The Others Türkeş'ten sonra MHP

Türkeş'ten sonra MHP

11.04.1997 - 00:00 | Son Güncellenme:

Türkeş'ten sonra MHP

Türkeşten sonra MHP

Türkeş'in ardından, ülkü ocakları geleneğine sahip çıkan `öz ülkücüler' ile, MHP'ye son yıllardaki popülerleşme ve merkez sağa yanaşma sürecinde katılan `liberal ülkücüler' arasında açık bir hesaplaşma olacak

TÜRKEŞ'in ölümü, MHP ve ülkücü hareketi büyük bir sıkıntıya soktu. Her şeyden önce, ülkücü taban, "ilke" ve "program" gibi şeylerin yerini tutan bir "simge"yi kaybetti. Üstelik bu simge, hayli zamandır iç çelişkileri derinleşen bu hareketin birlikteliğinin - gevşemeye başlamış olsa da - temel sigortasıydı. Üstelik gerek sözkonusu iç çelişkiler gerekse sistematik ikinci adamsızlık nedeniyle, bırakalım yeni bir "Başbuğ"u, mütevazi bir "genel başkan"ın bile ortaya çıkmasında büyük güçlük var.
En açık hesaplaşma, özellikle Ülkü Ocakları geleneğine sahip çıkan "öz ülkücüler" ile, MHP'ye son yıllardaki popülerleşme ve merkez sağa yanaşma sürecinde katılan "liberal ülkücüler" arasında olacak gibi görünüyor. Bu ikinci grubu kayırması nedeniyle büyük tepkilerle karşılaşan Türkeş, ölümünden önceki aylarda kongre senesinde durumu yatıştırmak için "eskilerle" barışma toplantıları düzenlemeye başlamıştı. Ancak Türkeş'ten sonra partiye hakim olma mücadelesinde, "eskilerin" ve "öz ülkücüler"in, "yenilere" ve "pop ülkücülere" dönük hıncının arttığı görülüyor. Bu tepkide, ideolojik açıdan "tabanın öz sesi"ni savunan bir popülizmden ötesi görünmüyor. Kadro gücü açısından baskın olan ve özellikle Orta - Doğu Anadolu taşrasından güç alan bu kesimin partide hakimiyet kurması durumunda MHP'nin marjinal bir konuma geri çekilmesi kaçınılmaz görünüyor. Çünkü MHP, son yıllardaki popülerleşmesini ve meşrulaşmasını büyük ölçüde "liberal" vitrinine, yeni imajına borçlu - ve o vitrini benimsemeyen "öz ülkücülerin" önde gelenleri de bunun farkında.
Ülkücü harekete modern, şehirli bir görünüm kazandırarak merkez sağa eklemlemeye dönük misyonu oğul Türkeş sürdürmeye çalışacak. Tuğrul Türkeş, böylelikle "eskilerin" ve "öz ülkücülerin" boy hedefi haline geliyor. Zaten "yeni" oluşuyla, "sarkık bıyıklı ürkütücü imajı eski ülkücü" tipini aşmaktan sözedişiyle, "ülkücülüğü sulandırmakla" suçlananların nümunesi durumunda. Buna karşılık Türkeş soyadına sahip olmak, medya tarafından tercih edilmek ve Türkeş'in yakın çevresindeki "beğ"lerin bir bölümünce desteklenmek gibi bir ajantajı var. Bu nedenlerle Tuğrul Türkeş'in haleflik şansı yüksek görünüyor - ama halef koltuğunda asla rahat bırakılmayacağı da kesin.
Her halükarda, MHP'nin yeni lideri, bir tür "federasyon" lideri konumunda olacak. Bu durumda parti dışındaki ülküdaşların etkisi ve nüfuzu da artacak. Özerkliğini sürdüren gruplar ve "reisler", seçim veya bir siyasal kriz durumunda ayrı baş çekmeye yahut transfere açık olacaklar. Sonuçta, milliyetçi hareketin orta vadede ayrışmasını kuvvetle muhtemel kılan bir yapı ortaya çıkıyor.

1995 yazında ülkücü camiada dolaştırılan "Genç Ülkücüler" imzalı bildiride şöyle deniyordu: "Başbuğumuz dimdik ayakta ve nice genci eskitecek güçtedir. Birtakım dış odakların lider adayı diye takdim ettiği dönekleri Ülkücü Hareket tanıyacak kadar basiretlidir. Bugün MHP'de bir değil binlerce Alparslan Türkeş yetişmiştir. Bu münasebetle ülküdaşlarımız bu tükenmiş yalaka kişilerin telkinlerine aldanmamak için dikkatli olmalıdır. MHP liderini içinden çıkaracaktır. Bu hareket Yazıcıoğlu ile, Durak'la, Zeybek'le, Somuncuoğlu ile büyümemiştir. Bu hareket Başbuğ ile, Rıza Müftüoğlu ile, Muharrem Şemsek ile, Naci Memiş ile ve daha nice isimsiz kahramanla büyümüştür."
Bugünlerde de benzeri sözler sıkça duyuluyor: "Dışardan" gelecek adaylara karşı, bunlar "eski ülküdaş" veya çok saygın isimler olsa bile, hareretli bir tepki var. Ülkücü hareketin tabanında böyle bir rahatsızlık yok ama grup başlarının tepkisi büyük. Bu nedenle, Mehmet Ağar veya başka biri "dış transfer"in MHP'nin başına geçmesi kısa vadede zor görünüyor.
Yine de "hariçteki" eski ülkücülerin MHP'deki nüfuz arayışı artarak sürecektir. ANAP ve DYP'deki milliyetçi hizipler, partilerdeki etkinliklerini artırmayı amaçlayarak MHP'den kadro ve seçmen transferine çalışacaklar. ANAP ve DYP'nin yönetimleri de, ilk genel seçimde MHP'yle ortaklık yapmaya açık.
Ne kadar deddedilirse reddedilsin, bu nüfuz arayışının MHP'yi etkileyeceği ve orta vadede erozyona yolaçacağı kesin.
MHP'ye kur yapma yarışının merkez sağdaki temel sonucu ise, zaten öteden beri kendi programlarına göre değil "piyasaya göre" politika yapan merkez sağın MHP'ye olan benzerliğinin artması olacak.


BBP, kuruluşundan itibaren, Türkeş'in ölümünden sonra MHP mirasına sahip çıkacağı beklentisine sahipti. BBP yöneticilerine göre kendilerinin MHP'den kopuş gerekçelerini ülkücü tabanın büyük çoğunluğu haklı bulmuş, sırf "başbuğ" faktöründen ötürü onları takip etmemişti. Ancak, bu faktörün kalkmasıyla MHP tabanının BBP'ye kayma beklentisi gerçekçi değil.
BBP'den MHP'ye bir kayma olabilmesi için, MHP'de yönetim krizinin iyice çözümsüzleşmesi gerek. BBP'nin MHP'de cezbedebileceği unsurlar da esasen ülkücü tabanın İslami hassasiyeti yüksek kesimleri olacaktır, o noktada da BBP RP'nin rekabetine maruz kalacaktır.
Bu bakımdan MHP'nin, Türkeş'in 90'larda izlediği laik çizgiyi izlemeyi sürdürüp sürdürmeyeceği önem kazanıyor. RP karşıtı laik kampta yeralanlar ve bu arada medyanın geniş bir kesimi, Türkeş'in ülkücülere "laik ve Atatürkçü" bir tutumu vasiyet ettiğini ısrarla vurguluyor. MHP'de en bariz biçimde Tuğrul Türkeş'in temsil ettiği bu çizginin galebe çalması durumunda, muhafazakar taşra tabanından BBP'ye - ve RP'ye - kayma beklenebilir.


MHP içindeki ayrışmanın, Türkeş'in ölümünden önceye giden yapısal bir nedeni var. Grupların, "reislerin" ve çeşitli ilişki şebekelerinin özerkliği fazlasıyla artmış durumda. Bu ayrışma ülkücü hareketin 90'lardaki genişlemesine ve güçlenmesine bağlı.
Ülkücü "reisler", gerek para - rant gerekse güç ve prestij açısından son yıllarda büyüyen "kaynaklara" sahip oldu. Bu gücün cazibesi, değişik ölçeklerde çok sayıda "reis"in kendi kadrosunu ve "kendi" etkinlik sahasını kurup başına buyruklaşmasını getirdi. Bu süreçte, eskinin taşralı alt - orta sınıf ülkücülerinin birçoğu, cep telefonlu - Mercedesli "işadamları"na dönüşerek elitleşti.
Bu karmaşayı daha artıran bir etken, ülkücülerin gerek resmi gerekse yeraltı güç odaklarıyla ilişkileridir. İktidardaki merkez sağ partilerdeki ülküdaşlarla, devletin gizli - açık güvenlik birimleriyle, ülkücü mafyayla kurulu bağlantılar, grupların ve "reislerin" kontrolünü ve bir hukuka bağlanmasını zorlaştırıyor.


3 Kasım 1980'de Kenan Evren'e gönderdiği mektupta Alparslan Türkeş, "12 Eylül gününden bu yana vaki beyanlarınız, bizim de yıllardır savunmaya çalıştığımız ve bundan sonra da her şart altında savunmaya devam edeceğiz düşüncelerin değişik bir üslupla teyidi niteliğindedir" demişti. Oysa 12 Eylül'de "devletin öpmek için eğildikleri elinden tokat yemenin" hayal kırıklığını yaşayan ülkücüler arasında, devleti ve rejimi sorgulama eğilimi yaygınlaşmaktaydı. Tabanı etkileyen İslamcılaşma da bu eğilimi güçlendirdi. Kendini devletle özdeşleştiren, onun gönüllü milisi sayan geleneksel anlayış, epey kuvvetten düştü - en azından 90'lara gelinceye kadar. Ancak Türkeş, "devletimiz neylerse güzel eyler" teslimiyetine dayalı geleneksel anlayıştan hemen hiç uzaklaşmadı. Bu teslimiyet, "ne yaptıysa devlet için yaptığını" söyleyen Abdullah Çatlı ve benzerlerinin tavrının da ideolojik kaynağı olarak görülebilir. Türkeş, 90'larda Kürt meselesi vesilesiyle, "devlet"i kutsallaştırdı. Koza "devletin temel ilkeleri" arasında sayılan laiklik ilkesine, ülkücü tabandaki İslami muhafazakarlığı tedirgin etme pahasına, daima sahip çıktı. Bir bakıma onun asker kimliğinin de kopmaz bekçisiydi bu: Batı medeniyetine, "bilim ve teknik"e, laikliğe ve tabii devlete imanla bağlılık...