The Others ŞAHİN ALPAY

ŞAHİN ALPAY

27.01.1997 - 00:00 | Son Güncellenme:

ŞAHİN ALPAY

ŞAHİN ALPAY

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Avrupa konseyi'ne üye ülkeler tarafından 1950'de imzalanıp, 1953'te yürürlüğe giren, özgürlükçü demokrasinin çağdaş ölçülerini koyan bir sözleşme. Bu sözleşme TBMM tarafından 1954 yılında onaylanarak iç hukukumuzun bir parçası haline geldi. İmzacı ülkelerin sözleşmeye uyup uymadıklarını denetlemek üzere kurulan organlar, Avrupa İnsan Hakları Komisyonu ve Divanı.Türkiye insan haklarının ihlal edildiğini iddia eden yurttaşlarına Komisyon'a başvuru hakkını 1987'de, Divan'ın yargılama yetkisini 1990'da kabul etti. İlke olarak iç hukuk yolları tüketilmeden Komisyon'a başvurulamıyor.
Son yıllarda Türkiye'den yapılan başvurularda büyük artış var. 1500 dolayındaki başvurunun bir kısmı Komisyon'ca kabul edilerek Divan'a intikal etti. Divan'dan Türkiye aleyhine kararlar çıkmaya başladı. Kararların bazıları Türk hükümetinin büyük tepkisine yol açtı. Dışişleri Bakanlığı'ndan bazı yetkililer basına açıklamalar yaparak Türkiye'nin insan hakları denetim mekanizmasından çekileceği tehdidini savuruyor.
Bu ortamda Komisyon'un İsviçreli başkanı Stephen Trechsel, Adalet Bakanı Şevket Kazan 'ın davetlisi olarak 17 - 18 Şubat'ta Ankara'ya geliyor. Savcılara bir konuşma yapacak olan Trechsel ile Strasbourg 'da konuştum.
* Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne Ek 11. protokol yürürlüğe girdiğinde Komisyon ile Divan birleşecek. Buna neden gerek duyuldu?
Çeşitli nedenlerle. Bunların bir kısmı Strasbourg'daki yargılamaların hukuki standartlara uydurulmasıyla ilgili. Bugünkü sistemde dışişleri bakanlarından oluşan Bakanlar Komitesi'nin karar yetkisi var. Oysa bu hukuki değil siyasi bir organ.
Divan kurulduğunda esas fikir yurttaşların doğrudan divan'a başvurabilmeleriydi. Fakat hükümetler siyasi nedenlerle bunu kabul etmeyince, bir uzlaşma yolu bulundu; başvuruların önce Komisyon'a yapılması öngörüldü. Sistem 40 yıl kadar hayli iyi işledi. Ancak artık sistemi başlangıçtaki fikre yaklaştırma zamanı geldi.
Pratik mülahazalar da var. Komisyon ve Divan bugüne kadar yarım zaman ilkesiyle çalıştı. Oysa Avrupa Konseyi'ne üye sayısının 40'a çıkmasından sonra bugün iş yükü öylesine arttı ki, böyle devam etmesi çok güçleşti.
Ayrıca mevcut sistemde gereksiz tekrarlar oluyor. komisyon bir başvuruyu kabul edilebilir bulduktan sonra bir rapor hazırlıyor; divan bu rapor üzerinden karar veriyor. Bir bakıma aynı işi yeniden yapıyor.
11. Protokolü hazırlayanlar komisyon ile Divan'ı birleştiren yeni sistemin daha iyi işleyeceğine, çünkü bir davaya iki kez bakmanın son bulacağına inanıyor. Tam zaman çalışacak yargıçların iş yüküyle daha iyi başedeceğine inanılıyor.
* Strasbourg'da tam zaman çalışacak yargıçların ülkelerinin gerçeklerinden kopacakları ileri sürülüyor...
Bugünün iletişim ve ulaşım imkanlarıyla bunun önemli bir sakınca oluşturmayacağını sanıyoruz.
* 11. Protokol ne zaman yürürlüğe girebilir?
Biz de merak ediyoruz. Ancak onay sürecinin bu yılın ortasından önce tamamlanacağını umuyoruz. Türkiye'de de işlerin yürümeye başladığını ve protokolü onaylayacak kanun tasarısının parlamentoya gelmek üzere olduğunu duymaktan çok mutluyum. Uzun süre Türkiye'nin 11. protokolü engelleyeceğine ilişkin bir kanı vardı. Bunu Strasbourg'daki Türk büyükelçisi Sayın Rıza Türmen'e sordum. Büyükelçi, Türkiye hükümetinin böyle bir rol oynamak niyetinde olmadığını söyledi.
* Türkiye Komisyon'u en çok meşgul eden ülke mi?
Komisyon'a en çok başvuru yapılan ülkeler İtalya, Polonya ve Türkiye. Bu 3 ülkeden yapılan başvurular şu sıra Komisyon'un önündeki toplam 2500 başvurunun yaklaşık yarısını oluşturuyor. İtalya'dan yapılan başvuruların çoğu yargılama sürelerinin uzunluğuyla ilgili. Bunlarla ilgili incelemeler uzun sürmüyor. Polonya'dan yapılan başvuruların çoğu da mülkiyet haklarıyla ilgili ve yüzde 80'i kabul edilebilir bulunmuyor.
Türkiye'den yapılan başvurular ise çok zaman ve masraf gerektiren çetin soruşturmaları gerektirmekte. Bu bakımdan şu sıra Komisyon'un en ağır yükünün Türkiye'ye karşı başvurulardan kaynaklandığını söyleyebilirim.
* Türkiye'ye karşı başvurular nitelik bakımından da farklı değil mi?
Türkiye'ye karşı başvuruların belirgin özellikler taşıdığını gizleyemem. Bir grup başvuru yakınlarının güvenlik kuvvetlerince öldürüldüğünü iddia edenlere ait. Bir kısmı güvenlik kuvvetlerinin kötü muamelesine veya işkenceye maruz kaldıklarını iddia edenlerin başvuruları. İfade özgürlüğünün kısıtlanmasıyla ilgili başvurular var. kamulaştırma bedellerinin ödenmemesiyle ilgili daha hafif nitelikte şikayetler de var tabii.
* Komisyon, Güney Kıbrıs yurttaşı Bayan Titina Loizidou'nun Kuzey Kıbrıs'taki mülkiyet hakkından yararlanamadığına dair başvurusunu reddetmişti. Oysa Divan, Kıbrıs Rum Yönetimi'nin başvurusu üzerine aldığı kararda, Loizidou'yu haklı buldu. Türkiye'de bu kararın hukuki değil siyasi olduğu kanısı yaygın. Divan'ın hiç yetkisi olmayan siyasi konulara girdiği düşünülüyor. Ne dersiniz?
Komisyon başvuruyu kabul edilebilir buldu, ancak Komisyon'un çoğunluğu sözleşmenin ihlal edilmediği sonucuna vardı. Divan ise kabul edilebilirlik konusunda Komisyon'u teyid ettikten sonra, esas konusunda, çoğunlukla Komisyon'dan farklı bir karar aldı; Bayan Loizidou'nun mülkiyet haklarının ihlal edildiği hükmüne vardı.
Burada siyasi bir karar söz konusu değil. Ne yazık ki, son zamanlarda Divan'ın çok sık komisyon'dan farklı hükümler verdiğini gördük. Genelde Divan, komisyon'a nazaran çok daha ender olarak ihlal kararı vermiştir. Ancak çok önemli bazı davalarda bunun tersi de görüldü. Loizidou davası bunlardan biri. Divan'ın Cebelitarık'ta öldürülen IRA teröristleri ile ilgili olarak İngiltere aleyhine karar verdiği McCann davası da başka bir örnek. Divan'ın o davadaki kararı İngiltere'de çok büyük eleştirilere ve hükümetin sert tepkilerine yol açmıştı.
* Akdıvar ve Aksoy davalarında Komisyon'un kararları da Türk hükümetinden tepki gördü. Şikayetçiler Türkiye'deki yargı mercilerine başvurmadıkları, iç hukuk yollarını tüketmedikleri halde Komisyon'un başvuruları kabul edilebilir bulması da siyasi karar olarak nitelendi. Bazılarına göre bu kararlar Türkiye vatandaşlarından bir bölümünü iç hukuk yollarını tüketme zorunluluğundan muaf tutuyor...
Bu eleştirilerin farkındayım. Bazı tarihi paralellikler kurulduğunu vekararların Osmanlı dönemindeki kapitülasyonlara benzetildiğini de biliyorum. Ancak kararımız Türkiye toplumunun şu veya bu kesimiyle ilgili değil. Sorun şu: Bugüne kadar Komisyon, Türk güvenlik kuvvetlerinin insan hakları ihllalleri iddialarıyla karşılaştığı vakalarda, şikayetçilerin başvurabilecekleri iç hukuk yollarının etkin bir şekilde işlediğinden emin olamadı. Başvuru sahiplerinin tekrar ve tekrar kötü muameleye uğradıklarına dair şikayette bulunduklarına, fakat netice alamadıklarına tanık olduk. Sadece bazı sözde soruşturmalar başlatıldı. Bunların çoğu çok uzun sürdü ve sonuçsuz kaldı. Basına yansıyan ve Türk hükümetinin gönderme yaptığı bir iki mahkumiyet kararı, insan hakları ihlallerinin durdurulması konusunda ciddi bir irade bulunduğunu göstermeye yetmiyor.
Bu durum çok uzun zamandır sürüyor. Komisyon bu tür şikayetlerle 1980'lerden beri karşı karşıya kaldı ve Türk makamlarından bu durumun son bulacağına dair çok vaad duydu. Son olarak Türkiye Adalet Bakanı da bunu teyid etti. Bu vaadler yerine getirilecek olursa, bundan hiç kimse Komisyon kadar memnun olamaz. Bundan pekçok başka kimsenin de memnun olacağından eminim. Bu, Avrupa ülkeleri ailesine mensup bir devlet olarak Türkiye'nin de çıkarınadır.
Ne yazık ki şimdiye kadar, gözaltında tutulan kimselere kötü muamele yapılmasının önleneceğine dair belirtiler görülmedi. Türkiye'ye gelecek ay yapacağım ziyarette, bu konudaki tavrın köklü bir şekilde değiştirilmesini talep edeceğim.
* Yakınlarda istifa edene kadar Komisyon ve Divan önünde Türkiye'yi temsil eden Prof. Dr. Bakır Çağlar, Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinden gelen yeni yargıçların Türkiye'ye karşı önyargılı davrandıklarını söyledi. Mümkün mü?
Hayır, tamamen haksız bir düşünce. Bunun herhangi bir izine rastlamadım. Komisyon'un eski komünist ülkelerden gelen yargıçların öteki yargıçlardan farklı davrandığı söylenemez. Bunların çoğu genç ve eski rejimde görev almamış kimseler.
* Bazı çevreler PKK yanlısı bazı insan hakları kuruluşlarının, bazı Kürt kökenli Türkiye yurttaşlarını Komisyon'a başvurmaya teşvik ettiğini, Komisyon'un da bu başvuruları kabul ederek PKK'nın oyununa geldiğini iddia ediyor...
Bir başvuruda Türk hükümeti başvuruyu yapanlardan birinin gerçek bir şahıs olmadığını iddia etti. Komisyon çeşitli yollardan gerçeği öğrenmeye çalıştı. Söz konusu şahıs bulunamayınca, başvuru reddedildi. Böyle vakaların olmadığını söylemiyoruz. Komisyon nerede ve kimin tarafından uygulanırsa uygulansın terörün kesin olarak karşısındadır ve en şiddetle mahkum etmektedir. terör yöntemleri uygulayan PKK'nın da şiddetle karşısındayız. PKK'nın manipüle ettiği başvurular olabileceğini reddetmiyoruz. Güvenlik kuvvetlerince gözaltına alınan kimi şahısların, başka türlü ciddiye alınmayacaklarından çekindikleri için işkence gördükleri iddiasında bulunmaları da mümkündür. Bunun için gerçeklerin dikkatle incelenmesinde ısrar ediyoruz. Ancak bu durumların genelde istisnai olduğunu söyleyebilirim. Bu istisnaların dikkatleri gerçek sorundan uzaklaştırmasına izin verilmemeli.
* Son zamanlarda Türkiye'nin ciddi olarak Avrupa insan hakları denetim mekanizmasından çekilmeyi düşündüğüne dair haberler çıkmakta. Ne dersiniz?
Türkiye'nin bireysel başvuru hakkı ve Divan'ın yargılama yetkisiyle ilgili beyanları 31 Ocak 1998'e kadar geçerli. Dolayısıyla o tarihe kadar Türkiye'nin, İnsan Hakları Sözleşmesi'nden imzasını geri almaksızın (ki o da 6 ay sonra yürürlüğe girebilir) denetimden çekilme imkanı bulunmuyor. Ben bazı yetkililerin bu yöndeki beyanlarını siyasi bir niyet ifadesinden ziyade bir öfke, bir hayal kırıklığı belirtisi olarak yorumluyorum.
Türkiye'de hukukun üstünlüğüne ve insan haklarına saygılı Avrupa devletleri ailesinin bir üyesi olma iradesinin hakim olduğuna inanıyorum. Türkiye'nin insan haklarına saygı göstermeyen ve göstermek istemeyen bir ülke olarak kayda geçmek isteyeceğine hiç inanmıyorum. türk yetkililerle görüştüğüm zaman edindiğim izlenim hiç öyle değil.
Türkiye'de tabii farklı siyasi eğilimler var ve hepsinin tutumu farklı. Ancak Türkiye'deki büyük çoğunluğun insan haklarını korume mekanizmasından çekilmeye yönelik bir adımı destekleyeceğini düşünemiyorum. Gerek insan hakları idealleri bakımından gerekse politik nedenlerle... Türkiye Avrupa Birliği'ne yakınlaşmak istiyor. Bunda pekçok ekonomik çıkarı var. Türk yetkilileri Brüksel'e giden yolun Strosbourg'dan geçtiğini ve Strasbourg'un yol üzerinde bir durak olduğunu gayet iyi bilirler. Bu nedenle Türkiye'nin pratikte Avrupa'ya sırt çevirmesi anlamına gleecek adımlardan kaçınacağına inanıyorum.
* Türk basınında Şubat'ta Türkiye'yi bu niyetinden vazgeçirmek amacıyla ziyaret edeceğinize dair haberler de çıktı...
Bu denli etkili olabileceğimi düşünenler olmasına şaşırdım... Ziyaretimin amacı yöneticilerle, özel olarak da Güneydoğu Anadolu'daki kanun uygulayıcılarıyla temaslarda bulunmak. Adalet Bakanı Sayın Şevket Kazan ile burada çok yararlı bir görüş alışverişi yaptık. Sayın Bakan beni Türkiye'ye davet ettiğine göre, benim Türkiye'deki kanun uygulayıcılarıyla yararlı bir iletişim kurabileceğimi düşünüyor olmalı. Aşırı bir iddia olarak görülebilir, ama ziyaretimin amacı Türkiye'de insan haklarının etkili bir şekilde korunmasına, özellikle polis tarafından gözaltına alınan kimseler bakımından köklü bir tutum değişikliğine katkıda bulunmak.
* Somut olarak ne yapacaksınız Türkiye'de?
Ziyaretim maalesef kısa olacak. Ankara'da yetkililerle bazı temaslarda bulunacağım ve savcılara bir konuşma yapacağım. Ancak sonra Eylül ayında Komisyon heyetiyle birlikte yine geleceğim.
Son olarak şunu söylemek isterim: Türkiye'nin Avrupa'ya sırt çevirmek ve insan haklarının korunmasına engel olmak isteyeceğine hiç inanmıyorum. Bu bağlamda 11. Protokol'ün onaylanmasında geri kalmayacağına güveniyorum.