The Others Ne ithal, ne de zorlama

Ne ithal, ne de zorlama

16.12.1998 - 00:00 | Son Güncellenme:

Ne ithal, ne de zorlama

Ne ithal, ne de zorlama

       Türkiye'de demokrasi ne yabancılardan miras kaldı ne de zorla benimsendi. Demokrasi, Türklerin kendi özgür tercihleriydi. Büyük ölçüde yabancı modellere dayandığı bir gerçekti, ancak bu tercih kendilerine aitti.

       Türkiye'de siyaset geleneği emir ve itaate dayanır. Tarihsel mirasta demokrasiye yatkınlık unsurlarını bulmak kolay değilse de, gerek Türk gerekse İslam geleneğinde bunları bulmak zor değildir.

       Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA), Türk Sosyal Bilimler Derneği (TSBD) ve Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı, 10 - 12 Aralık tarihleri arasında Ankara'da, Orta Doğu teknik Üniversitesi Kültür ve Kongre Merkezi'nde, "Bilanço 1923 - 98: Türkiye Cumhuriyeti'nin 75 Yılına Toplu Bakış" başlıklı bir uluslararalı kongre düzenlediler. Kongre'nin ilk akademik konuşmasını Prof. Bernard Lewis yaptı. Ortadoğu tarihçilerinin en büyüklerinden biri ve Türkiye'nin imparatorluktan cumhuriyete ve demokrasiye geçiş tarihi üzerine yazılmış en temel eserlerden biri olan "Modern Türkiye'nin Doğuşu" adlı kitabın yazarı olan Prof. Lewis, bu yıl Uluslararası Atatürk Barış Ödülü'ne layık görüldü. Lewis'in "Tarihsel Açıdan Türkiye'nin Demokrasi Deneyimi" başlıklı konuşmasını, bir ölçüde kısaltarak dikkatinize getiriyoruz. - Ş.A.

       Bundan yetmişbeş yıl önce Türk halkı devletinin yönetimi biçimi olarak cumhuriyeti seçti. Bu tercihle sonuçlanan ulusal canlanma hareketi, Türk tarihinin en karanlık dönemlerinden birinde başladı. Ülkenin kaderini çizen bir kararla Osmanlı hükümeti korkunç bir savaşa girmişti. 1919 yılına gelindiğinde imparatorluk tam bir yenilgiye uğramış, başkenti işgal edilmiş, eyaletleri paylaşılmıştı. İmparatorluğun anayurdu da aynı kadere uğrayacak gibi görünüyordu. Umutlanmak için fazla bir neden yoktu. Türkiye'nin müttefiki olan büyük devletler savaşı kaybetmişti. Türkiye'nin tarihsel ve kültürel olarak ait olduğu İslam dünyası, giderek Avrupa'nın emperyal devletlerinin egemenliği altına giriyordu.
       Buna rağmen, çok kısa bir süre içinde herşey değişti. 1918'de yenilgiye uğrayan devletlerden sadece Türkiye, işgalci İtilaf devletleri tarafından dayatılan barış koşullarını reddetmeyi ve ulusal çıkarlarını güven altına alan bir barış antlaşmasını serbestçe ve eşit koşullarda müzakere etmeyi başardı. İslam dünyasının geri kalanı Yabancı egemenliği altına girerken Türkiye, hemen hemen tek başına, ulusal egemenliğini sadece korumakla kalmadı, perçinledi.
       Atatürk ve önderlik ettiği ulusun en büyük başarılarından biri, dünyanın bu bölgesinde ender olarak görülen, bağımsızlık ile özgürlük arasındaki ayrımı yapabilme yeteneğiydi. Hemen hemen yitirilmek üzere olan bağımsızlık yeniden kazanılmış ve ulusal sevinç kaynağı olan askeri bir zaferle sağlamlaştırılmıştı. Ama Türkiye'de bağımsızlığın kazanılması bir sonuç olarak değil bir başlangıç, özgürlük denilen o nadir ve değerli şeyi arayışın başlama noktası olarak görüldü.
       Dünyanın pekçok yerinde, özellikle Yeni Dünya'da, temsili demokrasinin insanlığın doğal durumu ve bundan sapmanın düzeltilmesi gereken bir anormallik, hatta cezalandırılması gereken bir suç olduğuna dair yaygın bir varsayım vardır. Bu varsayım, özellikle son yıllarda, Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra ortaya çıkan devletlerle ilgili gerçekçilikten tamamen uzak beklentilere yol açmıştır. Ben bu varsayımı paylaşmıyorum ve daha gerçekçi, daha karşılaştırmalı bir yaklaşımı savunuyorum.
       Demokrasi, muhtemelen en iyi, ama muhakkak ki uygulanması en güç olan yönetim biçimidir. Şimdilerde dünyanın büyük bölümünde bir tür demokrasi ya uygulanıyor ya da uygulandığı söyleniyor ve gerçek demokratik kurumlar ilerleme gösteriyor. Ancak bütün ülkeler kendi tarihsel bağlamlarında, gelenekleri ve deneyimleri ışığında ele alınmalı ve incelenmelidir. İngiliz, Fransız ve Rus imparatorluklarının yerini alan devletlerde demokratik kurumların sergilediği başarı ve başarısızlıklar, bu açıdan ortaya çıkabilen farklılıkları ortaya koyar.
       Demokrasi pekaz ülkede uzun ve kesintisiz bir evrim sonucunda ulaşılan, köklü ve yerli bir olgudur. Çoğu ülkede ise demokrasi, hayli yeni bir olaydır ve dışarıdan ithal edilmiştir. Demokratik kurum ve uygulamalar bazı ülkelere, geri çekilen emperyalist güçlerden miras kalmış; bazılarına ise zafer kazanan düşmanlar tarafından zorla kabul ettirilmiştir. Türkiye'ye demokrasi ne yabancılardan miras kaldı, ne de zorla benimsendi. Demokrasi Türklerin kendi özgür tercihleriydi. Büyük ölçüde yabancı modellere dayandığı bir gerçekti, ancak doğru - ya da yanlış - bu tercih kendilerine aitti ve demokratik gelişmenin hızı ve biçimi, dış güçlerden çok iç dinamikler tarafından şekillendirildi.
       Modern demokratik kurumlar, bu kurumları kabul etmeye ve işletmeye hazır olan halklar arasında yeşerip ayakta kalabilir. Bu hazırlık tabii ki belirli bir sosyal ve ekonomik gelişme düzeyine ulaşılmasına bağlı olduğu gibi, demokratik olmasa da demokrasiye dönük eski ve köklü geleneklerden destek bulabilir. Ancak bu unsur abartılmamalıdır. Anglo - Amerikan demokrasisinin köklerini Anglo - Sakson kabilelerin eski uygulamalarından aldığını iddia edenler ve demokrasinin yerel köklerini başka yerlerde arayan kimseler, bu konuda bir hayli saçmalık kaleme almışlardır. Ancak yatkınlık diyebileceğimiz şeyin mevcut olup olmaması önemlidir.
       İlk bakışta yatkınlıklar, ters yöne işaret edebilir. Benzer kültürel ve tarihsel mirasa sahip ülkelerde olduğu gibi Türkiye'de de siyaset geleneği, genellikle, ilk Batılı demokrasilerin ortaya çıkmasına kadar çoğu uygarlığa egemen olan otokratik yönetim biçimlerini doğuran, emir ve itaate dayanır. Gerek komuta, gerekse itaat alışkanlıklarından kurtulmak kolay değildir.
       Ancak tarihsel mirasta demokrasiye yatkınlık unsurlarını bulmak kolay değilse de, gerek Türk gerekse İslam geleneklerinde bunları bulmak zor değildir. Osmanlı hanedanının kuruluşunun en eski anlatımlarına göre, Anadolu Beyleri yeni liderlerini seçmek için aralarında toplandılar ("meşveret" ettiler) ve Osman Bey'i seçtiler. Osmanlı devletinin kuruluşuyla ilgili anlatımlar genellikle söylenceye dayanır, ama söylencelerine bu biçim vermeleri anlamsız değildir. İslam'da egemenlik kavramı hem sözleşmeye, hem de rızaya dayanır ve yeni bir hükümdarın tahta çıkışında kullanılan (Arapça "ba'ya" sözcüğünden gelen) "biat" kavramıyla simgelenir. Sözcük bazen sadakat sözu anlamında tercüme edilir. Fakat, Arapça satın almak ve satmak fiilinden kaynaklanan kavram, daha çok - gerek yöneten gerekse yönetilen - her iki tarafın da birbirlerine karşı sorumluluklarını kabul ettikleri bir sözleşme anlamını taşır.
       İslam geleneğinde iki diğer unsur demokratik potansiyel taşır. Bunlardan biri, çeşitliliğin, dolayısıyla bir ölçüde hoşgörünün kabulüdür. Bu hoşgörü, demokratik teori tarafından tanımlanan eşit haklar düzeyine hiç bir zaman ulaşmış değildir, ama çoğu öteki toplumlarda esas olan hoşgörüsüzlükle karşılaştırıldığında çok daha olumludur. Ötekisi, kanun yönetimi, tebaları kadar hükümdarın da kanunlarla bağlı olduğu ilkesidir. Bu ilke de modern demokratik kavramların gerisinde kalır, ama normal olarak otokratik nitelikteki İslam yönetimlerinin despotluğa dönüşmelerini çoğu zaman engellemiştir.
       1808 yılında Osmanlı Sultanı, ortaçağ İngilteresi'nde Kral John gibi, baronları tarafından kendi iktidarını sınırlayan ve onların yetkilerini tanıyan bir sözleşme imzalamaya zorlandı. Ama "Sened - i İttifak" ya da Sözleşme Belgesi, Türkiye'nin Magna Kartası olmadı. Türk Sultanı, tıpkı İngiltere Kralı gibi, iktidarının kısıtlanmasına şiddetle direndi. Ancak İngiltere Kralı'ndan farklı olarak, 19. yüzyılın sağladığı imkanlardan, hem Doğu'da hem de Batı'daki daha önceki hükümdarların hayal bile edemeyecekleri yeni iletişim ve gözetim, denetim ve baskı araçlarından yararlandı. Bu bağlamda hem Batılı fikirleri, hem de Batılı teknolojiyi kullandı. Sultan Mahmut ve halefleri, yerel beylerin ve diğerlerinin yetklerini geri almayı başardılar. Trajik bir paradoksla bu, kurumsal modernleşme ve entellektüel Batılılaşma süreci eşliğinde ve kısmen desteğiyle gerçekleşti. Ama Batılı demokratik fikirlerin kabulü ve uygulanması, güçlüklere ve bazen ters tepmelere rağmen, uzun vadede, daha geniş demokratikleşmeye yol açtı.
       Türk demokrasi deneyiminin başlamasından bu yana neredeyse iki yüzyıl geçti. Türk demokrasisi büyük sorunlarla, önemli gerilemelerle karşılaştı, ama ikisini de aşmayı başardı. Sorunlara ve gerilemelere rağmen - ve belki de bunlar sayesinde - Türk demokrasisi bugün, benzer tarihsel deneyime ve kültür geleneklerine sahip ülkeler arasında tartışmasız en başarılı olanıdır. Hala geri kalanlara örnek olabilir.
       Türkiye'de demokratik kurumların tarihinin köşe taşları, Sened - i İttifak, Tanzimat reformları, I. Meşrutiyet, Jön Türk Devrimi ve hepsinden önemlisi Kemalist ve Kemalizm - sonrası Cumhuriyet'tir. Bu öyküde, büyük gerginlikler ve sınırlı demokratik deneyim ortamında olağan karşılanması gereken sapmalar ve kesintiler vardır. Esas dikkat çekici olan, her raydan çıkmadan sonra demokratik sürecin yeniden işletilmesi ve Türk halkının özgürlüğe doğru yolculuğunu sürdürmesidir.