Minibüslerde müzik çalma sorunu, şoför ve müşterilerin diyalog kurmasıyla çözülebilir
Minibüs ve dolmuşlarda müşteriler hangi müziğin çalınması üzerinde bir uzlaşmaya varamıyor. Müziğin değiştirilmesinden, sesinin kısılmasına kadar şikayetler geliyor. Bunun üzerine kısıtlama ve yasak getirecek düzenlemeler öneriliyor. Arabesk ve pop kültürü konusunu Mimar Sinan Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ali Akay yorumluyor.
Türkiye'de
son günlerde gündeme gelen ve günlük yaşamımızda çokça konu olan minibüs ve taksilerde müzik dinleme yasağının ardında, sosyolojik olduğu kadar, yakın tarihimizi de ilgilendiren bir süreç yatmaktadır: O da popüler kültür ve yüksek kültür arasındaki ayrımın silinmeye yüz tutması; toplumlarımızın poplaşmaya başlaması ve hatta haberlerin poplaşması; siyasi olanın pop kültürü ile algılanır olmaya başlaması; propaganda müziklerinin pop şarkıcılarının besteleriyle doldurulması ve pop müziği sayesinde siyasi partilerin kendilerine seçmen kazandırma çabası...
Tüm bu süreç günümüzde siyasi otoritenin kaybettiği "demokratik meşruiyetin" başka yasal kanallarla kazandırılmaya çalışılmasının verileridir.
Bu süreci özetlemeye kalkarsak, karşımıza şu tip olgular çıkacaktır: Kentleşmeyle birlikte, "her mahallede bir milyoner" yaratmaya çalışan siyasi otorite, "zenginlik" üzerine söylemini kurduğunda, karşımıza çıkacak olan ilk olgu, "doğu ve batı müziğinin bir zenginleşmesi" olarak Orhan Gencebay figürüyle özdeşleşen, onun kentlerdeki "sefillere ve bahtsızlara" seslendiği müziğidir.
Bu müzik ilk nesil kent kültürünü dikti karşımıza: Göç ile beraberinde kendi kültürünü de getiren ve bu kültürü kent kültürü ile karıştıran yeni bir "ara kültür", arabesk ortaya çıktı. Bu arada olma hali kimi kez sentez olarak adlandırılsa bile, bir ara kültürün oluşmasından başka bir şey değildir.
Bu ara kültür, ikinci nesil ile daha da siyasi bir hareketi ortaya çıkardı: Cumhuriyet'in yüksek kültür meydana getirme çabaları, klasik müziği kabul ettirme çalışmalarının hümanizma söylemi ile birleştirilmesi 1980 darbesiyle yeni bir dönemeç noktasına girdi. Bu arada, yasakların genelleştiğini seyreden Türk insanı arabesk yasağını da tanıdı. Burada, Bülent Ersoy figürü ile 12 Eylül ideolojisi, yasakları hem cinsel hem de kültürel olarak ortaya çıkardı.
Turgut Özal figürünün kapitalizmin küresel boyutlarıyla yeniden gündeme gelen anlayışı, Türk insanına siyaset ile pop - arabesk dünyasının barıştığını göstermekteydi. Popülizm, burada, alt kesimlere ve işçi sınıfına hakları yerine, ekonomik rahatlama imkanları sunulması kültürel yüzüyle ortaya çıktı.
Özal arabesk dünyasını bir popüler sermaye unsuru olarak göstermesini bilen ilk siyasetçimizdi. Bu yaklaşım, daha sonra, çeşitli partilere dağılarak büyüdü. Sol partilere, hatta sağ liberal partilere kadar
seçim kampanyaları bunu kullanmaktan geri kalmadı. İhracata yönelik yeni bir burjuvazi - ki buna "arabesk burjuvazisi" denilebilir - küresel liberalizmin alaturka işleyişini Türk toplumunun kuralı haline getirdi.
1990'lı yıllarda, küresel liberal kapitalizm önümüze sürüldü. Sanat alanında bile alt ve üst kültür arasındaki hiyerarşinin yok olduğu üzerine sergiler yapıldı. Amerika ve Fransa'da ünlü pop sanatçıları dünya sanat piyasalarında rağbet gördü. Benzer bir şekilde, Rai ve Rap müzikleri "göçmen - kent" kültürün en önemli göstergelerinden ve hatta direnme odaklarından biri haline geldi.
Kapitalizm siyasi olarak başlayan bu süreci ticarileştirmesini bildiği içindir ki, bu müzikler plak şirketlerinin çoğalttığı ürünler olarak hayatlarımıza girdi. Özal ekonomisi ile, "özel radyoların ve televizyonların" önce illegal sonra ise legal yollardan yaşamlarımızı denetlemeye başlamasıyla, "pop on" veya "top on"laşma başladı. "In ve out"larla konuşmaya çalıştık. Pop ve arabesk aynı sürecin yolcularıydı zaten.
Her şey poplaştı
Kentli Türk Sanat Müziği, Mısır filmleri ve "fantezi - aranjman" müziği arabeskin yolunu hazırlarken pop kültürünü kullanmışlardı. Yine bu süreci 1990'lı yıllarda izledik. Her şey poplaştı, magazinleşti ve medyatikleşti: Televizyon ve eğlence programlarından haberlere ve hatta "Siyaset Meydanı"na kadar aynı süreci her alanda izledik. Futbol - taraftar müziği, mankenler ve pop müziği aynı yerin ve mekanın "iletkenleri" oldular ve aldıkları enerjiyi bir bakır madeni gibi topluma geçirdiler. Siyasilerin de kullandığı bu pop - siyasetinin, genişleyerek kapitalize olduğunu gördük. Bu süreç sonunda sinemaya da girdi. Bir tür "direnen sanatçılar" ortaya çıktı. Medyatik ve popüler sermaye ile "laflar" edilmeye başlandı: "Onuncu Yıl" marşı bile söylendi.
Popüler kültür geri tepebilir
Bugün bu sürecin yasaklarla denetlenme safhasına gelmiş olabiliriz. Liberalizmin hep bir baskıcı, bir de serbest yüzü olduğu gibi; demokrasilerin de zamanla yer değiştiren bir katı, bir de esnek yüzü vardır. Özel alanın kamu alanıyla karıştığı minibüs ve taksilerde getirilmek istenen yasak, ulus -
devlet sınırlarındaki insanların kültürlerinin tepeden denetlenmesini getirdiğinde, Türkiye'de bu katı yüzün insanlara "antipatik" geleceğini bilen siyasi oluşumlar ve demokrat insanlar var. Popüler kültür bir kere daha "geri tepebilir."
Üstelik de, dolmuş, taksi ve minibüslerde müzik çalma ve dinlemedeki sorunlar, yasaklarla değil, şoför ve müşteriler arasındaki diyalogla çözülebilecek bir süreçtir. Her şeye rağmen, demokrasinin katı değil yumuşak yüzüyle bu süreci çözmeyi denemek daha uygundur. Yirmi - yirmi beş yıllık süreçler bir anda yasalarla aşılamaz. Kültürel siyaset yenilenmeli, sanatçılara yeni imkanlar sunulmalı. "Kültürel hegemonyaya" karşı blok kurma yollarının araştırılması gerekir. Yoksa yeni bir dalga ile sadece "acil ve geçici" çözümlerle, tecrübeler yıkılır gider. Batı'daki kültürel harcamalarla, bizim "medyatik ve popüler sermayemiz" kıyaslandığında; akıntının yatağının, "zorla değil" başka süreçleri devreye sokarak değiştirilebileceğini görebiliriz.