The Others"İnsanlar güvende değilse, devletler tehdit altında"

"İnsanlar güvende değilse, devletler tehdit altında"

26.12.1997 - 00:00 | Son Güncellenme:

"İnsanlar güvende değilse, devletler tehdit altında"

İnsanlar güvende değilse, devletler tehdit altında

B. M. Mülteciler Yüksek Komiserliği, zorunlu göçleri araştırdı

Günümüzde dünyada 35'e yakın iç savaş ve daha fazla sayıda düşük yoğunluklu çatışma sürüyor. Şiddetin işlevi değişti. Siyasi eylem, toplumsal eşkıyalık ve örgütlü suç arasındaki sınırı çizmek güçleşti.

Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği'nin (BMMYK) iki yılda bir yayınladığı raporların sonuncusu, Türkçe de dahil 12 dilde satışa sunuldu. "Dünya Mültecilerinin Durumu: Bir İnsanlık Sorunu, 1997 - 98" başlıklı yeni kitap (Tarih Vakfı Yayınları), dünyadaki mülteciler sorununa ve zorunlu göçlere kapsamlı bir yaklaşım içeriyor ve bir eylem planı sunuyor. BMMYK Dış İlişkiler Sorumlusu Metin Çorabatır raporu tanıtıyor.

Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği'nin (BMMYK) yeni raporuna göre, 1997 yılında BM'in korumasına ihtiyaç duyan 22 milyon mülteci bulunuyor. Bu sayı, 10 yıl öncekinin tam iki katı. Ayrıca 25 milyon kadar insanın da evini zorla terkettiği ancak bunların çok az bir bölümünün uluslararası yardımdan yararlanabildiği tahmin ediliyor.
Bu istatistiklerin ardındaki sebepler oldukça karmaşık. Bir yandan uluslararası bir sınır geçerek, başka ülkelere kaçan mültecilerin sayısı azalırken, kendi ülkeleri içinde evlerini terketmek zorunda kalanların sayısı artıyor. Çünkü bu insanların güvenlikleri çeşitli nedenlerle tehdit ediliyor. Çatışmalardan, insan hakları ihlallerinden, ekonomik koşulların kötüleşmesinden ve benzer nedenlerle göçüyorlar.
BM "Mülteciler" raporuna göre, savaşların değişen niteliği, zorunlu göçün artışında önemli bir rol oynamakta.

Bazı gözlemciler bugün dünyanın yakın geçmişe nazaran daha güvenli bir yer olduğu görüşünde. Çünkü egemen devletler arasındaki çatışmaların sayısı, bir elin parmaklarını geçmiyor. Nükleer tırmanma dönemi kapandı ve Soğuk Savaş döneminin bir özelliği olan bölgesel "nüfuz alanını genişletme" çatışmaları da sona erdi. Buna rağmen kanlı çarpışmalar milyonlarca insanın yaşam ve özgürlüklerine, vatanlarında barış içinde yaşama olanaklarına yönelik doğrudan tehdit oluşturmayı sürdürüyor.
1970'ler ve 1980'lerde Angola ve Mozambik'ten, El Salvador ve Nikaragua'ya ve Kamboçya'ya kadar uzanan çok sayıda ülkede süren silahlı çatışmalar arasında büyük benzerlikler vardı. Bir süperdevletin bir üçüncü dünya devletini desteklemesi durumunda, öteki süperdevlet yerine göre insani yardım veya mültecilere destek görüntüsü altında muhalif bir hareketi destekleyerek iktidarı devirmeye ya da en azından zayıf düşürmeye çalışıyordu. Süperdevletler arasındaki rekabet, azgelirli birçok devletin militarize olmasına ve halk desteğinden yoksun rejimlerin iktidarda kalmasına yol açıyor, ama toplumsal anlaşmazlıkları çözümsüz bırakıyordu.
Soğuk Savaşın sona ermesiyle birlikte bu tür silahlı çatışmaların sayısında genel bir azalma olacağı, yaygın bir beklentiydi. Doğu - Batı arasındaki ideolojik kavganın sona ermesiyle, söz konusu türden savaşların temelindeki mantığın da ortadan kalkacağı düşünülüyordu. Süperdevletlerin azgelişmiş ülkelerdeki rejimlerle ve muhalif gruplara sağladıkları desteğin ortadan kalkmasıyla, pekçok çatışmanın biteceğine, şiddetin azalacağına inanmak için yeterli neden vardı. Ayrıca bazı araştırmacılar, küresel silahsızlanmadan tasarruf edilecek kaynakların, toplumsal ve ekonomik sorunlarını çözmeleri için yoksul ülkelere, "barış payı" şeklinde dağıtılabileceğini umuyordu.
Bu varsayımların, Afganistan ve Angola'da süren çatışmaların işaret ettiği iç etkenlerin rolünü gözardı ettikleri anlaşılıyor. Ayrıca 1980'lerin sonlarına damgasını vuran iyimser bakış açısının, Soğuk Savaş döneminde uluslararası topluluk tarafından ihmal edilmiş olan sorunların doğurabileceği yeni çatışmaları dikkate almadığı da görülmekte.
Bu, son yıllarda patlak veren silahlı çatışmaların, "kabilelerarası nefret" veya "eski düşmanlıklar" gibi kavramlarla açıklanabileceği anlamına gelmiyor. Yakın geçmişin deneyimleri, nefret ve düşmanlığın, eğer koşullar elverişliyse, iktidar kavgası yapan gruplarca kullanılan (hatta yaratılan) birer siyasal malzeme olabileceğini gösteriyor. Süperdevletlerin rekabetini amaçları doğrultusunda kullanamayan hükümetler ve diğer siyasi aktörler, genellikle toplumsal şiddet ve silahlı çatışmayla sonuçlanan "gruplararası nefret ve düşmanlık kartını" oynuyorlar.
Günümüzde dünyada 35'e yakın iç savaş ve çok daha fazla sayıda düşük yoğunluklu çatışma sürüyor. Bu çatışmaların çoğunda savaşan taraflar, sivil halka dehşet saçan taktikler kullanarak uluslararası insani davranış kurallarını açıkça çiğniyorlar. Bu taktikler arasında aleni şiddet, sistematik ırza geçme, rehin alma, aç bırakma ve kuşatma, dini ve tarihi yapıların tahrip edilmesi, sivil hedeflere (özellikle evler, hastaneler ile pazar alanları ve su kaynakları gibi kalabalık alanlara) karşı bomba ve roket saldırıları ile geniş alanları yerleşime kapalı tutmak için kara mayınları kullanılması yer alıyor.
Çatışmaların sürdüğü pekçok ülkede savaşanları beslemek için gerekli kaynakların yokluğu, savaşçıları, haraç toplayarak; yağma, soygunculuk yaparak kendi başlarının çaresine bakmaya itiyor. Böylece başlayan "şiddetin özelleştirilmesi" süreci, silahlı gruplar üzerindeki kontrolün kaybolmasına yol açıyor.
Otoritenin çözülmesiyle savaşçılar, bir siyasal veya ideolojik program etrafından olduğu kadar, varolma içgüdüsü ya da zenginleşme dürtüsüyle de gruplar oluşturup ittifaklar kuruyor. Hafif silahların, kara mayınlarının ve diğer savaş araçlarının her geçen gün daha kolay ve ucuz elde edilebilir hale gelmesiyle bu olaylar yaygınlaşıyor.
Tecrübeler, iç savaşların dış destek kesildiği ya da azaldığında zorunlu olarak sona ermediğini; sivil nüfusun yerinden edilmesiyle ya da yoksullaştırılmasıyla da bitmediğini ortaya koyuyor.
Savaşın uzun yıllardan beri sürdüğü Angola, Afganistan ve Sudan gibi örnekler, dış desteğin yokluğunda, hükümetlerin, silahlı muhaliflerin ve yerel çetelerin, faaliyetlerini sürdürmek ve genişletmek için "savaş ekonomileri" yaratabildiklerini gösteriyor.
Afganistan'da haşhaş üretimi son on yılda önceki dönemlere göre iki kat arttı ve ülkedeki savaşın önemli bir finans kaynağı oldu. Angola, Kamboçya, Liberya, Myanmar ve Sierra Leone gibi ülkelerde silahlı gruplar, kauçuk ve değerli taşlar gibi doğal kaynaklardan yararlanarak ayakta kalabildiler ve hatta zenginleştiler.
Bu durumlarda şiddetin işlevi de değişti. Söz konusu çatışmaların tarafları mücadelelerini toplumsal, siyasal veya ideolojik temellere dayanarak meşru göstermeyi sürdürürken; gerçekte faaliyetlerini yasadışı servet birikimi amacına yöneltiyor. Dünyanın pekçok yerinde siyasi eylem, toplumsal eşkıyalık ve örgütlü suç arasındaki sınırı çizmek oldukça güçleşti.
Bu tür "savaş ekonomileri"ni ayakta tutan kaynak akışları, küreselleşme süreciyle hız kazandı. Örneğin bazı çokuluslu şirketler Liberya'daki değerli doğal kaynaklara ulaşmak için bu ülkedeki silahlı gruplarla işbirliği yaptılar. Silahlı gruplar da, sağladıkları dövizle, yeni silahlar aldılar.
Küreselleşme sürecinin etkisi, Ermenistan, Azerbaycan, Sri Lanka, Türkiye ve eski Yugoslavya gibi ülkelerde yürütülen eylemlerde de gözlenebiliyor. Söz konusu ülkelerdeki çatışmaların büyük ölçüde Avrupa, Kuzey Amerika ve diğer bölgelerdeki göçmen gruplarınca desteklendiğini gösteren yeterli kanıt var.
BMMYK'nin son raporu, savaş ekonomilerinin, "başarısız devlet" olgusunun hem nedeni, hem de sonucu olduğunu gösteriyor. Savaş ekonomileri bir yandan devletin vatandaşlarını korumak ve sınırları içindeki ekonomik faaliyetleri düzenlemekteki yetersizliğinden (ya da isteksizliğinden) kaynaklanıyor. Öte yandan, bu koşulların silahlı gruplar, çeteler ve yozlaşmış bazı kamu görevlileri tarafından istismarı, devleti gelirlerinden ve meşruiyetinden yoksun bırakmakta.
Bu koşullar, siyasal istikrarsızlık, toplumsal şiddet ve zorunlu göç hareketleri için verimli ortam yaratıyor. Aynı koşullar yerinden edilen insanların geriye dönmelerinin, toplumla tekrar bütünleşmelerinin ve çatışma sonrası yeniden yapılanmanın önünde de önemli engel oluşturuyor.

Devletler arası savaşların azalmasına rağmen, çatışmaların değişen niteliği, gittikçe daha çok insanı evini, yurdunu terke zorluyor. Hükümetler, sığınma talebinde bulunanları tehdit kabul edip, kapıları yüzlerine kapatıyor.

BMMYK'nın raporuna göre, ortak önlemler alınmazsa, evlerini terketmek zorunda bırakılan insanların sayısı artmaya devam edecek, ancak çok az sayıda insan güvenle iltica etme olanağına sahip olabilecek.
Mülteciler için hayat hiç bu kadar zor olmadı. Ülkeler arasındaki savaşların sayısında azalma olmasına rağmen, savaşların ve toplumlararası çatışmaların değişen niteliği, gittikçe daha çok insanı evini, yurdunu terke zorluyor. Her ne kadar 1990 yılından beri 10 milyon mülteci evlerine dönmüşse de, zorunlu göçmenlerin sayısı giderek artıyor. Bu insanların artan bir bölümü için kaçacak yer bulmak gittikçe zorlaşıyor.
Çatışmalarda siviller şimdiye kadar görülmemiş oranda hedef alınıyor. Bazı çatışmalarda, toplumun büyük bölümünü yerinden sürmek amaç alınıyor. Bazı bölgelerde ise mülteciler, saldırıya uğramaktan kaçmak için bir ülkeden diğerine sürükleniyor. Sığındıkları ülkede güvenlikleri, daha da büyük tehdit altına giriyor. Zira, mülteci kamplarına yönelik daha çok saldırı oluyor; kadınlar tecavüze uğruyor; erkekler ve çocuklar zorla silah altına alınıyor.
Bu arada, gerek yoksul gerek zengin ülkeler, mülteci kabul etmeme yönünde ortak politikalar izliyor. Hükümetler, sığınma talebinde bulunanları, siyasal, sosyal ve ekonomik tehdit kabul edip, kapıları yüzlerine kapatıyor. BMMYK'nin son raporuna göre, geçen on yıl içinde, Batı Avrupa, Kuzey Amerika ve Avustralya'dan sığınma talebinde bulunan 5 milyon kişi, caydırmaya yönelik önlemlerle karşılaştı.

Rapor, zorunlu yerinden edilmenin önüne geçilebilmesi için bir "eylem planı" öneriyor. Planda, yoksulluğun ortadan kaldırılması, insan hakları ve demokrasinin yerleştirilmesi, savaş nedeniyle yıpranmış toplumlarda barışı sağlayıcı eylemlerin güçlendirilmesi ve milyonlarca insanı evlerinden ayrılmaya zorlayanların bunun hesabını vermesi gibi unsurlar yer alıyor.
Zorunlu göç, politik istikrarsızlığın yalnızca sonucu olmayıp, buna yol da açabiliyor. BM Mülteciler Yüksek Komiseri Bayan Sadako Ogata'ya göre, "21. yüzyılın gündemi, insanların güvenliğini sağlamak olacak". İnsanlar kendilerini evlerinde güvende hissetmedikçe, devletlerin güvenliği de tehdit altında olmaya devam edecek.


EN ÇOK OKUNANLAR

KEŞFETYENİ

İlgili Haberler