Kültür Sanat 50 yıldır ‘asude bahar ülkesi’nde... Yahya Kemal

50 yıldır ‘asude bahar ülkesi’nde... Yahya Kemal

24.04.2008 - 01:18 | Son Güncellenme:

Türk edebiyatının en köklü isimleri arasında yer alır Yahya Kemal. Şiirinin yeri ve yankıları sorgulansa da ne dil ustalığı ne de saf şiir anlayışı tartışılabilir bugün. Ölümünün 50. yılı nedeniyle Kültür ve Turizm Bakanlığı 2008’i Yahya Kemal’i Anma Yılı ilan etti. Yıl boyunca çeşitli etkinliklerle anılacak olan Yahya Kemal, bu vesileyle Milliyet Kitap’ın kapağına konuk oldu.

50 yıldır ‘asude bahar ülkesi’nde... Yahya Kemal

Türkçenin en büyük şairleri sayıldığında, sayan hangi kuşaktan olursa olsun mutlaka Yahya Kemal’in adını anacaktır. Ölümünün üzerinden 50 yıl geçmesine rağmen, bugün çoğu dizesi ezberden okunan bir şair olmak kolay değildir elbette.
Yahya Kemal’in ömrü de şiir yolunda işçilik yaparak geçer; evi de ailesi de şiir olur. Türkçe onunla zenginleşir, şiir onunla halka ulaşır. Dizeleri dilden dile dolaşır, en çok ezberlenen şairlerden biri olur. Bunda şiirlerinin bestelenmesinin rolü de vardır kuşkusuz. Üstelik yaşadığı sürece tek bir kitap dahi yayımlamaz. Şiiri sonsuzluğa ulaşmak yolunda bir araç olarak gördüğü de söylenemez zaten; “Bir kitap bırakırsam beni daha beş, on sene ananlar bulunacak” diyecek kadar öngörüsüzdür şöhreti konusunda.
Ölümünün 50. yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı bu büyük şairimize bir selam göndermek istedi ve 2008’i Yahya Kemal’i Anma Yılı ilan etti. Yıl boyunca çeşitli etkinliklerle anılacak olan Yahya Kemal, bu vesileyle Milliyet Kitap’ın kapağına konuk oldu. Böyle ‘ağır’ bir konuğu ağırlamak kolay değildi; sözcüklere bu denli itibar eden bir dil ustasını anlatmak da...

Haberin Devamı

AMCANIN GENLERİ

2 Aralık 1884’te Osmanlı İmparatorluğu’nun Kosova vilayetine bağlı Üsküp’te doğar, Yahya Kemal ismiyle ünlenecek olan Ahmet Agâh. Baba İbrahim 19, anne Nakiye Hanım 16 yaşındadırlar henüz.
Doğum, büyükanne Adile Hanım’ın konağında gerçekleşir. Genç baba, evdeki Kuran’ın bir sayfasına şu notu düşer: “Mahdu- mum Ahmet Agâh’ın dünyaya geldiği tarihtir. 14 Safer-ül-hayr, 20 Teşrin-i sani 1300 Salı günü, saat on bir buçuk raddelerinde”.
Baba tarafı Niş’ten, anne tarafı ise Viranya’dan göç etmiştir Üsküp’e. Anne Nakiye Hanım’ın amcası, Divan şiirinin son temsilcilerinden Leskofçalı Galip Bey’dir. Ola ki büyükamcanın genlerini taşır.
Çocukluğu, kendisinden iki yaş küçük kardeşi Reşat ile birlikte anne tarafına ait çiftliklerin bulunduğu Rakofça’da geçer.
Altı yaşına geldiğinde okul çağı da başlamıştır artık. Yeni mektep adı verilen mahalle okuluna gitmesine karar verilir; ancak daha ilk günden sevmez bu okulu. İki yılın sonuna gelindiğinde tek bir harf dahi öğrenememiştir. Aile, çareyi Yahya Kemal’i bu okuldan alıp Ahmet Eyüp Paşa’nın Mekteb-i Edep’ine göndermekte bulur; ki  ne kadar isabetli bir karar olduğu Yahya Kemal’in bu modern okuma yazma eğitimi veren okulun en başarılı öğrencisi olmasından anlaşılır.
1895’te Üsküp İdadisi’ne yazılır. Bir de kız kardeşi olur bu sırada: Rukiye. İki yıl sonra baba İbrahim Bey artık sıkıldığı Üsküp’ten daha renkli bir kent olan Selanik’e taşınmaya karar verir; ancak pek de ‘neşeli’ bir gidiş olmaz bu.

Haberin Devamı

ANNEM YOK OLMADI!

Anne Nakiye Hanım’a verem tanısı konur bu sırada. Tedavisinin Selanik’te daha iyi yapılacağı düşüncesiyle hızlandırılır taşınma hazırlıkları. Denize bakan bir eve yerleşilir; baba adliye müfettişliğinde işe başlar, Yahya Kemal Selanik İdadisi’ne kaydedilir.
Ancak bu yeni kent ve yeni yaşam sarsar buluğ çağının başındaki Yahya Kemal’i. Selanik’in Avrupai yaşam alışkanlıkları, çocukluğunun geçtiği Üsküp’ün geleneksel- liğinden çok farklıdır.
Selanik günleri pek uzun sürmez aile için, annenin ısrarları üzerine Üsküp’e dönerler. Fakat Nakiye Hanım’ın günleri sayılıdır artık. Hastalığının teşhis edilişinden 5 ay sonra burada kaybeder hayatını. Bu, 13 yaşındaki Yahya Kemal’i derinden sarsar; yaşamı boyunca beraberinde taşır acısını.
Annesinin ölümünü bir türlü kabullenemeyişi, yıllar sonra kaleme aldığı şu satırlarda görülür: “Annemin yok olmasını istemiyorum. Annem yok olmamıştır. O ruh olarak başka bir yerde yaşamaktadır. O vardır. Annem varlığını sürdürüyorsa, demek bir ruhlar dünyası vardır. Görünmez, mane- vi bir dünya...”
Baba İbrahim Bey, Nakiye Hanım’ın ölümünden bir yıl sonra Selanik’teki Mevle- vi tekkesinin şeyhi Eşref Bey’in yeğeni Mihrimah Hanım ile evlenir. Yahya Kemal ve Reşat babalarıyla yaşarlar, annesi öldüğünde henüz üç yaşında olan kız kardeşleri Rukiye anneannelerinin yanına gönderilir.
Aile parçalanmıştır artık, bir daha hiçbir zaman bir aileye sahip olmayacaktır Yahya Kemal. Evin içindeki sıkıntılar nedeniyle yeniden Selanik İdadisi’ne gönderilir.

Haberin Devamı

İLK İLHAM REDİFE’DEN

Haberin Devamı

Edebiyatı meslek olarak seçen pek çok yalnız ve mutsuz çocuk gibi kitapların dünyasına gömülür. Recaizade Mahmut Ekrem, Abdülhak Hamid, Muallim Naci doldurur yaşamındaki boşlukları.
Yıl 1899 olmuştur artık ve şiir Yahya Kemal’in gönül tahtına kurulmuştur çoktan. Gerçi ilk şiiri henüz 12 yaşındayken dökülmüştür dudaklarından. Bir sünnet düğününde görüp vurulduğu Redife vermiştir ona ilhamı.
Sonraları aruz vezniyle denemeler yapmaya başlar. Başında kavak yellerinin estiği o dönemde, en beğendiği şair olan Muallim Naci’nin bir gazelini alıp beşer dizeli kıtalar halinde geliştirir sözgelimi.
Lise yıllarında ‘Esrar’ takma adıyla yazdığı şiirler okul çevresinde epey ün yapar.
1902 yılında, dönemin en itibarlı okullarından Galatasaray Lisesi’ne kaydolmak üzere İstanbul’a gider. Ancak kayıtlar kapanmıştır, annesinin akrabası Abdurrahman Paşazade İbrahim Bey’in Sarıyer’deki köşküne yerleşir ve kaydını Vefa Lisesi’ne yaptırır.
Bu ev, sürekli konuklardan biri olan Hacı Arif Bey vesilesiyle müziği bütün incelikleriyle tanımasını sağlar. Hatta Hacı Arif Bey, şiirlerle haşır neşir olan 18 yaşındaki bu gençten Kalender üzerine bir şarkı sözü yazmasını ister. Genç şair hiç ikiletmez ve şu dizeler çıkar kaleminden:
“Bu hayatın elem ü derdini ta key şekelim / Ah gel bari Kalender’de biraz mey çekelim / Hay ü huy-i feleğin rağmına heyhey çekelim / Ah gel bari Kalender’de biraz mey çekelim.”

Haberin Devamı

AVRUPA’YA KAÇIYORUM!

Vefa Lisesi’ne kaydını yaptırmıştır ama bir yandan da Galatasaray Lisesi’ne kayıtların açılmasını beklemektedir bir umut. Bu günlerin baş aktörü şiirdir elbette. “Rübab-ı Şikeste” sayesinde Tevfik Fikret’i keşfeder. Muallim Naci, Abdülhak Hamid ve Recaizade Ekrem’i ‘eskimiş’ bulur artık; Edebiyat-ı Cedide çok daha fazla hitap eder şiir anlayışına. Malumat ve İrtika dergilerinde bu yeni akımın etkisiyle yazdığı şiirleri yayımlanır.
Bu dönemde İbrahim Bey’in köşkünde karşılaştığı biri yaşamını değiştirecektir: Serezli Şekip Bey. “Şekip Bey’in Paris hakkında anlattıkları beni öylesine büyüledi ki, mektebe kaydolmanın yerini Paris’e firar düşüncesi aldı” diye anlatacaktır ileride dostlarına. Buradaki ‘firar’ sözcüğü, henüz 16’sında bir gencin heyecan arayışından fazla anlamlar taşır 1903 İstanbul’unda.
Dönem II. Abdülhamit’in neredeyse herkesin peşine bir hafiye takıp saraya jurnallettiği bir dönem. Eli kalem tutan, mürekkep yalamış bir kesim Jön Türk hareketini başlatmış, Paris’teki özgürlük havası dilden dile dolaşmakta. Ne işi ne gücü ne okulu ne de bir ailesi bulunan, üstelik edebiyatın aşkına düşmüş bir genç için bu yolculuktan cazip ne olabilir?
İşte Yahya Kemal de fazla düşünmeden atar kendini Messagerie Maritime’in Memphis gemisine. Tek kelime Fransızca bilmeden hem de... Aylardan temmuzdur.
Macera henüz Osmanlı topraklarını terk edemeden başlar. Selanik limanında gizli polisle karşılaşır, gemiden inmesini isteyen polise direnir. Hem de ne direnmek...
“Efendi, ben Avrupa’ya kaçıyorum, orada Sultan Abdülhamit aleyhinde yazı yazacağım. Bu gemiden inmem, indirmek eliniz- deyse indiriniz” cevabını duyan polis, bu sözleri dinlemiş olmaktan dahi korkarak bırakır peşini.

TÜRKİYE’NİN TEŞEKKÜLÜ

Sonunda vardığı Paris’te Türk edebiyat ve fikir adamlarını bulur. Ahmet Rıza, Sami Paşazade Sezai Bey ve Mustafa Fazıl Paşazade Mehmet Ali Bey’in çıkardıkları Şura-ı Ümmet gazetesinde şiirleri yayımlanmaya başlar. Bu şiirlerin konusu vatan ve ihtilaldir.
Bu sırada Meaux Koleji’ne yatılı olarak yazılır. Fransızcayı iyice öğrendikten sonraki durağı ise Ecole Libre de Sciences Politiques’in Dış Siyaset Bölümü olur. Buradaki hocası tarihçi Albert Sorel, Yahya Kemal’in zihninde yeni kapılar açacaktır. Quartier Latin’de bir pansiyona yerleşir ve günlerini Saint Michel kafelerinde geçirmeye başlar.
Paris’te onu etkileyen düşünce gruplarından biri de anarşistler olur. Özellikle devrin ünlü anarşistlerinden Jean Jaures’nin hiçbir konuşmasını kaçırmaz. Ancak en çok etkisinde kaldığı isim, Jaures’nin karşısında yer alan Albert de Mun olur.
Fransız ruhunun nelerden beslendiğini konu edinen Mun’un kendisi için önemini şu sözlerle dile getirir Yahya Kemal:
“Mun, Fransa’nın teşekkülünü anlatırken, ben hayalen Türkiye’yi düşünürdüm. Anadolu halkının maddi ve manevi teşekkülünü nasıl yarattığını, hangi unsurların bu teşekküle karıştığını, Türk vatanının Anadolu’da nasıl mayalandığını... Asıl halledilmesi gerekli meselenin bu sualin cevabında olduğu neticesine vardım. Bu benim tarih ve devlet görüşümün hareket noktası oldu.”
“Gerek tarihte gerekse şiirde zihnimin teşekkülünü bu döneme borçluyum” dediği Paris yılları, ölümünden 50 yıl sonra da etkilerini kaybetmeyen şiirlerinin tohumlarını atar.
Yıllar sonra “Baudelaire’cilik üstümde uzun zaman bir sıtma gibi kaldı” diyeceği şairlerle tanışması da bu döneme rastlar. “Kötülük Çiçekleri” ezberindedir. Ancak bir başka şairin etkisi daha fazladır üzerinde: Jose Maria de Heredia.
Yahya Kemal, Heredia’dan dizeleri üzerinde işçi gibi çalışan titiz bir şair olmayı öğrenir, bir de Yunan ve Latin şairlerin değerini. “Türkçenin Eski Yunan sanatı gibi yalın, özentisiz, sade güzelliğini” öne çıkarma amacı Heredia ile birlikte düşer aklına.
Mina Urgan, “Usta olmasına usta, ama büyük şair değil” dediği Yahya Kemal’i yerden yere vurduğu “Bir Dinozorun Anıları” adlı kitabında Heredia’nın etkisine dair şu anısını aktarır. Yahya Kemal, Mina Urgan’ın üvey babası Falih Rıfkı Atay’ın dostudur ve sıklıkla evlerine konuk olur. Bir gün yeni yazdığı bir şiiri okumaya başlar sofrada.
Henüz 12 yaşında olan Mina Urgan atılır hemen ve “Ama siz bunu Jose Maria de Heredia’dan almışsınız” der, “Ancak ilaheleri mermerden yapacağınıza tunçtan yapmışsınız, kahramanları da tunçtan yapaca- ğınıza mermerden yapmışsınız.” Yahya Kemal’in ne cevap verdiğini aktarmamış ne yazık ki...
Fransız şiirini tanımaya başladıkça dönemin Türk şiirindeki Fransız etkisini fark eder şair. Böylece yeni akım adı altında yazılan şiirlerin özündeki taklidi keşfeder ve yeni bir söylemin arayışına girer.
Bu arayışı ise geçmişe, Divan şiirine dönerek yapar. Özellikle de Nedim dönemi aydınlatır zihnini; “Zamanımıza en yakın ve birçok yönlerden ulusal” tanımlaması yapacaktır bu dönem şiiri için.

DOĞULU RUH, BATILI AKIL

Yahya Kemal’in Paris serüveni, Meşrutiyet’in ilanından dört yıl sonra sona erer. Henüz 16 yaşında, bir bilinmeyen doğru yol almak için terk ettiği ülkesine, 28 yaşında ve şiirde Türk kimliğine ulaşmayı şiar edinmiş olarak döner.
Paris’te girdiği edebiyat çevreleri ve araştırmaları sayesinde çağdaşlarının aksine Batı’nın bir taklitçisi olmaktan kurtulmuş, ruhu Doğulu, aklı Batılı bir şair olarak özgün bir şiirin kapısında duruyordur. O kapıdan içeri girmesi uzun sürmeyecektir elbette. Zaman zaman Mina Urgan’ın yakala- dığı etkilerin görülmesi ise doğal sayılabilir.
O yıllarda İstanbul’un edebiyat yaşamında çeşitli akımlar hüküm sürmektedir. Gazel ve aruz vezni, Batı’ya dönme niyetiyle terk edilmek üzeredir. Başında Ziya Gökalp’in bulunduğu Hececiler, halk ağzı konuşmaları taşır şiirlerine. Yahya Kemal Paris’e doğru yol alırken gündemde ve yenilikçi olan Servet-i Fünun ve onun az da olsa uzantısı Fecri Ati akımları ise çoktan eleştirilere uğramaya başlamıştır.
Servet-i Fünun’un şiire soktuğu Arapça ve Farsça sözcüklerin karşısında yer alan Hececiler, dili yeniden Türkçülük akımına bağlama çabasındadır.  Yahya Kemal ise İstanbul’a döndüğünde bir elinde gazel diğerinde antik Yunan şiirini taşıyordur.
Nev Yunanilik (Yeni Yunancılık) adı verilen bu düşünce akımını takip eder; kendisini destekleyen arkadaşı ise Yakup Kadri olur. Eski Türk edebiyatının İran etkisinde gelişmesine karşılık, ilerlemek için Eski Yunan’a dönmeyi öngörür bu akım. Çağdaş edebiyat yüzünü Avrupa’ya dönmek adı altında yanlızca Fransız edebiyatına odaklanmıştır. Oysa Avrupa düşüncesinin özü Eski Yunan’da yatmaktadır.

GEÇİCİ MESKENLER

Her ne kadar sonraki yıllarda çeşitli ideolojik gruplar tarafından sahiplenilse de Yahya Kemal’in şiirlerinde bir düşünce sisteminin propagandasını yaptığı iddia edilemez. Ne Doğu reddedebilir onun şiirini ne Batı. Ne geleneksel etiketi yaraşır şiirine ne de modernist. Durduğu yeri yine en güzel kendisi anlatmıştır zaten:
“Ne harabi, ne harabatiyim
Kökü mazide olan atiyim.”
Paris dönüşünde yaşamının sonuna kadar sürdüreceği ‘geçici mesken’ alışkanlığı başlar. Önce Paris’ten tanıdığı Şeifk Esat’ın Divanyolu’ndaki evinde, sonra Kıbrıslı’ların Kandilli’deki yalısında, ardından da Yakup Kadri’nin annesiyle birlikte oturduğu Kızıltoprak’taki evinde yaşar.
Bu arada Darüşşafaka’da tarih ve edebiyat dersleri verir. Şiir dünyasında bir adı vardır artık. “Ruhumda, ahlâkımda, zevkimde, dilimde, sanatımda en büyük etkiyi o yapmıştır” dediği Tevfik Fikret ile de dost olur. Her ne kadar Fikret’in şiirinden epeyce uzaklamış olsa da, saygıda kusur etmez bu büyük şaire. Ancak Tevfik Fikret’in İstanbul’a ağır bir sövgü içeren “Sis” adlı şiirine karşılık “Bir devri lânetiyle boğan şairin Sis’i” dizesini içeren “Siste Söyleniş” şiirini yazmadan da edemez.

ATATÜRK İLE DOSTLUK

1914’e gelindiğinde Yahya Kemal’e göre imparatorluk çok yanlış bir karar verir ve I. Dünya Savaşı’na girer. Savaşın ardından gelen malum gelişmeleri yakından takip eden Yahya Kemal’in Kurtuluş Savaşı’nı ve Mustafa Kemal Atatürk’ü destekleyen yazıları art arda yayımlanır. Anafartalar Zaferi’nden beri bağlı olduğu Mustafa Kemal Paşa ile, I. Dünya Savaşı sürerken Büyükada’da tanışmışlardır.
Edebiyatın baş köşede olduğu bu dostluk ilerler, cumhuriyetin kuruluşunun ardından da devam eder. Artık Çankaya sofralarında yerini alan, Atatürk’e kendi şiirlerinin yanı sıra Fransız şairlerin eserlerini okuyan bir dost olur Yahya Kemal. Hatta Çankaya’daki kitaplığa pek çok eser onun önerileriyle alınır.
Atatürk’ün, fikirlerine güvendiği Yahya Kemal, Lozan barış görüşmelerine danışman olarak katılır. Cumhuriyetin ilk yılında ise Urfa milletvekili olarak yerini alır Meclis’te. Üç yıl sonra da elçilik göreviyle Varşova’ya gönderilir. İstanbul hasreti o yıllarda girer şiirlerine, “Zihnim bu şehirden, bu devirden çok uzakta / Tanburi Cemil Bey çalıyor eski plakta” dizelerini bu şehirde kaleme alır.
Varşova’nın ardından orta elçilik göre- viyle gittiği Madrid ise “Endülüs’te Raks” şiirine kaynak olur. 1932 yılında birden bire Madrid’den ayrılır ve Paris’e gider. Kimilerine göre daha iyi bir görevi hak ettiğini düşünüyordur kimilerine göre ise gezip eğlenmeye düşükünlüğü nedeniyle dışişleri ile arası açılmıştır. Her iki durumda da sonuç değişmez: Adres dahi bırakmadan ayrılmış bir elçiyi bakanlık istifa etmiş sayar.
Bir yıl kaldığı Paris’ten İstanbul’a dönüşünde yeniden Meclis’e girer, bu kez Yozgat milletvekili olarak. Bu görevi, Tekirdağ ve İstanbul milletvekillikleri izler. Ancak hiçbir gün etkin olmaz siyaset sahnesinde.

EVLİ KADINLARLA AŞK

Biraz geriye gidip, şairin 30’lu yaşlarına dönersek... Artık mesleği olan, şiir çevrelerinde de itibar edinmiş bir isimdir. Tam da bu sıralarda aşk kapısını çalar. Ne var ki evli bir kadındır gönlünü çelen: Ressam Celile Hanım; Türk şiirinin bir başka büyük isminin, Nazım Hikmet’in  annesi... Celile Hanım aşkı için kocasını terk etmeyi göze alır, ancak Yahya Kemal ‘aile kuracak maddi ve manevi durumda olamadığı’ gerekçesiyle özür diler aşkından.
Yaşadığı ikinci aşk da -tesadüf müdür bilinmez- evli bir kadınla olur. Diplomat Şevket Fuat Bey’in karısı Melek Celal Sofu. Belki de kendinde aile kurma cesareti bulamadığından seçiyordu evli kadınları, kim bilir.
Melek Hanım’dan sonra yaşamına pek kadın girmez. Yaşamının sonuna doğru bu kararından duyduğu pişmanlığı itiraf eder dostlarına, yalnızlığı bir zuldür artık.
1921 yılında, aralarında Ahmet Hamdi Tanpınar’ın da bulunduğu öğrencileriyle birlikte Dergah dergisini çıkarır. Döneminin en iyi edebiyat dergisi olan Dergah’ın işgal İstanbul’unda yüklendiği bir diğer misyon da Milli Mücadele’yi desteklemektir. 
Yeni yetişen şairlerden desteğini esirgemez Yahya Kemal, onlar için bir yol gösterici, bir önder olur. Şiirin ne olduğunu anlatmakla kalmaz, kendi şiiriyle de örnekler bunu. Bu anlamda tutarlı bir öğretmendir. Fikri ile zikri buluşur.
Ancak bu buluşma biraz meşakkatli, çokça da bekleyişli gerçekleşir daima. Zira şairin doğru sözcük için günlerce, hatta haftalarca uğraşması ün salmıştır. Bu titizliği o raddelere varır ki, bir şiiri tamamlaması birkaç yıl bile sürer. Bu nedenle olsa gerek, sağlığında kitaplaşmaz eserleri. Ancak 1959 yılında Nihad Sami Banarlı önderliğinde kurulan Yahya Kemal Enstitüsü tarafından kitaplaştırılır şiir ve yazıları.
“Türk Edebiyatında Yahya Kemal” adlı kitabın yazarı, şairin dostu Cahit Tanyol; Yahya Kemal’in bu titizliğinin eskilerin inandığı ilham kavramını rotadan kaldırdığını söyler, ona göre şiire “İlham yerine sezgiyi, işçiliği, duygu bütünlüğünü” getirmiştir.

DOĞRU SÖZCÜK PEŞİNDE

Mallarme’nin “Şiir sözcüklerle yazılır” cümlesini sık sık yinelemesi de Yahya Kemal’in çalışma yöntemini ele verir. Doğru sözcüğü bulmak aylar sürse de madenden elmas çıkarır gibi uğraşmak gerekir. Dizeler daima kafasında yoğrulur. Yürürken, sohbet ederken, ders verirken zihninde şiire ait olan mekanizma doğru sözcüğü arar durmadan.
15 yılda tamamladığı “Açık Deniz” şiiri üzerine söylediği sözlerle yavaş yazmasının nedenini açıklar:
“Şiir duygusunu dil biçimine getirinceye kadar yoğurmak, onu çok toplu bir madde haline sokmak, o kadar ki, mısra sanki duygunun ta kendisiymiş gibi okura içten bir duygu vermek. İşte bunu özlüyordum.”
Beyitten mısraya geçişin de temsilcilerindendir aynı zamanda; “Mısra haysiyetimdir” sözüyle anlatır şiir anlayışını.
“Şiir duygusunu dil biçimine getirmek”... Duygunun dil haline gelmesi... Yahya Kemal’in sırrı burada olsa gerek; dili duygudan ayrı tutmaması, dil uğruna duyguyu, duygu uğruna dili feda etmemesinde.  Oyuncaklı anlatım derdiyle samimiyetten ödün vermemesinde; şiir namusuna halel getirmemesinde.
Özellikle de hamasi bir söylem tutturup bağımsızlığını yeni kazanmış bir milletin zaaflarını edebiyata alet etmemesinde.  Oysa ‘vatan’ kavramı sıklıkla yer alır Yahya Kemal şiirinde. Yaşadığı dönemde rahatlıkla propagandaya dönüşebilecek bu konuda edebiyatı güncele kurban etmemeyi başarır şair.
Dillere pelesenk olmuş “Akıncılar” gibi şiirlerinde bile okura yansıyan vatanperverlikten önce edebiyat ve dil lezzetidir.

MEKTEPTEN MEMLEKETE

Yahya Kemal’in vatan algısı da tıpkı şiir algısı gibi Avrupa’da şekillenmiştir. Paris’te geçirdiği yıllarda özümsediği fikirlerin, içinde yaşadığı topraklara uyarlanması gerektiği düşüncesiyle bir makale kaleme alır Kültür Haftası dergisinde. 1956 yılının Ocak ayıdır. Konu “Mektepten Memlekete”dir; yani Avrupa kültürünün mektebinde öğrenilenlerin memlekete uyarlanması.
Büyük yankı uyandıran makalede, “A- maç bizim ulusallığımızdır” der: “Onun Avrupa uygarlığı içinde, tıpkı öteki uygarlıklar gibi bir kimlik oluşudur. İşte bu gereksinmeyi duyan Türkler’in mektepten memlekete gelmeleri ve memleketi Türk edebiyatının çerçevesi haline getirmeleri gerekir.”
1940’larda yeni Türk şiiri ilerlerken kendisi bu yeni şiire uzak durur, hatta güçsüz bulduğu genç şairleri suçlar. Onu devamlı eleştirdiklerini ancak ortada kendisinkinden iyi şiir olmadığını söyler.

GENÇ ŞAİRLERİN FİKRİ

Onu eleştiren bu gençlerden biri de edebiyat yaşamına Dergah dergisinde adım atan Nurullah Ataç’tır. Ataç’a göre Türk edebiyatında Batı sanatını ilk kez gereğince kavramış ve taklitten öteye geçip Batılı bir Türk şiiri kurmuştur Yahya Kemal. Konuşulan dile en başarılı şiiri yazmış, biçim kaygısını geri getirmiştir. Ancak bunu yaparken şiirin ufkunu genişletememiş, yalnızca bulduğu malzemeyi işleyip inceltmiştir. Bu nedenle de bir başlangıç değil, sondur Ataç’a göre.
Genç şairlerden gelen sert eleştiriler, Kaynak dergisinin 1950 yılında düzenlediği soruşturmayla devam eder.
İlhan Berk, “Yahya Kemal bugünün şairi olmadığına göre, Türk devriminin şairi hiç olamaz. (...) Yahya Kemal’i bugün için savunmak, Osmanlı İmparatorluğu’na özenmek, onun dirilişine yardım etmektir” diye yazar. Salah Birsel daha serttir: “Bence Yahya Kemal, Haşim’le kapanan Divan şiirinin kapısını haksız yere kurcalayan bir şairdir.”
Attila İlhan ise şairin dünya görüşüne yöneltir eleştirisini: “Neresi devrim şairi? Bunca yıllık yaşamını bir meraklı çıkıp kurcalasın ve bana pir aşkına devrimci tek hareket, devrimci tek dize göstersin. (...) Onun yalnız kökü değil, ayağı da, başı da her şeyi de geçmiştedir. Oysa Yeni Türk şiiri ayaklarını yere basmıştır. Ve sanat geleceğe yürüyen halkların emrindedir.”

ŞİİR İŞÇİSİ

Yeni edebiyat çevrelerinin bu tepkileri üzer Yahya Kemal’i. Bu nedenledir ki 65. yaşı için Edebiyat Fakültesi’nde yapılan kutlama onu hem şaşırtır hem de çok duygulandırır. “Türk şiirinin bir köşesinde 40 yıl bir kuruntuya kapılarak çalışmış bir işçi” tanımlamasını kullanacak kadar edebiyata vakfetmiştir kendini.
Ailesi dizeler olur ömrü boyunca, şiirleridir akrabaları. Onların dışında yalnızca dostları vardır. Yaşamı boyunca ne evi olur ne de kitabı. Ne kendine ne de şiirlerine mesken edinir. Belki hep bir arayış içinde olmasından, ‘bulmayı’ bir son kabul etmesindendir. İlişkilerinin sonunu getiremez, şiirlerinin sonu ise yıllarca bekler bazen.
Çeşitli dostlarının evleri ve elçilik rezidanslarından sonra yaşamı Park Otel’de geçer. 1936’dan 1958’de ölümüne kadar burada, 162 numaralı odada konaklar. Bir otelde yaşamak, yalnızlığına derman olur belki de. Yaşamı boyu taşıdığı kalabalıklar içindeki yalnızlığa en uygun mekanlardır otel odaları.
Oysa iki kardeşi vardır büyük şairin. Ancak ne kardeşi Reşat ile ne de henüz hayattayken babasıyla yakınlık kurar. Arayıp sormaz ailesini. Son anına kadar birlikte olduğu arkadaşları Adnan Adıvar, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mustafa İnan, İhsan Kongar, Cahit Tanyol, Münir Nurettin Selçuk, Behçet Kemal Çağlar ile paylaşır günlerini.

ASUDE BAHAR ÜLKESİ

1958’e gelindiğinde ciddi sağlık sorunları başgösterir. Sebebi bulunamayan bağırsak kanamaları nedeniyle hastaneye yatar. Uzun süre tedavi görse de iyileşemez ve 1 Kasım 1958 günü Cerrahpaşa Hastanesi’nde veda eder yaşama. Cenazesi 3 Kasım’da Fatih Camii’nden kalkar. Rumelihisarı’ndaki mezarında, “Rindlerin Ölümü”nden dizeler karşılar ziyaretçileri:
“Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde; / Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter. / Ve serin serviler altında kalan kabrinde / Her seher bir gül açar; her gece bir bülbül öter.”

EDEBİYATÇILAR YAHYA KEMAL’İ ANLATTI

Talât S. Halman  “ŞİİRİ TAC MAHAL’İN KARŞILIĞI”

Edebiyat tarihçiliğimizin hatalı ve sıkıntılı yaklaşımlarından biri çok yönlü yazarlarımızı tek terimle tanımlamaya çalışmak olmuştur. Yahya Kemal’i yalnızca ‘son Divan şairi’, ‘neo-klasik şair’ gibi göstermek bu tür sınırlamalar arasındadır. Yahya Kemal, modern şiirimizin bazı ileri aşamalarını içeren yenilik- lerin yaratıcısı olmuştur.
Beyatlı’nın atılımı, ‘ideal şiir’i yaratma çabası olarak tanımlanabilir. Eserleri, bu estetik yöntem açısından incelenmeyi beklemektedir.
Yahya Kemal, gerek nazım zevki gerek tarih ve tabiat anlayışıyla bir simetri şairiydi. Asude bir varlık düzeninde, tenasüp, intizam, ahenk ve tenazur mükemmelliği ülküsüne bağlı kalmıştı. His ve heyecanları hep denge içindeydi. Türler arasında benzerlikler aramak her zaman doğru olmayabilir ama, ben inanı- yorum ki Beyatlı’nın şiir mimarisi Tac Mahal’in şiirdeki bir karşılığıdır.
Beyatlı estetiğinde eda ile seda, iki has ve halis özelliktir. Bunu ‘mimari’ ile ‘musiki’nin karışımı diye tanımlamak yanlış olmaz.
Yeni Türk klasisizminin üstadının estetiğinde ‘h’ ile başlayan birkaç terim ö- nemli rol oynamıştır: his, haz, huzur, hatıra, huşu, hayal, hakikat... Yahya Kemal, Divan şiirinin devamı olarak kalmamış, modern şiirin bazı yeniliklerini kendine özgü bir estetik olarak geliştirmiştir.

Cevat Çapan  “EVRENSEL EDEBİYAT ÖRNEĞİ”

Yahya Kemal, Türk şiirinin büyük geleneği içinde evrensel şiir kültürünü özümsemiş,
Doğu’dan ve Batı’dan öğrendikleriyle anadilinin anlatım zenginliklerinden yararlanarak yeni bir şiir dili yaratmış önemli bir ustadır. Şiirin Doğu ve Batı kaynaklarını tanıdıktan sonra kendi kimliğini bulan ve bunu tutarlı bir biçimde sürdüren bir usta. “Kökü mazide âti” sözü onun için hiç de basit bir övünme değildir. Kendi kişisel yaşantılarını benzersiz bir tarih bilinci ve duyarlıkla dile getirebildiği için  evrensel bir edebiyatın başarılı örneklerini vermiştir. Özellikle “Kendi Gök Kubbemiz”de. Özde yoğun duyguya, biçimde bütünlüğe önem veren şiir anlayışıyla sanatının geçmişle gelecek arasında sağlam bir köprü kurduğunu görmezden gelemeyeceğimiz büyük bir öncüdür Yahya Kemal.

Konur Ertop  “ŞİİRİ BUGÜNÜN OKURUNA UZAK”

Yahya Kemal’in şiiri geçmişin ustalıklı bir yapıtıdır. Bugün yaşadığını kabul etmek ise güçtür.
Yahya Kemal’in şiirleri yarım yüzyıl önce bir büyük gazetede yayımlanıyordu. Sıradan insanlar bunları kesip cüzdanlarında taşıyordu. Bugün bu ilginin sürdüğü söylenemez. Onun şiiri yazıldığı günde önemliydi.
Geçmişle hesaplaşarak onun yerine yeniyi, ileriye açık olanı koymuş değildir. Kendisinden sonraki şiiri beslememiş, yeni duyarlıklara seslenememiştir.
Örneğin İlhan Berk Ahmet Haşim’den, Edip Cansever Ahmet Muhip’ten etkilendiklerini anlatırlar. Yahya Kemal, gelenekten yola çıkıp kendi yapıtını oluşturmuştur.
Ancak bugün elbette onu yeniden keşfeden, yorumlayan, şiirini onun üstüne kuran yeni bir ozan gelebilir. Ne var ki o şiir, okura da yaşayan şiire de uzaktır.

Beşir Ayvazoğlu  “HÂLÂ GÜNCEL HÂLÂ ÖNEMLİ”

Ölümünün üzerinden elli yıl geçmiş olmasına rağmen, Yahya Kemal isminin hâlâ çeşitli vesilelerle sık sık zikredilmesi, gazete ve dergilerde hemen her gün onunla ilgili atıflara, dedikodulara rastlanması, kitap çapında çalışmaların çoğalması ve bir yıl boyunca anılacak olması, gerçekten önemli bir hadisedir.
Bugün Yahya Kemal’i tartışıyorsak, onun iki yüz yıldır yaşadığımız kimlik krizi hakkında doğru sorular sormuş, daha da önemlisi, bu sorulara doğru cevaplar vererek kritik bir dönemde önemli bir misyonu üstlenmiş olmasındandır.
Bana sorarsanız, Yahya Kemal ve onun düşüncesini zenginleştirip çeşitlendirerek devam ettiren Ahmet Hamdi Tanpınar hayatî bir ilkenin altını çizdiler: Kültürün varlık şartı sürekliliktir. Biri bunu ‘imtidad’, diğeri ‘devamlılık’ kavramı ve ‘devam ederek değişmek, değişerek devam etmek’ ilkesiyle ifade etmeye çalıştı.
Bugün geçmişimizi sırtımızda ağır bir yük olarak geleceğe taşımak için çabalayıp duruyoruz. Hâlbuki yapılması gereken, onu bir itici güç haline getirmektir. Yahya Kemal hâlâ bunun için çok önemli. Şiiri ve düşüncesiyle, içinden geldiğimiz, derinlerde çalışarak yüz çizgilerimizi belirlemeye devam eden, zorla koparıldığımız kültüre yeniden ulaşabileceğimiz kanallar açtığı için hâlâ ‘güncel’dir ve hâlâ konuşulmakta, tartışılmaktadır. 

Tahir Abacı YAHYA KEMAL ŞİİRİ VE MÜZİK

Yahya Kemal, ‘vatan’ı ‘mektep’te öğrendiğini söyler. ‘Mektep’ Paris ve Fransa’dır. Orada ‘millet’ kavramının teorisini yapan düşünürlerden eğitim almış, o bilinçle Divan şiirini incelemeye başlamış, bu arada erken dönemini bitirip yeni bir döneme geçmekte olan modern şiiri tanımış, ama ‘gecikmiş klasik’ dediği Parnasçı şairlere daha çok yakınlık duymuştur.
Parnas akımı, sanatı, özellikle de görsel sanatları kutsayan bir akım. Yahya Kemal, Avrupa sonrası gözüne hayli geri görünen İstanbul’da yapamayacağı düşüncesine kapıldığı bir sırada, Tanburi Cemil Bey ve diğer müzisyenleri dinlediğini, ‘vatan’a bu ‘altın kapı’dan geçerek döndüğünü hissettiğini yazar.
Böylece Divan şiirinden sonra ikinci bir temsil öğesi olarak müziği benimser. Buna İstanbul mimarisi ve biraz geriden hat sanatı da eklenince, Türklerin Anadolu’ya girişiyle kurulmaya başladığını, İstanbul’un el değiştirmesiyle ivme kazandığını varsaydığı uygarlığı dört ayak üstüne oturtmuş olur.
“Yahya Kemal ve Ahmet Hamdi Tanpınar’da Müzik” adlı kitabımda örneklediğim üzere, onun sanatsal öğelere verdiği bu temsil değeri, Parnas akımından etkilenmiş olmasının getirdiği  bir ‘ikâme’dir aynı zamanda. Osmanlı’da görsel sanatlar yeterince gelişmediği için, yerine şiir, mimari ve özellikle de müziği ikâme etmiştir.    
“Çok insan anlıyamaz eski musikimizden / Ve ondan anlamıyan bir şey anlamaz bizden” dizelerini söylediği zaman, sadece Itri’nin, Hâfız Post’un, Dede Efendi’nin müziğinden etkilenmiş biri olarak değil, ‘kendi gökkubbemiz’in dayanaklarından birinden söz eder gibi konuşmaktadır.
Bir başka şiirinde Itri’nin ‘neva-kâr’ını Osmanlı ordularının seferlerinin ve bu yolla kurulan uygarlığın fon müziği, hatta ufku, ışığı gibi sunar.
Tanpınar, günlüğünde “Yahya Kemal’in şark musiki zevki ve muhabbeti zannetmem ki benimki gibi olsun” derken bir bakıma haklıdır. Çünkü Yahya Kemal’de müzik uygarlık temsilini ve ‘bezm-i mey’ kutsamasını aşarak somut hayata bir türlü intikal edemez. Bu intikali de Tanpınar romanlarıyla yapmıştır. Her ikisi de, müziğe verdikleri önem ve değer açı- sından benzersizdirler. 

 ŞİİRLERİ

AKINCI
Bin atlı, akınlarda çocuklar gibi şendik;
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!

Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı: İlerle!
Bir yaz günü geçtik Tuna’dan kaafilelerle...

Şimşek gibi bir semte atıldık yedi koldan,
Şimşek gibi Türk atlarının geçtiği yoldan.

Bir gün yine dolu dizgin boşanan atlarımızla
Yerden yedi kat arşa kanatlandık o hızla...

Cennette bu gün gülleri açmış görürüz de
Hâlâ o kızıl hâtıra titrer gözümüzde!

Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik,
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!

BİR BAŞKA TEPEDEN
Sana dün bir tepeden baktım azîz İstanbul!
Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer.
Ömrüm oldukça, gönül tahtıma keyfince kurul!
Sâde bir semtini sevmek bile bir ömre değer.

Nice revnaklı şehirler görünür dünyâda,
Lâkin efsunlu güzellikleri sensin yaratan.
Yaşamıştır derim, en hoş ve uzun rü’yâda
Sende çok yıl yaşayan, sende ölen, sende yatan.

SESSİZ GEMİ
Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhûle giden bir gemi kalkar bu limandan.
Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;
Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol.
Rıhtımda kalanlar bu seyâhatten elemli,
Günlerce siyâh ufka bakar gözleri nemli.
Bîçâre gönüller! Ne giden son gemidir bu!
Hicranlı hayâtın ne de son mâtemidir bu!
Dünyâda sevilmiş ve seven nâfile bekler;
Bilmez ki giden sevgililer dönmiyecekler.
Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden,
Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden.

YAHYA KEMAL YILI ETKİNLİKLERİ

2008’in Yahya Kemal’i Anma Yılı ilan etmesi nedeniyle çeşitli etkinlikler düzenleniyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı, Yahya Kemal Enstitüsü işbirliğiyle, eylül ayında yayımlanması planlanan bir anma kitabı hazırlıyor şair için. Anma yılı çerçevesinde şairin bestelenmiş şiirleri de CD formatında yayınlanacak, şiirlerinden yeni besteler yaptırılacak. Şairin yaşadığı mekânlara plaket konulması da planlanıyor.
Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Merkezi ise 2008 Dünya Şiir Günü’nü Yahya Kemal’e ayırdı. 21 Mart saat 21.00’de Bilkent Üniversitesi Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesi Konser Salonu’nda yapılacak etkinlikte Prof. Dr. İskender Pala “Yahya Kemal Şiiri ve Aşk”, Dr. Yılmaz Karakoyunlu “Yahya Kemal’de Şiir ve Şarkı” başlıklı konuşmalar yapacak; Yıldız Kenter ve Hilmi Yavuz Yahya Kemal şiirlerini seslendirecekler. Kültür ve Turizm Bakanlığı Klasik Türk Musikisi Korosu ise şairin bestelenen şiirlerini sunacak.
Hacettepe Üniversitesi de 25 Mart saat 13.30’da yapacağı Ölümünün 50. Yılında Yahya Kemal toplantısıyla katılıyor bu yıla. Toplantının konukları yazar Mustafa Şerif Onaran ve tiyatrocu Rüştü Asyalı.