The Others Komünizmin yerine `Yeşil tehlike' mi?

Komünizmin yerine `Yeşil tehlike' mi?

19.04.1997 - 00:00 | Son Güncellenme:

Komünizmin yerine `Yeşil tehlike' mi?

Komünizmin yerine `Yeşil tehlike mi

Batılılar gerçekte İran ya da Afgan usulü militan köktendinci hareketi, tüm İslam dünyası ile özdeşleştiriyor, onu Batı medeniyetinin temellerini hedef alan ciddi bir tehdit olarak görüyor.

Düşüncelerimizi açık kalplilikle paylaşmamız telkin edilmişti tartışmanın başında. Dobra dobra ve dolamaçsız görüşleri ile dikkat çeken Hollandalı Hans, "İslam, şeytani bir güçtür" diye bir girizgah yapınca herkes buz gibi suyla duş yapmış gibi oldu. Tartışmanın kızışması için çok keskin bir başlangıçtı. Tıpkı Avrupalı Hıristiyan Demokratların, Türkiye'nin, Avrupa Birliği'ne farklı kültürden olduğu için giremeyeceğini satır aralarına gizlenmeden doğrudan söylemesi gibi.
Hepimizin hafızalarında taptaze duruyor. 1970 ve 1980'li yıllarda "İslami yeşil kuşak" komünist yönetimleri kökünden tahrip edecek bir güç olarak görülüyordu. Batılı istihbarat servisleri sürekli Sovyetler Birliği'nin Müslüman yumuşak karnı üzerinde çalışıyordu. Oysa şimdi, İslam, özellikle de köktendinci İslam, hızla komünizmin bıraktığı "tehdit boşluğu"nu dolduruyor gibi. Sadece Ortadoğu'da değil, Kuzey ve Batı Afrika'dan eski Sovyet cumhuriyetlerine Hindistan'dan Batı Çin'e kadar uzanan geniş bir coğrafi menzilde giderek artan ölçüde siyasi gündemleri tayin etmekte olan İslam, tehdit arayışı içinde olan bazı Batılı staratejistlerin tam zamanında imdadına yetişti.
Yüzümüze ne söylerse söylesinler, Batılılar gerçekte İran ya da Afgan usulü militan köktendinci hareketi, tüm İslam dünyası ile özdeşleştiriyor, onu Batı medeniyetinin temellerini hedef alan ciddi bir tehdit olarak algılıyor. Bunun doğal sonucu, Batı'da yaşamakta olan her Müslümanı en iyimser koşullarda hoşgörü gösterilen bir yabancı, her Müslüman komşu ülkeyi de bir düşman olarak görmektir.
Öncelikle "tehdit" algılamasını iyi tanımlamak gerekiyor. Bunun kökeninde, Hıristiyan Avrupa ile Müslüman Arap, daha sonra da Osmanlı, gücü arasındaki tarihi çatışmanın yattığını söylemek yanlış olmayacaktır. İslam, o dönemde Avrupa'ya hem fiziki hem de ideolojik bir tehdit teşkil ediyordu. Viyana kapılarına kadar dayanmış, Türk bayrağını Hıristiyanlığın doğup geliştiği bölgelerde yüzyıllarca dalgalandırmıştı. Osmanlı İmparatorluğu'nun zayıflayıp nihayet çökmesiyle birlikte İslam'ın potansiyel tehdit gücü önemli ölçüde geriledi.
Günümüzde sözü edilen İslami tehdit ise, aslında nispeten yeni bir olgu. 1979 İran İslam Devrimi ile yeniden canlanan tehdit fikri, İran - Irak Savaşı, Enver Sedat'a karşı suikast, Lübnan'da Batılıların İslami Cihad gerillaları tarafından rehin alınması, 1991 Körfez Savaşı, New York'taki "World Trade Center"in bombalanması ve en önemlisi de, ardında bir tehdit "boşluğu" yaratarak soğuk savaş ve komünist tehditinin ortadan kalkması ile gündemin merkezine oturdu. Batı'daki bazılarınca "Truva'nın atı" olarak görülen göçmen Müslümanların da ırkçı saldırılara karşı din şemsiyesi altına sığınmaya başlamaları, tehdit algılamasını daha ciddi boyutlara taşıdı.
İran'dan sonra Cezayir'deki iktidar mücadelesi ve vahşetler, Avrupalılara bir kez daha "İslam Hilali" tarafından kuşatıldıklarını hatırlattı. Hilal, Osmanlı topraklarından eski SSCB'nin yumuşak karnına, Batı'da Magrep'ten Doğu'da Pakistan, Endonezya ve Filipinler'e ve Afrika'nın kalbine dek uzanıyor. Avrupa sadece Müslüman komşularla çevrili değil, aynı zamanda milyonlarca Müslüman göçmen nüfusu da ev sahipliği yapıyor. Almanya, Fransa, Belçika ve Hollanda'da Müslümanlar toplam nüfusun yüzde 3 ila 5'ini teşkil ediyorlar. Tüm bunlara İslamiyete ilişkin Batı'daki genel cehaleti de eklerseniz tehdit algılaması daha iyi anlaşılabilir.
Warwick Üniversitesi'nden B. A. Roberson, İslam'ın monolitik bir din olmadığını, tüm İslam ülkelerinde geçerli örgütlü, eşgüdümlü tek bir İslami yaklaşımdan söz edilemeyeceğini, zira bu dini farklı yorumlayan ve anlayan çok sayıda alt gruplar bulunduğunu anlatıyor. Ona göre Batı'ya karşı bir tehditin inanılır olabilmesi için Ortadoğu'da ve Müslümanlar arasında hatırı sayılır bir birlik ve dayanışma olması gerekiyor. Oysa, görünürde modern devlet, modern yaşamın nimetleri derin kök saldığından ve husumet bulunan çok sayıdaki İslam devletinin Batı'ya karşı bir düşman bloku oluşturmaları muhtemel gözükmediğinden, İslamın, Batı'ya tehdit teşkil etmesi pek gerçekçi gözükmüyor. Menfaatleri ve coğrafyaları gereği Malezya, kendisini İran'dan çok Japonya'ya, Fas Cezayir'den çok İspanya'ya, Kazakistan Suudi Arabistan'dan çok Çin'e daha yakın hissedebilir.
Roberson, İslam ülkelerindeki radikal değişikliğin Batı menfaatlerine zararlı olacağına inanmadığını, tıpkı 1973 petrol krizi ve sonrasına uyum sağladığı gibi, Batı'nın yeni şekillenecek duruma uyum sağlamakta güçlük çekmeyeceğini de iddia ediyor. Bu görüş, bir yerde bazı Amerikalıların, "biz herkesle çalışırız" anlayışıyla, aşırı İslamcı hareketlerle diyaloğa girme ve Batı'yı "İslamın düşmanı" gibi gösterme çabalarını boşa çıkarma stratejisiyle benzerlikler taşıyor.
Batı'nın İslam'dan korktuğu kadar - son yıllarda yaşananların gösterdiği gibi belki de daha fazla - Müslümanlar Batı'dan korkuyor, savunmada oldukları hissine kapılıyorlar. Nitekim, sokaktaki Müslümanın gözünde Irak, Libya, Lübnan ve İran'da Batı'nın askeri ve ekonomik müdahalelerinin kurbanları onlar. İşgal altındaki topraklarda, Lübnan, Mısır, Suriye, Ürdün, Tunus ve Irak'ta İsrail askeri eylemlerinden kaçamıyorlar. Bosna, Azerbaycan ve Rusya'da Hıristiyan gruplarla çatışmaları onlar kaybediyorlar. Hindistan ve Keşmir'de Hindular ile savaşta da kaybeden yine onlar.
Dahası, Müslümanlar, "İslam'a kara leke sürme" yönündeki eşgüdümlü bir uluslararası çabanın kurbanı olduklarına da inanıyorlar. Batı'da yaşayan Müslümanlar bile, sürekli devlet tarafından izlendiklerini, hatta herhangi bir yerde Müslüman kaynaklı bir terörist olay meydana geldiğinde komşuları tarafından taciz edildiklerini hissediyorlar. Kısacası, Müslüman paranoyası eksilmiyor, daha da artıyor. Hatta, ülkelerindeki demokrasi ve laiklik yanlılarını da İslam'a karşı savaşmakta olan "Batı'nın kuklaları" olarak görme yanılgısına da kısmen bu nedenle düşüyorlar.
İtalya'da göçmen karşıtı "Lombard League" kuvvet kazanıyor. Belçika'da "Flemish Block" Anvers'teki oyların dörtte birini topluyor. Fransa'da kamuoyu yoklamaları halkın üçte birinin "National Front" lideri Jean - Marie Le Pen ile göçmen konularında aynı fikirde olduğunu gösteriyor. Almanya'da aşırı sağ partiler eyaletlerde hızla güçleniyorlar. Rusların aşırı milliyetçi lideri Jirinovski, Moskova'da aynı görüşleri paylaştığı Alman radikal sağ partisi lideri Gerhard Frey ile el sıkışıyor.
William Safire, Bosna krizinin zirveye ulaştığı sıralarda "Avrupa, üçüncü bin yıla tıpkı ikinci bin yıla girdiğinde yaptığı şekilde, yani Hıristiyanların Müslümanları tekmeyle dışarı attığı şekilde, giriyor" diyerek "birçok medeni Avrupalının yeni barbarlığı"ndan yakınıyordu.
Hindistan'da Bharatiya Janata Partisi mensupları camilerde Müslümanlara saldırıyorlar. Daha da radikal olan Shiv Sena güç kazanıyor. Ermeniler Azeri topraklarının yüzde 20'sinden fazlasını işgal altında tutuyorlar. Ossetler Inguslara, Ruslar Çeçenlere saldırıyorlar. Batı Yakası'nda Yahudi köktendinci hareketi Gush Emmumim 1967'dan bu yana "Büyük İsrail" hedefini gerçekleştirmek için yeni yerleşim merkezleri kurmaya çalışıyor. Leon Hadar İslam'ın, fanatiklere karşı savunmaya geçtiğini, Müslümanın kendisini Dar - ul Harb'ın giderek daralmakta olan kuşatması altında hissettiğini vurguluyor.
Politikacılar da bu korkuyu alabildiğine körükleyecek, kendi siyasi emellerine alet edecek kışkırtıcı yaklaşımlardan uzak durmuyorlar.
Dolayısıyla, tıpkı Soğuk Savaş döneminin "Kızıl Tehlikesi" gibi "Yeşil Tehlike"den söz etmek, başka nedenlere dayalı İslam'ın yükselişi, demokrasi ile zıtlık oluşturan ve savaşılması gereken bir küresel ideoloji olarak göstermek hem Batı hem İslam alemi açısından vahim sonuçlara yolaçabilir.