Pazar Savaş rüzgarları mutlaka hortum değildir

Savaş rüzgarları mutlaka hortum değildir

08.01.2003 - 00:00 | Son Güncellenme:

Savaş rüzgarları mutlaka hortum değildir

Savaş rüzgarları mutlaka hortum değildir



Her savaş rüzgarı hortum gibi toplumları kapıp götürmez. Bazı savaşların dışında kalmak mümkündür; hırslardan, fırsatçılıktan, boş büyüme ve zenginleşme isteklerinden uzak duran devlet adamları ülkelerini böyle felaketlerden korur. Macaristan’da Amiral Horthy’nin, Romanya’da Antonescu’nun, Bulgar devlet erkanının aksine İkinci Dünya Savaşı’nda kim ne derse desin Türkiye bu korunmayı başardı. Yoksa ister Mihver ülkelerinin, isterse son yılda Müttefiklerin yanında savaşa katılalım; sonumuz iyi olmazdı. 1943’te Müttefiklerin yanında savaşa girsek; gerçi Müttefiklerimiz bizi bu savaş girişimi üzerine işgal eden Almanlardan kurtarırdı, ancak kurtaran Müttefik muhtemelen Sovyetler olacağı için, sonra onlardan kim kurtarırdı, bilmiyorum. (İkinci Dünya Savaşı gerçekten aşçı ve hizmetçi kavgasına benzer; arada olan porselenlere, yani küçük devletlere oldu.)
Birinci Dünya Savaşı’nın felaketlerinden ders alan Türk yöneticileri o devirde gerçekten ustalıkla savaşın dışında kaldı. Berlin çökerken, Ankara’daki büyükelçi von Papen’in pasaportunu yeni veriyorduk. Bu anlamda Müttefiklerle birlikte sulh konferanslarına katılmak gibi bir yararımız da oldu. "Kaçırdığımız fırsatlar" edebiyatına boş verin. Bir ikinci nesli harcasak da; ne Oniki Ada’yı geri alabilirdik ne de Batı Trakya’yı... Sadece dert torbasına düşerdik.

Birinci büyük savaşa lüzumsuz girdik. İttihatçıların bu felaketli politikasına; "Bizi galipler yağmalar" korkusu hakim oldu. O dönemin İttihatçı zümresi kendilerinin modernize ettiği orduya ve bize dayatacak herhangi bir dış kuvvete karşı millete güvenemiyordu. Haydi savaşa girdin; senden asker mi istendi ki Avusturyalılara yardım için Galiçya’ya kolordu gönderiyorsun? "Mısır’ın fatihi" olacağım diye Süveyş Cephesi’nde evlad-ı vatanı döküyorsun... Yavuz Sultan Selim Han’ın geçtiği çölü, nasıl geçtiğimiz malum: Kum gözlüğü olmayan asker ve zabitanın birçoğu kör olmuş. Birinci Dünya Savaşı’nın bu yanlışlıkları, yakın tarihimizde kendini sık sık tekrarlayan bir aşırı gayretkeşlik psikolojisinin tezahürüdür.
İkinci büyük savaşın başında Mussolini de "Hitler tarih yaparken, ben dışarıda kalamam" diye hazırlıksız İtalya’yı palas pandıras savaşa sokmuştu. İtalyan askerinin korkaklığından çok, ordunun donanımsızlığı yenilgilerde rol oynar. Saldırgan İtalya’nın karşısında Habeşistan ve Yunanistan kan ve acıyla onurlu bir tarih inşa ettiler; İtalya ise utançla yenilgiyi tattı. Adis Abeba’ya Almanların yardımı ile girdikleri anlaşılıyor. Mareşal Bodoglio’nun muzaffer girişi bir teatral düzenlemedir. İkinci büyük savaşta General Franco daha akıllı hareket etti. Almanya ve İtalya’nın ısrarına rağmen kendisine iç harbi kazandıran bu dostlarının yanında savaşa girmedi. Sadece son anda "gönüllü"lerden oluşan ünlü Mavi Tümen’ini Rusya’ya yolladı. Maceraperestler ve hapishane devşirmelerinden oluşan bu tümen iyi çarpıştı; böylece İspanya resmen savaşın dışında kaldı, Almanların ısrarını hafifletti. Üstelik İspanya bu dönemde Portekiz ile birlikte en çok Yahudi mülteci kabul ettiğinden, Batılıların hışmını da çekmedi. Bu, mecburiyetin sürüklediği mutlak bir savaştan ucuza sıyrılmanın örneğidir. Birileri savaşa sürükler; ucuza kurtulmanın yolu vardır ve galiba bu politika pek değişmiyor. Kazanç hayalleri kurarken hesap yapmak lazımdır; askerler ve politikacılar arasında uyum ve tecanüs (dayanışma) lazımdır.

Türkiye bölgenin en güçlü ordusuna sahip. Sınırdışı görünen sorunlar, sınırlarımızın içine de yansımış. Dumanı tüten imparatorluğun bıraktığı sorunlar; en başta etnik kalıntılar var. Öyle neme lazımcı, ucuzuna infiradcı politikalar bu sorunları dışlamamıza maalesef imkan vermiyor. Irak savaşı gelişen Türkiye’nin geçeceği en çetin imtihan. Bazı ilkelerimizin olması lazım; en kıymetli hazinemiz insanlarımızdır. Sınırlarımızın içinde kontrol edemeyeceğimiz gelişmelere ve müdahalelere müsaade etmememiz lazım. Türkiye çok fazla yakınlaştığı müttefiklerden hep zarar görmüştür. Bunu ABD’li diplomatların tavırlarında gözlüyoruz. Amerikan aydını, gazetecisi, basit halkı çenesi düşük derecede konuşkandır; o kültür üslup oyunu yapmaya da pek müsait değildir. Ama Washington memurları Londra’daki meslektaşlarından bazı davranış kalıplarını alıp acemice uyarlamışlar. İşlerine gelmeyen soruları, havaya bakarak ya da duymazlığa gelerek savuşturuyorlar. Cevap alamadığımız adamlara soru sormamak ve onlara da soru sordurmamak lazım... Bu ilkeyi önce buraları iyi tanıyan ABD Dışişleri Bakanı Yardımcısı Marc Grossman’a uygulayabiliriz.
Bütün zorlukları savuşturmayı başaracağımız, hayırlı yıllar dileğiyle...