Pazar Sergi dediğin böyle olur

Sergi dediğin böyle olur

29.02.2008 - 00:00 | Son Güncellenme:

Sakıp Sabancı Müzesi'nde açılan ve İslam sanatının üç başkentiyle ilgili serginin çok yararlı bir müzecilik faaliyeti olduğuna ve insanların önünde yeni ufuklar açtığına hiç şüphe yok. Sergi dediğin rastgele toplanan malzemenin bitpazarı gibi ortaya dökülmesiyle değil, böyle belirli bir konunun işlenmesiyle olur

Sergi dediğin böyle olur

Osmanlı İmparatorluğu , İran Safevileri ve Avrupalı ve Hintlilerin "Mughal" dedikleri bildiğimiz Timur'un torunu Babür Şah'ın kurduğu Hindistan'daki Türk devleti. Bu üç imparatorluk da Türk. Birinin adından başka her şeyi Türk, öbürü Türklerin çok kalabalık olduğu kozmopolit bir coğrafyayı yöneten Türk ordusu ve Türk hanedanından ibaret. Hindistan'da ise sadece hanedan ve ordu ile bürokrasinin bir kısmı Türktü. Kendilerinden "Mughal" diye bahsedilmesinin mesulü Timur çünkü Cengiz Han'ın damadı olduğu iddiasını ileri sürmüştür. Hâlâ Mughal yani Moğol denmesinin gerçekle ilgisi yoktur. Sakıp Sabancı Müzesi'nde sadece Louvre Müzesi'nin koleksiyonlarından toplandığı anlaşılan bir sergi var: "Louvre Koleksiyonlarından Başyapıtlarla İslam Sanatının Üç Başkenti: İstanbul, Isfahan, Delhi". İlişkileri adamakıllı gerilen iki ülkenin kültürel alanda ilişkilerini tutma konusu ortaya çıkmış, açılış töreninde bir Fransız bakan da vardı, o faslı geçelim. Belirli bir konu etrafında tertiplenen sergilerin gerçekten faydalı olacağının iyi örneklerden biri. Katalog da iyi hazırlanmış. Uzun ve ilginç savaşlar sonunda 1526'da Delhi'de imparatorluk tesis edildi. Mohaç zaferinin kazanıldığı yıldı. İtiraf etmek lazım, Hint'in zenginlikleri, 3 bin yıllık sanatı, Baburi hanedanının yönetiminde İran ve Orta Asya'nın marifetleriyle birleşti. Ortaya çıkan güzide eserleri Topkapı Sarayı Müzesi'nde de görmek mümkündür. Edebiyatta ise Fars dili zirve noktalarından birini bu hanedan sayesinde Hindistan'da yaşadı. Aslında Fars edebiyatı gelişim ve muhafazasını bu üç imparatorluğa borçludur.İran Safevileri ilk önce Selçuklularla başlayan askeri ve siyasi Türk hakimiyeti, İlhanlı Moğolları devrinde girdiği çekişmeli dönemin ardından tekrar büyük Timur tarafından İran'da hakimiyet kurulması ve onun halefleri döneminde Türk hanedan ve ordularının İran'a hakim olmasıyla devam etti. Safevi devleti bu gelişmenin tarihi sonucudur. Safevi hanedanı Akkoyunluları izledi; ünlü Şah İsmail-i Safevi, aruz vezninde en güzel Türkçeyi terennüm eden hükümdar şairdir. Dedesi Erdebilli Şeyh Safi sayesinde ülkesinde ruhani iktidar kurdu. Ana tarafından ise Uzun Hasan'a ve dolayısıyla büyük dede olarak Trabzon İmparatorluğu'na uzanıyordu, yani Kommen hanedanının torunuydu. Dış dünyada imparatorun torunu, iç dünyada şeyhin torunu; katalogda Metin Kunt'un makalesinde de işaret ettiği gibi bu üç imparatorluğun içinde ateşi ve barutu en iyi kullanan Osmanlıydı. İran Safevilerinin bütün müesseselerinde Bab-ı Ali ile bir rekabeti vardı. Nitekim üç başkentleri olan Tebriz, Kazvin ve İsfahan'da bunu görmek mümkündür. Bab-ı Ali yerine hükümet binasını daha da Türkçe olarak "Ali kapı" diye adlandırdılar. Bab-ı Ali ile rekabet Üç devletin ilişkileri dokumacılık, çini, ticaret, mimari alanında ne gibi ürünler vermiştir? Bunu bu sergide mukayeseli olarak görmemiz mümkün. Türk minyatürü mü, İran minyatürü ve panoramaları mı yoksa Hint'in Rönesansı kıskandıracak portreleri mi? Yoksa Türk İznik çinileri, İran halıları veya maden işçiliğinin Hint, İran örnekleri mi? Ya mimari? Soruların cevabını, okuyan ve gözü görenler zamanla verecek ve yazıya dökecek. Ama her üç dünyanın birbirini etkilediği bir gerçek. Belli ki Osmanlı minyatür sanatı, İran minyatürleri ve burada pek görülmeyen Safevi panoramik tabloları, hele Baburiler dönemi Hindistan'ın resim sanatı apayrı yönlerde gelişiyor. Baburi resmi ve mimarisi Hindistan'a yeni bir hava getirmiş. Katalogda Lale Uluç'un yazısında belirttiği gibi 1402 Ankara Savaşı felaketi faydalı bir sonuç sağladı; Timur'un toparlayıp defter edip Orta Asya'ya götürdüğü sanatçıların geriye oradan çok şeyler öğrenip getirdiğini söylüyor. Doğru fakat tersi de var; gerek Hindistan'da gerek Orta Asya'da "Rumi" lakaplı sayısız ustanın eserlerine rastlanıyor. Belli ki "kubbe" başta olmak üzere bazı unsurlar da buradan oraya gitmiş. İlk Osmanlı eserlerinde de, 18'inci yüzyıl İran'ında da, Baburiler Hindistan'ında da üç camiayı bugüne kadar etraflıca açıklanamayan bir sentezle bulursunuz. Bu gibi sergilerin çok yararlı bir müzecilik faaliyeti olduğuna ve insanların önünde yeni ufuklar açtığına hiç şüphe yok. Sergi dediğin rastgele toplanan malzemenin bitpazarı gibi ortaya dökülmesiyle değil, belirli bir konunun işlenmesiyle olur. İslam sanatının üç başkenti için Dr. Filiz Çağman'ı ve Dr. Nazan Ölçer'in ustaca bir eser ortaya koyduklarını söylemek gerekir. Birbirlerini etkilediler İki bin kişilik salon tıka basa dolu. 25 günlük Almanya ve İsviçre turnesindeki bütün konserler hep böyle geçiyor. Şef John Axelrod mutlu ve Fazıl Say'ın "Haremde 1001 Gece" konçertosunu seslendiren genç virtüöz Patricia Kopatchinskaja kendisini, "dahi" dediği üstadın eserlerine adamış. Böyle yükselen iki kabiliyetin Fazıl'ın eserlerini seslendirmesi onun artık bir üstat olduğunu gösterir. Çünkü müzik dünyasındaki üstatlar her şeyden önce etrafındaki diğer ustaları cezbeden kişilerdir. Birisi soruyor, gerçekten de salonun ortalaması 60 yaş üstünde, üst galerilerde de müzik dünyasının çılgın geleceği, yani öğrenciler yer tutmuş; dakikalarca ayakta alkışlıyorlar. Cebeci Konservatuvarı'nda, cumhuriyetin bu kurumunda yetişen, müzikolog babanın oğlu Fazıl Say, müzik dünyasında çoktan kabul gören ünlü bir virtüöz ve artık kompozitörlerinden. Alkış ve etrafında kendine hayran meslektaşlar, bu ünlü bir solistin ve kompozitörün portresidir. Fazıl Say bizim adamımız, bir yere gidemez 20 Şubat Çarşamba akşamı Luzern Senfoni Orkestrası, İsviçre'nin bu dünyaca ünlü Luzern Konser Salonu'nda Fazıl Say'ın "Haremde 1001 Gecesi"ni çaldı. Şef John Axelrod, solist Patricia Kopatchinskaja, Türk müziğinin ve cazın unsurları klasik müziğin içine çekilmiş. Cazı çok seven ve bilen Fazıl Say, bu akımın başında gelenlerden. Müziksever ve bütün müzisyenlerimizi ağırlamayı görev bilen Zürih Başkonsolosu Mehmet Emre ve eşi, bazı davetliler dışında salonda pek Türk yoktu. Mozart, Haydn ve Ravel ile tamamlanan konserin ardından ikinci bir gece konseri var. Fazıl Say ve Patricia Kopatchinskaja nefis bir 45 dakikalık geç konserde Fazıl'ın sonatını ve başka parçaları seslendiriyorlar. Açık ki Fazıl Say klasik çevrelere ve klasik müziğe cazı sokmuş. Bu ne ilginç bir görünüm; Moldovalı ve Türk iki solist bambaşka çevrelerde bambaşka bir dünyayı büyük bir başarıyla tanıtıyor. Fazıl Say ne bir yere gider ne bir yeri terk eder; o her yerde bizim adamımız, Mir Dengir Mehmet Fırat bey bunu bilsin. Klasik müziğe cazı soktu