The Others Para kazanmayı ummuyorduk

Para kazanmayı ummuyorduk

02.02.1998 - 00:00 | Son Güncellenme:

Para kazanmayı ummuyorduk

Para kazanmayı ummuyorduk

Müzik dünyasında yılın adamı Ahmet Ertegün yapımcılığa baylayışını anlatıyor

Şu anda pek çok sanatçıyla çalışıyorum, bunlardan en önemlisi Anita Baker. Aralarında Tarkan da var. Tarkan'ın çok iyi bir kulağı ve müzikalitesi var. Ona uygun bir şarkı biçemi bulmamız gerekiyor şimdi.

1998 yılında, hala hiç bir müslüman ülkede "laik" bir cumhuriyet ve Atatürk gibi bir lider yok. Bence RP'ye geçit vermemek için, diğer partilerin yeniden yapılanıp aralarında anlaşmaları gerekir.

Ahmet Ertegün, dünyada Jazz plak yapımcısı deyince akla gelen ilk isim. Daha önce müteveffa ağabeyi Nasuhi Ertegün'ün de layık görüldüğü "yılın adamı" ünvanı, bu yıl uluslararası plak ve video müzik yapımcıları kuruluşu MİDEM tarafından Ahmet Ertegün'e verildi. Cannes'da düzenlenen törenlerde Ahmet Ertegün yalnızca "yılın adamı" ödülünü değil, Fransa Kültür Bakanı Catherine Trauttmann'ın elinden verilen Edebiyat ve Güzel Sanatlar Şövalyesi ünvanıyla, Fransa'nın en büyük devlet nişanı olan Legion d'Honneur madalyasını da aldı. Ertegün'le arkadaşımız Mine Kırıkkanat'ın Cannes'da yaptığı söyleşiyi sunuyoruz.

*Sayın Ertegün, dünyanın 50. yılını kutladığı Atlantic Records macerası nasıl başladı?
Ben de amatör caz düşkünü olmama karşın, asıl ağabeyim Nasuhi caza yaşamını adamıştır. Atlantic başlamadan önce iki caz plak şirketi vardı. Bunlardan biri Jazzman Marilee Morden, diğeri ağabeyimin Crescent markasıydı. Nasuhi New Orleans'ın özgün müziğine adamıştı kendisini ve New Orleans kenti hem Crescent City diye anılıyor, hem de Türk bayrağındaki hilali temsil ediyordu. Ben Atlantic'i kurmuştum, ağabeyim o sırada Contemporary adlı bir caz kumpanyasıyla çalışıyordu Los Angeles'te, gelip benimle ortak olmasını önerdim. Birlikte Modern Jazz Quartet'i, Charles Mingus, Eddy Harris, Ornette Coleman gibi henüz tanınmayan caz ustalarını kaydettik. Aslında bu kayıtlardan para kazanmayı hiç ummuyorduk. Yalnızca bizim beğendiğimiz sanatçıları, bize yakın çevreler de dinleyebilsin diye hareket etmiştik. Oysa bu plaklar, umduğumuzun çok üstünde ilgi gördü ve satmaya başladı.
*Çoğu marjinal olan bu sanatçılarla çalışmak zor değil miydi?
Ama sanatçıydılar, dolayısile onları olduğu gibi kabul ediyorduk. Örneğin Lenny Tristano ile bir plak yapmak istiyorduk. Genç yaşta kör olan Lenny ile anlaşmak, bir para sorunu değildi. "Benimle anlaşma imzalamak istiyorsanız, önce sizi imtihan edeceğim" dedi ve bizi evine davet etti. Eve gittik, kapıyı çaldık, açtı, bir de baktık ki içerisi zifiri karanlık. Lenny, gözleri görmediği için ışığa ihtiyaç duymuyordu. El yordamıyla Lenny'nin arkasından bir odaya girdik, nereye bastığımızı bilmeden ilerledik, yoklayarak bize bir yer gösterdi, oturduk. Lenny pikaba plak koydu ve: "Kim çalıyor?" diye sınava çekti. Birincisi kolaydı, bulduk. Ama ikincisi, bir blues şarkıcısı ile saksafoncunun eseriydi, ben kim olduğunu anlamamıştım. Nasuhi, "Charlie Parker!" deyince Lenny müthiş şaşırdı. Atlantic ile anlaşma imzalayacağını söyledi. İmtihanı geçmiştik.
*Elli yıllık bir yapımcı geçmişiniz var. Geriye dönüp baktığınızda, şimdi olsaydı başka türlü yapardım dediğiniz pişmanlıklarınız var mı?
Elbette yapabileceğimiz başka şeyler vardır. Ama ben dünü değil, yarını düşünüyorum. Geçmişe değil, geleceğe yönelik biriyim. Örneğin şu anda pek çok sanatçıyla çalışıyorum, bunlardan en önemlisi Anita Baker. Aralarında Tarkan da var.
*Tarkan hakkında ne düşünüyorsunuz?
Tarkan'ın çok iyi bir kulağı, müzikalitesi ve zevki var. Ona uygun bir şarkı biçemi bulmamız gerekiyor şimdi. Avrupalı ve Amerikalı dinleyicilerin hoşuna gidecek bir biçem. Tarkan doğal olarak çekiniyor, korkuyor. Çünkü dili İngilizce olmayan bir ülkeden gelip kendini A.B.D.'ye kabul ettirmek kolay iş değildir. Bunun birkaç istisnası vardır, ABBA gurubu gibi, "Volare Volare" ile ünlenen Dominico Modugno gibi. Örneğin dünyanın en iyi şarkıcılarından biri olan Julio İglesias bile A.B.D.'de pek tanınmaz. Amerikan halkı, en çok Amerikan müziği satın alır. Bir Amerikalı şarkıcının Türkçe söylemesi kolay olmadığı gibi, bir Türkün de Amerikanca söylemesi zordur.
*Dünya çapında ün yaptınız. Amerika'da yaşıyor, dünyanın en ünlüleriyle birlikte oluyorsunuz. Ama Türkiye'den ve Türklüğünüzden asla vaz geçmediniz. Neden?
Ben yirmi yaşıma kadar hep Türkiye büyükelçiliklerinde yaşadım. Babam Mehmet Münir Ertegün, Atatürk'ün hukuk müşaviriydi. Kurtuluş Savaşı sırasında Atatürk'ün yanındaydı. Breslitovsk ve Lausanne konferanslarında Türkiye'yi temsil etti. Kurtuluş Savaşı sırasında, Atatürk'ün çevresinde en iyi yabancı dil bilen oydu çünkü. Türkiye'de tahsil ettiği halde, Fransızca ve İngilizceyi çok iyi konuşurdu. İsviçre'ye elçi tayin oldu. Aynı zamanda Milletler Cemiyeti'nde Türkiye'yi temsil ediyordu. Paris, Londra'da elçilik yaptıktan sonra Washington'daki ikinci Türkiye büyükelçisi oldu. Burada Roosewelt'in çok yakın dostluğunu kazandı ve ilk kez A.B.D. ile Türkiye arasındaki ilişkileri kurdu.
Türkiye hakkında pek çok düşüncelerim var benim de. Ülke, giderek ilerliyor. Ancak sorunları da çoğalıyor. Bu yüzyılda geçirdiği pek çok savaştan sonra yoksul bir ülkeydi Türkiye. Halkın refah düzeyi acınacak haldeydi. 1931 yılında, sekiz yaşında sünnet olmak için ilk kez Türkiye'ye döndüğümde (çünkü bir buçuk yaşında ayrılmıştım) müthiş bir şok geçirdim. Bana hep, dünyanın en güzel ülkesi derlerdi Türkiye için. Oysa İstanbul'da Haydarpaşa garında trenden indiğimde, insanların ayakkabıları yoktu ayaklarında. Binalar haraptı. Herkes kederli ve mahzundu. Renksiz giyinmişlerdi. 1959 yılında geldiğimde, bazı şeylerin değişmeye başladığını gördüm. Oysa şimdi...Köylerde bile belli bir refah düzeyi var.
1931'de uğradığım hayal kırıklığına karşın, güzel şeyler de yaşadım. Annem Heybeliada'da büyük bir ev kiralamıştı. Nefis bir yaz geçirdik. Biz Heybeliada'dayken, İsmet Paşa'nın da bir evi vardı. Bir akşamüstü, içinde Atatürk ve İsmet Paşa'nın bulunduğu Savarona yanaştı rıhtıma. Annem bizi elimizden tutup tekneye götürdü. Atatürk'le tanıştırdılar bizi. Babam hem Atatürk'ün, hem İsmet İnönü'nün arkadaşıydı çünkü. Atatürk çok yakışıklı bir adamdı. Olağanüstü bir karizması vardı, çok etkiledi beni bu karşılaşma.
*Bugün ne düşünüyorsunuz Atatürk Türkiye'si hakkında?
Atatürk 1923 yılında Cumhuriyet'i ilan ettiğinde, hiç bir müslüman ülkede cumhuriyet yoktu. 1998 yılında, hala hiç bir müslüman ülkede "laik" bir cumhuriyet ve Atatürk gibi bir lider yok.
Bence Türkiye'nin parlak bir gelecek sahibi olması, asla ve hiç bir koşulda Atatürk'ün ilkelerinden sapmamaktır.
*RP'nin kapatılması hakkında ne düşünüyorsunuz?
Hiç bir siyasal partinin kapatılması, iyi değildir. Ancak amacı çoğulcu demokrasiyi ve cumhuriyetin temel değeri olan "laik"liği yıkmak olan partilere izin veremez ve kabul edemeyiz. Sorun, RP'nin nasıl olup da %20 oy alabildiğidir. Eğer laiklik karşıtı ve gerçek demokrasi düşmanı bir parti, halkın yüzde yirmisinin oyunu alacak kadar popüler olduysa, bunun nedenini karşısındaki partilerin icraatında ve bölünmüşlüğünde aramak gerekir. Bence RP'ye geçit vermemek için, bu partilerin yeniden yapılanması ve aralarında anlaşmaları gerekir.
*Ama A.B.D., Refah Partisinin kapatılmasına karşı çıktı. Bu durum, A.B.D. ile aramızın açılmasına neden olabilir mi?
Kesinlikle olmaz. Hiç bir ilişkiyi etkilemez. Çünkü A.B.D.'de kendi rejimine aykırı bulduğu örneğin bir komünist partinin varlığına izin vermemiştir, vermez ve kurdurmaz.
*Babanızı ve ağabeyinizi anlattınız, ama kendiniz ve eşiniz hakkında pek bir şey söylemediniz henüz?
Doğru. Kendimden söz etmeyi pek sevmem ben. Ama eşimi anlatabilirim. Mika çok soylu bir ailenin kızıdır. Babası Bükreş'in en ünlü doktorlarından biriydi. Genç yaşında bir Romen prensiyle evlenmiş. Komünist işgalinde, kocası ve kendisi, Kraliçe Marie ile İsviçre'ye gitmişler. Birkaç yıl sonra işgal bitecek ve yurtlarına dönecekler diye hayal ediyorlarmış. Oysa Avrupa'nın o yanını Komünistlere verdiler Yalta'da. Bir süre sonra parasız kalan Mika ve Prens eşi, sonunda Kanada'ya yerleşmiş, çiftçilik yapmaya başlamışlar. Nermin ve Turgut Menemencioğlu o sıralar Washington büyükelçisiydiler. Turgut'un üçüncü katip olarak bulunduğu Bükreş'te, Mika ile Nermin arasında büyük bir arkadaşlık kurulmuştu. Onlar Washington'a gelince, Mika, Nermin'lere gelip gitmeye başladı. Ve bir gece New York'taki bir davette beni Mika'yla tanıştırdılar. Ondan sonra sık sık buluştuk. Kocası hoş bir adamdı. Ben de daha boşanmamıştım. Derken birkaç yıl sonra Mika, başka nedenlerle ayrıldı eşinden. Ben de özgürdüm. Ve evlenmeye karar verdik. Tam 38 yıl oluyor. Hayatımız birbirine çok bağlı. Onsuz bir yaşamı düşünemiyorum. Mika beni düzene soktu. O herşeyim benim.

A.B.D.'deki ender bağımsız şirketlerden biri olan Atlantic Plak şirketi, 1947 yılında Washington'daki bir Türk büyükelçisinin oğlu olan Ahmet Ertegün tarafından kuruldu. Başlangıçta Safranski, Rex Stewart, Erroll Garner gibi cazcıları kaydeden plak yapımcısı, "rythm and blues" dalında uzmanlaştı. Ahmet Ertegün'ün kardeşi Nasuhi Ertegün, 1950'li yıllardan itibaren ve stereo olarak çok önemli bir caz dizisi kaydetti. Bu dizide Modern Jazz Quartet, Lee Konitz, Lennie Tristano, Thelonius Monk, Ornette Coleman, John Coltrane, Charles Mingus, Art Farmer, Jimmy Giuffre, Roland Kirk, Duke Ellington, Charles Lloyd, Freddie Hubbard, Gary Burton, Keith Jarrett, Gil Evans, Billy Cobham, Jean Luc Ponty gibi devler, henüz tanınmadan yer alıyorlardı. 1960'lı yıllarda, Atlantic'in kaydettiği Ornette Coleman, dolayısile "Free Jazz" ve John Coltrane plakları, caz dünyasının yeni biçimlerini belirledi. Atlantic, Soul Music'te Aretha Franklin, Otis Redding ve Wilson Pickett gibi isimleri başarıyla lanse ettikten başka, aralarında Led Zeppelin'den AC/DC'ye uzanan hayret verici bir dizi Rock gurubunun da plak yapımcılığını üstlendi. Bu başarılar sonucu Major Company haline gelen Atlantic şirketi, Warner Bross'la birleşti. Yıllar içinde pek çok yan plak şirketi kuran Atlantic, pek çok müzik türünde yapımlarını sürdürürken, artık caza eskisi kadar yer vermiyor ve eski plaklarının yeni baskılarını yapmayı tercih ediyor.