yeniden düzenleme taleplerinin yanlışlığı bugün değil, Kruşçev devrinde dahi tartışılmaya başlanmıştı.
1930’larda başlayan Stalinist soğukluğun

Özür kampanyasını  düzenleyenlerin tutarsızlığı
II. Dünya Savaşı’ndan sonra patlaması ve Soğuk Savaş’ın içinde Türkiye’nin karşı cephede yer alması; uzun bir zaman askeri yönden büyük bir gerilim yarattığı gibi, iktisadi ve kültürel ilişkilere de önemli darbeler indirdi.
Bizim neslin Rus ve Türk tarihçileri birbirlerinin arşivlerine giremeyen, akademik ziyaretleri sınırlı ve sadece “ziyaret” düzeyinde kalan, birbirlerinin toplumlarını yeterince tanıyamayan talihsiz meslektaşlar grubu olarak imkansızlıklarla dolu çalışma hayatlarına devam ettiler.
Soğuk Savaş döneminin sınırsız silahlanma yarışından bunalan Sovyet Rusya, hiç değilse güney cephesinde rahatlamak için Türkiye’yi tarafsız blokta görmek arzusundaydı ve Stalinist hatayı düzeltmek için çok gayret sarf etti. Ama geri dönüşü olmayan bir yola girilmişti.

Türkiye üzerine yeni yorumlar
Bütün bunlara rağmen barışçı niyet cevabını buldu. 1960’larda İnönü kabineleri ve bilhassa Adalet Partisi hükümetleri, Sovyet Rusya ve Doğu Bloku ülkeleriyle biçimsel diplomatik ilişkilerin ötesinde yakınlaşmaya başladılar. Ülkemizde “Morrison Süleyman” diye suçlanan Demirel ve Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil döneminin sosyalist blok ülkelerinin diplomasi çevrelerinde müspet ve yakınlaştırıcı(!) unsurlar olarak ele alınırlar.
1970’lerin başında Viyana’da Pallavicini Sarayı’ndaki Güneydoğu Avrupa Enstitüsü’nde bulunan bu tip raporların değerlendirmelerini hayretle okuduğumu hatırlıyorum. Memleketin içinde de; turistik gezilerden, tek tük de olsa karşılıklı akademik ziyaretlerden, ortalığın değişmeye başladığı anlaşılıyordu.
1989’dan sonra değişen dünyada Türk-Rus yakınlaşması patladı. Bugün iki ülkenin yoğun ilişkilerinin kesintiye uğramasını düşünmek bile mümkün değildir; aileler parçalanır, bir taraf ısınamaz, öbür taraf tatil yapamaz, ortak iktisadi yatırımlarda çalışanlar işsiz kalır. 20 yıl içinde hayatları bu kadar iç içe giren başka iki toplum düşünmek mümkün değildir.
Kaldı ki yakınlaşma ön planda Kafkasya’da ve Orta Asya’daki doğu cumhuriyetlerimizi de kapsamaktadır. İtiraf edelim, doğu cumhuriyetlerimiz Türkiye ile ilişkilerinde Rusya Federasyonu’nun modelini takip etmektedirler. Rusya gerçeğini yadsıyan bir dış politika, hatta herhangi bir şirket ve işadamının dahi başarılı olma şansı yoktur.
Rusya’nın kütüphaneleri ve kitap satış rafları her gün yeni tarihçi eserleriyle doluyor. Bunların bazıları Sovyet dönemi tarihçiliğini aşırı ölçüde temizliğe tabi tutuyor, yani neredeyse gerçeği aşındırmaya başlıyorlar. Bir kısmı mutedil yeni ufuklar açıyor.
Türkiye üzerine yazılanlarda da yorum değişiklikleri görülüyor. Kireev, Natalya Ulçenko gibi meslektaşlar buna örnek. 18. yüzyıl üzerinde yeni yaklaşımlar var. Svetlena Oreşkova, Zaitsev ve Mihail Serafimoviç Meyer’in yeni çalışmaları mesela. Türk etütleri sahasındaki yeni gençliğin Türk diline meraklı oldukları, iyi öğrendikleri, rahat okuyup konuştukları görülüyor.
Bu keyfiyet Türkiye’de Rusça öğrenen Türk gençleri için de söz konusu. Geçmiş kuşağın çilesi onlar için geçerli değil. Burslar bularak veya kendi imkanları ile serbestçe gidip geliyorlar. Aylarla ve senelerle komşu ülkede okuyup çalışabiliyor, doktora çalışmaları yapabiliyorlar.

New York’u taklit ediyor
Moskova çok değişti ve değişiyor. Entelektüel hayat Batı Avrupa’dan farklı bir renk ve yoğunlukta; hayat pahalı, iyi yaşayanların sayısı çok, tabii sefalet çekenlerin de. Şehrin sokaklarında insanın içini karartan çöküntü binalar ve donukluk kaybolmuş. Ama buna karşılık New York’u taklit eden aşırı bir reklam ve ışıklandırma insanı rahatsız ediyor. Bu görgüsüzlüğün Moskova’ya yakışmadığını söylemek lazım, hele St. Petersburg’a hiç... Umut ederiz resimden iyi anlayan Ruslar bu çirkinliği tasfiye ederler.
Değişen sadece Rusya ve Türkiye değil, o ilişkileri yürütenler de değişiyor. Bundan 15-20 yıl önce tasavvur edilemeyecek bir manzara var. Büyükelçiden üçüncü katibe, idari ataşelere, askeri ataşelere ve hatta bizim kültür müşavirlerine kadar ekseri memur Rusça konuşuyor. Büyükelçi Halil Akıncı, bakanlığın Rusça uzmanıdır. Rus diline ve eğitimine hep önem verirdi.
Türk-Rus Yılı için başlangıç yapıldı. Kremlin’de konser, Türk filmleri haftası ve Kremlin Müzeleri Genel Müdürü Bayan Gagarina ile vardığımız anlaşma icabı Topkapı sergisi gündemde. Ardından Ermitaj Müzesi Genel Müdürü Prof. Piotrovski ile vardığımız anlaşma neticesinde oradan bir sergi de İstanbul’a gelecek. Gelecekte sivil toplum kuruluşu dediğimiz grupların bu gibi etkinlikleri sürdürmesi dileğiyle.

Yazarlar