19.02.1999 - 00:00 | Son Güncellenme:
Bundan böyle gözardı edilecek bir ülke değil: Türkiye ciddiye alınacak, hem de çok.
Batılı diplomatların asla bıkmadığı bir konu var ise, bu, dünyanın en önemli başkentlerinin neler olduğunu tartışmaktır. Elbette tepede Washington var: kendimizi bildik bileli, 19 yüzyıldan beri, küresel gelişmeleri belirleyen başka bir ülke yok.
Peki, başka? Moskova hala yukarılarda bir yerde, başıboş nükleer silahların ve uluslararası alana nam salmış mesele çıkartma kabiliyetinin hatırına olsa da. Ardından, Avrupa'nın eski temsilcileri geliyor: Paris, Berlin ve Londra. BM ve AB'ye bağlı diplomatik temsilcilikler de özellikle bugünlerde aynı ölçüde önemli. Tokyo, Delhi ve Pekin de umursanmalı, ama bunlar birinci lige girme konusunda uzaklıktan kaybediyorlar. Topu topu, bu kadar. Tek bir istisnayla: Bunlara artık Ankara'yı da eklemek zorundayız.
Kuşkuculuğu bir an için askıya alın ve son aylarda birinci sayfaları işgal eden, aslında birbirinden kopuk görünen şu gelişmeleri bir hatırlayın: AB'nin büyüme konusunda düğümlenmesi; ABD ve Britanya uçaklarının Saddam'ın hava savunma mevzilerine tekrarlanan saldırıları; Ortadoğu'nun kerameti kendinden menkul, kibirli barış hakemi Suriye'nin aniden kuşatılmışlık endişelerine garkolması; Kosovalı Arnavutların tarihsel müttefik ve hami arayışları; petrol şirketleri ile hükümetlerin Orta Asya'nın büyük enerji kaynaklarının kullanımı konusunda birbirlerine düşmeleri ve Londra'da bir elçilik binası önünde genç Kürt kızının kendisini yakması.
Hangi ülke bütün bunların herbiri içinde önemli bir faktör. Britanya değil. ABD bile değil. Yanıt, Türkiye.
Aslında bu fikir mantık dışı gibi gelebilir. Türkiye AB'nin dokunmaya bile çekindiği, kırılgan bir geçici hükümetle yönetilen, kirli bir savaşın acısını yaşayan, ekonomik sorunları bir sterlinin 540 bin TL olmasında açıklamasını bulan bir ülke değil mi? Evet, elbette bunlar doğru. Ama Mustafa Kemal'in 1923'te kurduğu devlet, komşuları için yeterince güçlü ve etkili. Dilerseniz Kıbrıs, Yunanistan veya Suriye'ye sorabilirsiniz.
Geçen Aralık ayında Türkiye'nin bükülmez karşıkoyuşu yüzünden, Ankara'nın adaya saldırıp imha edeceği uyarısı ardından, Kıbrıslı Rumlar Rus füzelerini yerleştirmekten vazgeçmek zorunda kaldılar. Bundan birkaç ay önce de Türkiye birliklerini Suriye sınırına yığmış, İsrail'le kurduğu gayrıresmi stratejik ortaklığını sessizce kullanarak, Şam'ın Öcalan'ı apartopar sınırdışı etmesini sağlamıştı.
Ve, şimdi de, Kürt liderinin, Yunanlılar tarafından koruma altına alındığı Kenya'dan sansasyonel biçimde kaçırılması. Atina, tarihi düşmanı tarafından uzun yıllardır böylesine küçük düşürülmemişti. Bu zafer belki uzun vadede yapıcı olmayabilir, ama bugün Türklerin damağına müthiş bir tad verdiği muhakkak.
Ama, bir kıdemli Türkiye gözlemcisinin bana söylediği gibi: "Türkiye'nin ani bir güç gösterisine kalkıştığı filan yok, çünkü bunu zaten daima yapıyordu. Bunu biz yeni yeni farkediyoruz."
Ve tabii, bir ayağı Avrupa'da öteki Asya'da duran, Akdeniz'in en yoğun nüfuslu ülkelerinden biri olan Türkiye'nin, Brüksel'den Taşkent'e kadar hemen her dikkate değer diplamotik gelişmede şuveya bu şekilde bir rolünün olması hiç kimseye şaşırtıcı gelmemeli.
Öncelikle Türkiye , NATO'nun kilit üyelerinden biri: Bir zamanlar ittifakın Sovyetler'e cephe ülkesiydi, bugün en doğu ucundaki üyesi. Eğer NATO bu baharda Avrupa alanı dışında operasyonları öngören yeni doktrini kabul ederse önemi daha da artacak. Gerçekten de İncirlik'in Irak'taki uçuşa kapalı bölgelere devriye uçuşlarında kullanılması, gelecekte olabilecekler hakkında sadece bir fikir veriyor.
İsrail ile sıkılaşan ilişkileri sayesinde Türkiye artık Ortadoğu bunalımında bir yeni faktör. Her iki ülke de askeri işbirliğinde kötülük olmadığını söylüyor, ama gerçekte Türkiye İsrail'i koruyan "üçgenin" -ABD ve Ürdün ile birlikte- bir köşesini oluşturuyor.
Avrupa'ya dönelim. Avrupa'daki, özellikle de AB'nin en büyük ekonomik gücü olan Almanya'daki en büyük göçmen topluluğu, Türkler. Almanya'nın yeni yurttaşlık yasa tasarısının perde arkasına bakın, orada resmen yabancı olan ama kanları dışında herşeyleri ile Alman sayılması gereken Türk "gastarbeiter" sorununu bulacaksınız.
AB, büyüme sorunu ile boğuşmakta. Eğer Yunanistan Doğu Avrupa'daki adayların üyeliğini bölünmüş Kıbrıs'ın reddedildiği gerekçesiyle veto ederse, bunun acısını (Güney) Kıbrıs çekecek. Peki, birleşik bir Kıbrıs'a kim karşı çıkıyor?
Adanın kuzeyindeki, Türkiye destekli devletçik.
Bu da bizi çeyrek yüzyıldır çözülemeyen, hala iki NATO üyesi arasında bir savaş riskini içinde taşıyan Kıbrıs sorununa getiriyor. Benzeri bir etnik ve dini uyuşmazlığın mayın tarlası olan Balkanlar'a doğru ilerlediğimizde de, Kosova'daki savaşı buluyoruz. Bu kez, uyuşmazlığın Hristiyan tarafındaki gücün patronu, Yunanlılar değil, Ruslar. Müslüman Arnavutların en doğal gözdeleri ise -tahmin edersiniz- Türkler.
Bu patronun gücü Çanakkale üzerinden Kafkasya ve Orta Asya'ya kadar uzanıyor.
Gerçi bugün bu rol gerçek olmaktan çok hayali, ama Azeri lider Aliyev'in tıbbi tedavi için Londra veya Paris'e değil, Istanbul'a gitmiş olduğunu unutmayın.
Yarın öbürgün Hazer ve Türkmen enerji kaynakları akmaya ve hemen kesinlikle Türkiye üzerinden Avrupa'ya erişmeye başladığında, öykü hayli değişecek.
Ve, son olarak, Kürtler. Öcalan'ın yakalanması Ankara'nın Kürt sorununu sona erdirmeyebilir. Türkiye'nin güneydoğusundaki uzun iç savaştaki zafer şimdiden garantilenmiş olsa bile, bu hafta peşpeşe gelen elçilik işgalleri, insan hakları kuruluşlarının Türk güvenlik güçlerinin acımasız yöntemlerine karşı onyıllık protesto eylemlerinden çok daha etkin biçimde Kürt sorununun varlığı konusunu hissettirdi.
Ama "dünyanın en istenmeyen adamı"nın sefil serüveni, kendisini yeterince anlatan bir öykü. Evet, nihai darbeyi vuran operasyonda Amerikan ve İsrail yardımına şükran borcu olduğu hissediliyor (her iki güç de Ankara'nın envanterinde olumlu hanede durmaya özen gösteriyor). Ama onu Avrupa'nın iltica kapılarına sürükleyen, Afrika'nın altındaki bir elçilik binasının müştemilatı içine sığınmaya zorlayan şey, Türkiye'nin inadı idi.
Bugün ben çiçeği burnunda bir Dışişleri yetkilisi olsaydım, ayaklarımın tozlanmasından hiç çekinmez, Washington ve Paris'i reddederdim. Ortadoğu'nun muhtelif krizleri, AB'nin dış politikaları, Balkanlar, radikal İslam ve büyük petrol politikası üzerinde kitaplar devirir; Ankara'ya doğru yola koyulurdum.