Ayşegül Sönmez

Ayşegül Sönmez

a.sonmez@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

“Bizim enstalasyonlar gitti...” Sanat eleştirmeni Elif Dastarlı aynen böyle yazdı. Size bu yazıyı yazmadan birkaç dakika önce bana gönderdiği mektubunda.
Polis müdahalesi başlamış. Meydandaki barikatlar yok edilmişti. AKM’nin camları kırılmış. Cephesindeki afişler toplanmış bir tek Atatürk ve bayrak bırakılmıştı.
Dastarlı, eylemlerin daha üçüncü günü dolmadan, sanatatak.com’a yazdığı yazısında “Panzer karşısında dans eden, kırmızı renkli elbisesiyle gaz yiyen, önce toma nedir öğrenip sonra onun telsizinden polis amirine futbol sloganı atanların yaptıklarından daha sahici, daha etkileyici performanslar yapılabilir mi artık?” diye soruyordu.
Bu soruyla da kalmıyor şu soruları da soruyordu:
“Bundan sonra bu topraklardaki bir galeride sanatçıların ürettiği ve isyanı kurgulayan bir işe ne kadar hürmet edebileceğiz?
Ne kadar ciddiye alabileceğiz onları? Yan yana sıralanan, bulabildiği her malzemeyi elden ele taşıyarak karınca misali bir emekle kurulan barikatlardan daha kolektif enstalasyonlar görebilecek miyiz?
Bu mümkün mü? Bundan sonra galerilerde-bienallerde sergilenen politik işleri, günler süren bu direniş bayramını unutarak hakkıyla nasıl değerlendirebileceğiz?”
Bu soruların üzerine 48 saat geçmemişti ki...

En büyük enstalasyon
Bu yılki İstanbul Bienali’nin küratörü Fulya Erdemci, bir mektup yolladı pek çok kimseye...
Taksim ve çevresinde çok ciddi yaratıcı sanatsal müdahaleler olmaktaydı. “Camları kırılmış bir otobüs durağının domestik bir ev içine dönüştürülmesi, iş makinelerinin pembeye boyanması, farklı hatta birbirine karşıt görüş ve pratikteki Gezi Parkı ve Taksim dayanışması bileşenlerinin AKM’nin cephesindeki çoklu ve çoğulcu kolaj ifadeleri, bazı duvar ve yer yazıları ve resimleri vs.”
Erdemci, Taksim’e devlet girdikten sonra bunların yok olmaması için hepimizden öneriler bekliyordu. Kendi önerisi belediyeyle görüşüp onları Gezi’deki bazı müdahalelerden Bir Sivil Direniş Anıtı inşaya ikna etmekti.
Bu mektup üzerinden 24 saat geçti. Bir sergi için İstanbul’a gelen ve kendini olayların ortasında bulan Kendell Geers, Erman Ata Uncu’ya şu açıklamayı yaptı:
“İstanbul Bienali’nin ‘Anne ben barbar mıyım?’ sorusundan hareketle kent ve kamusal mekân temasını ele alacağını biliyorum. Ama Gezi Parkı’na bakınca bu bienalin iptal edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü orada, halkın mekân üzerinde çok spontan, enerjik bir şekilde tekrar hak iddia etmelerinin bir örneği var. Sadece politik bir hak iddiası değil aynı zamanda sosyal de bir hak iddiası... İnsanlar ‘Bu park bize ait, politikacılara ya da alışveriş merkezlerine değil, burası bir kamusal alan’ diyor. Ve inanılmaz bir cömertlik, yardımlaşma söz konusu. Resmi bir yardım alınmadan denge kuruluyor, AKM böyle kontrol ediliyor. Bu şimdiye kadar gerçekleştirilmiş en büyük enstalasyon, en büyük bienal. Bir küratöre veya idareciye, yani insanlara ne yapmaları gerektiğini söyleyecek birilerine de ihtiyacı yok. Çünkü zaten taban hareketiyle gerçekleşen bir oluşum.”
Bu açıklamayı takip eden birkaç saat içindeyse twitter’da son derece ilginç bir diyaloga şahit olacaktık. Sanat eleştirmeni Seda Yörüker ve sanatçı Kerem Ozan Bayraktar arasında...
Sanatçı soruyordu: “Yüce duygular uyandıran her şey sanat mıdır?”

‘Gezi’den sonra değişti
Eleştirmen, sanat ve politikanın birbirini etkilediğini ama elbette birinin diğeri demek olmadığını düşünüyordu. Sanat ile politika ilişkisi ne kadar zorunlu ise sanat ile bahçıvanlığın ilişkisi de bir o kadar zorunluydu.
Uzun zamandır sanatçı ve eleştirmenler bir panelde bir araya gelmedikçe konuşmuyorduk.
Çoğumuz birbirimize küstük.
Gezi parkından sonra değişti.
Otobüs durağı içerisi oldu. Hurda arabaya niyetlerimizi astık.
Geriye hiçbir şey kalmamasının, herhangi bir obje, hele koca bir anıt hiçbir önemi yok. O dozer bir kez pembeye boyandı. Neyin sanat neyin hayat olduğu karıştı. Bundan sonra sırtımız yere gelmez.
Çok ciddiyim.