Yazarlar Artık kendimizden korkuyoruz

Artık kendimizden korkuyoruz

28.07.1998 - 00:00 | Son Güncellenme:

Artık kendimizden korkuyoruz

Artık kendimizden korkuyoruz

       İSTANBUL Valisi Kutlu Aktaş, kırsal kesimden İstanbul'a göçü önlemek için "vize" uygulanmasını istedi. Vali Aktaş, "Herkesin tasını tarağını alıp, İstanbul'a geldiğini" belirterek, "Ben vize uygulanmasından yanayım. İstanbul'da işi, arazisi olmayana oturma izni verilmemeli" dedi.
       - Gerçekten de, İstanbul aralıksız ve yoğun bir göç istilasına uğramaktadır. Nüfusu, bir devlet nüfusuna ulaşan İstanbul'un bu yükü taşıması artık imkansız hale gelmektedir. İstanbul bugün, 2 ailenin kalabileceği bir eve 20 ailenin tıkıştığı bir ev görünümündedir.
       - Ancak, göçü doğuran faktörleri ortadan kaldırmadan ve insanlarımızı yaşadıkları yerlere bağlamadan, sadece vize uygulaması ne kadar başarılı ve doğru olur?
       - Siz, kendi vatandaşınıza, kendi ülkesinde vize koyarsanız, Avrupa'nın sizin vatandaşınıza koyduğu vize uygulamasını nasıl eleştireceksiniz? Siz, "İstanbul bu göçü kaldıramıyor. İşi ve arazisi olmayana vize verilmesin" derseniz, Almanya, Belçika veya Fransa'nın, "Ben, Türkiye'den gelen göç dalgasını hazmedemem. Tasını tarağını toplayan benim ülkeme geliyor. Bu nedenle sıkı vize uygulamak zorundayım" açıklamasına ne yanıt vereceksiniz?
       - Bugün gelinen nokta, kalabalık nüfusuyla, kuru kalabalığıyla övünen kafalara ders niteliğindedir. Eğitimsiz, donanımsız, mesleksiz insanlar yetiştirmeyi marifet sayıp, bu insanlarımızı İstanbul'u bile göstermeden, Avrupa'ya yolladık. Şimdi, İstanbul'u da gördüler. Bırakın Avrupa'yı, artık biz bile kendi nüfusumuzdan korkar hale geldik.

       NURİYE Akman, sohbet köşesinde, Kubilay Uygun'a sordu:
       - Gençliğinizde nasıl biriydiniz?
       - 80 öncesi Genç Ülkücüler Teşkilatı'nın kurucusuyum. Bozkurttum yani.
       - DSP'de ne arıyordunuz?
       - O da onların problemi. Ben yazmışım müracaat formuma, ben şuyum diye...
       Uygun yazmış, müracaat formuna, "Ben şuyum" diye. Ama, onun "özgeçmişi"nden hiç rahatsız olmayan DSP, almış Uygun'u siyaset sahnemize kazandırmış.
       Bu sadece DSP'nin değil, tüm partilerimizin aday seçimindeki yanlışlıkları ortaya koyan örneklerden bir tanesi. Bir aday hangi niteliklere, ölçülere göre seçilir, ya da seçilmez? İlkeler belirlenip, uygulanmadıkça, başımızı Uygunlar'dan kurtaramayız.
       İlkeleri saptayıp, uygulamaya koymazsak, TBMM üyesi iki parlamenterin şu düzeyli tartışmasına kızma hakkını kaybederiz:
       "Kubilay Uygun'un 'çapkınım, hovardayım' demesine, DTP Genel Başkan Yardımcısı Hamdi Üçpınarlar, 'Kubilay amatör. Gerçek kral benim. Tahtımı da şu yaşta kimseye kaptırmam. Kendisine, yabancı kadınlardan korunması için nasihatte bulundum. Ruslarla çok alışverişe girmiş. Hastalık kapabilir' diye tepki gösterdi."
       Kafaları belden yukarı çalışan, Ragıp Duran'ı hapse gönderen, Oral Çalışlar'a cezaevi yolunu açan anti - demokratik yasaları, kafaları belden aşağı çalışan bu parlamenterlerimiz mi değiştirecek?

       HINCAL Uluç'un yazısını okuyunca, yüreğime su serpildi. "Demek ki" dedim, "Şu alkışlı basın toplantıları sadece bana ters gelmiyormuş."
       Önce koalisyon ortaklarının, ardından da DYP Genel Başkanı Tansu Çiller'in "basın toplantıları"nda gazetecilerin önüne oturan partili, milletvekili ve bakanların liderlerini sık sık alkışlamalarını 2 kez eleştirmiş ve "Böyle bir durumda, gazetecilerin derhal salonu terketmelerini" önermiştim.
       Hıncal Uluç köşesinde, "İşte çözüm bu" dedi ve bu anormalliğe ancak medyanın kendisinin son verebileceğini belirtti: "Bu tür toplantıları derhal terkedecek, bu tür toplantıları, ne gazetelere, ne de TV'lere tek satır haber, tek saniye görüntü yapmayacaksınız. Bakın nasıl muma dönüyorlar."
       Ardından, Bekir Coşkun da köşesini bu konuya ayırarak, o renkli üslubuyla "Alkışlı basın toplantılarıyla" dalga geçti. Coşkun, "Eskiden basın toplantılarına gazeteciler alınırdı. Şu sıralar, basın toplantısı yapılacak salona, lideri alkışlayacak partililer yerleştiriliyor. Yer kalırsa gazeteciler alınıyor, yok kalmazsa, zaten alınmıyor" diye yazdı.
       Basın toplantıları, partilerin grup toplantılarına ve liderlerin seçim meydanlarına dönüşmeye başladı. Basın toplantılarını kurtarmak ve eski kimliğini kazandırmak bize düşüyor. Yapmamız gereken şey, dediğimiz gibi çok basit: Hangi basın toplantısında alkış koparsa, o basın toplantısını hemen terketmek.
       Biz bu tavrı ortaya koyarsak, alkışlar mutlaka susacaktır.

       AF konusunda gelinen son nokta şu: "Adi suçlular yararlanacak; düşünce suçluları beklemede."
       DSP lideri Bülent Ecevit'in gündeme getirdiği ve koalisyon ortaklarının uzlaştığı af tasarısı TBMM'ye sevkedilecek. Ancak, bu noktada bir "ayrıntı" var. Adi suçluların aftan yararlanacağı kesin de; sonrası belirsiz. Şimdi, af tasarısının kapsamı tartışılıyor.
       Fikir suçları af kapsamına girecek mi, girmeyecek mi? Ne utanç verici bir tartışma!
       Af tartışması zaten tuhaf başladı, öylece de gidiyor. Af denilince akla, "kader kurbanları" adı altında adi suç işlemiş herkes geldi de, bir yazısından dolayı hapiste bulunan hiç kimse gelmedi. Adi suçlular için sızlayan yürekler, düşünce suçluları için hiç oralı olmadı.
       Bugün siyasi partilerimizin af konusundaki yaklaşımı, aslında demokrasi kültürünün ne kadar zayıf olduğunu gösteren çok çarpıcı bir örnek. Bir tek, CHP, "Düşünce suçu nedeniyle cezaevlerinde bulunan gazetecileri ve aydınları kapsayacak bir düzenlemede" ısrarlı olacağını açıkladı.
       Zeynep Oral, Milliyet'deki köşesinde "düşünce" ile "suç" sözcüklerini yan yana ke kadar çok kullandığımıza şaşırdığını yazıyor ve "Bu iki sözcüğün doğaları gereği yan yana gelmesi imkansız olmalı. Düşünce suç olamaz" diyordu.
       Ne kadar yerinde bir gözlem. Biz de kaptırmışız gidiyoruz, "düşünce suçlusu" diye. Sahi, kim affedecek, hapisteki gazeteci ve yazarları? Düşünceyi suç olarak görenler mi? Ya da düşünceyi suç olmaktan ısrarla çıkarmayanlar mı? Kim?




Yazara E-Posta: A.Sever@milliyet.com.tr