Düşünenlerin Düşüncesi

Düşünenlerin Düşüncesi

dusunce@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları

27 Mayıs 1960 Darbesi’nin tasarruflarından birisi de, bir müddet kullanılıp sonra unutulmaya terkedilen “2.Cumhuriyet” esprisi içinde “Yeni Türkiye” kurmak ve bunu bir “Yeni Anayasa” ile tescil etmekti. Çoğunluğu belirli yüksek idareciler ve muhtelif kademelerdeki siyasetçileri ile Yassıada ve Balmumcu Kışlası’na “tıkılan” Demokrat Parti’nin siyasî rakibi olan Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) mensuplarından oluşan bir Kurucu Meclis, “kardeş kavgasını önleme” iddiaları ile iktidarı gasp eden iradenin temel görüşlerini “1961 Anayasası” belgesine yerleştirdi. Bu görüşler, CHP’nin 1959 Kurultayı’nda belirlenen “İlk Hedefler Beyannamesi”nin hemen hemen aynı idi. “Yeni Anayasa’da”, millet iradesinin kullanılması, millet iradesine hesap vermesi söz konusu olmayan “organlar” ile paylaşıldı. Çifte Meclis (Büyük Millet Meclisi ve Senato) getirildi. Senato’ya, hayat boyu üye olmak üzere, Meclis’in açılması ile hukuki varlığı sona eren Milli Birlik Komitesi üyeleri yerleştirildi; halk bunlara “temelli senatörler” adını verdi. Anayasa’ya, sivil siyasetle eşdeğer bir ağırlık kazanan kurum olarak, Milli Güvenlik Kurulu (MGK) yerleştirildi. Danıştay ve Yargıtay’a yürütmeyi sınırlandırma imkanları tanıyan görevler verildi.

Haberin Devamı

Türkiye’nin yakın tarihinde, hesabımıza yazılacak en büyük utanç vesilesi olan siyasî infazların yapılmasında başrolü oynayan ve daha sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin 5. Cumhurbaşkanı olarak görev yapacak, eski Genelkurmay Başkanı Org. Cevdet Sunay’ın başında bulunduğu Silahlı Kuvvetler Birliği, cuntanın katı eylemlerini yürütüyordu. Yeni Meclis’in açılması bazı şartlara bağlandı, bu şartların yerine getirilmemesi halinde askeri rejimin kalıcı olacağı tehdidi savruldu. Skandal bir Cumhurbaşkanlığı seçimi arifesinde, “1961 Çankaya Protokolü” siyasi partilerin elini kolunu bağladı. Milli Birlik Komitesi Başkanı olan Org. Cemal Gürsel’in karşısına aday olarak çıkacak Prof. Ali Fuat Başgil, Alb. Sıtkı Ulay’ın tabancalı tehdidi ile önce Ankara’yı, sonra Türkiye’yi terk etmeye zorlandı.

Haberin Devamı

‘27 Mayıs’ın bilinmeyenleri-2

Yassıada Mahkemeleri

Ayrıntıları eşi görülmedik bir trajediyi oluşturan Yassıada Mahkemeleri ile ilgili iki konuyu zikretmek isterim:

n Yıllar önce, Yavuz Donat’ın merhum Aydın Menderes ile yaptığı bir mülakatta, Aydın Menderes, DP’nin kuruluşu sırasında, babasının Aydın Çakırbeyli Çiftliği’nde 40.000 dönüm arazisi bulunduğunu, bunun 5.000 dönümünü oradaki köylülere bağışladığını, 27 Mayıs 1960’da tevkif edildiği sırada elinde sadece 3.000 dönüm arazi kaldığını söylüyor. Demek ki, Adnan Menderes, darbe sırasında ileri sürülen iddiaların aksine, parayı adeta yutan siyasi faaliyete, sahip olduğu araziyi satarak siyaset için gerekli harcamalarına kaynak sağlamıştır ve hiçbir kamu kaynağına el uzatmaya tenezzül etmemiştir.

n Yassıada’da, çok haksız olarak adı “Mister yüzde 10”a çıkarılan ve güya bu komisyonların karşılığını İsviçre bankalarına yerleştirdiği iddia edilen merhum Fatin Rüştü Zorlu, kendisini, Yassıada’da bu konuda soruşturmaya gelen yüksek rütbeli subaylara, bir “umumi vekâletname” vermiş ve konuyu İsviçre’de kendilerinin araştırmalarını istemiş, bulduklarını da kendilerinin almasını talep etmişti. Tabiî, Mahkeme’ye hiçbir sonuç getirilemedi ve Fatin Rüştü Bey hakkında çıkarılan söylentiler çirkin birer iftira olarak tarihte yer aldı.

Haberin Devamı

Hukuki çelişkiler

Yassıada’nın gerek davaların kurgulanması ve yürütülmesi, gerek infazların yapılması konularındaki hukukî çelişkilerini tasvire sayfalar yetmez. DP erkânına isnat edilen hırsızlık, yolsuzluk, hak ihlali gibi ithamlar ispat edilemediğinden, sonunda “Anayasa’yı tağyir ve tebdil etme teşebbüsü” davası açıldı. Çelişkiye bakınız ki, Atatürk’ün 1924 tarihli Anayasası’nı askıya alan ve yerine “Geçici İhtilal Anayasasını” ikame eden 27 Mayıs darbecileri, “1924 Anayasası’nın zorla değiştirilme teşebbüsü” ithamı ile DP mensuplarını yargıladılar! Buna rağmen, henüz Yassıada mahkemeleri devam ederken, Atatürk’ün 1924 Anayasa’sı ilga edildi ve 1961 Anayasası hazırlandı.

Anayasa Davası’nın en büyük dayanaklarından biri olarak da 1924 Anayasası’nın hükümlerine uygun olarak, TBMM tarafından kurulan Tahkikat Komisyonu gösteriliyordu. Tahkikat Komisyonu, görevini tamamlamış, raporunu yazmıştı. Raporun, o sırada tatilde olan TBMM’de tartışılması bekleniyordu. 27 Mayıs darbesi geldi. Söz konusu raporun savunma delili olarak reddi ve Yassıada duruşmalarında okutturulmamasına karşılık Tahkikat Komisyonu’nun başkan ve üyelerine 14 idam cezası takdir edilmesi izah edilemeyecek bir hukuk garabetidir.

‘27 Mayıs’ın bilinmeyenleri-2

Diplomasi zarar gördü

Yassıada davalarındaki diğer bir hukuksuzluk da, Mahkemenin “Dışişleri konularını, dava konuları arasına almama” kararına rağmen, devrin Dışişleri Bakanı’nın idama mahkûm edilmiş olmasıdır.

Yassıada’yı neresinden tutalım?

Yassıada trajedisi, ansiklopedilere sığmayacak acı, ızdıraplı ve dramatik olduğu kadar, bazan insani, hatta komik sayısız olayla doludur. Bunu bugün göz ardı edip, Yassıada’ya, tarihte hiç olmadığı niteliği atfederek “Demokrasi ve Özgürlükler Adası” ismini uygun görenleri ve Ada’yı eğlence ve turizm merkezi haline dönüştürmeyi düşünenleri teessüfle karşıladığımı ve bu konuda yalnız olmadığımı da, özellikle, belirtmek, benim için bir vicdan borcudur.

Sadece birkaç tanesini, çok genel olarak dile getirdiğim 27 Mayıs döneminin yarattığı gerilimler, tesbih tanesi gibi birbiri ardına sıralanan pek çok bunalımın kâh kendisi, kâh sebebi olarak, Türkiye’nin siyasi istikrarını, kalkınmasını, refahının yaygınlaşmasını, sosyal eşitsizliklerinin giderilmesini geciktirdi. Mükemmellik sıralamasında, dünyada 6. sıraya yerleşen Türk diplomasisi, bir gecede Üçüncü Dünya ülkesi konumuna düşürüldü ve dış politikada, Türkiye’nin itibarı yıllar boyu zedelendi. Milletin ve dünyanın zihnini bulandırarak siyasetin makul temellere dayanan yüksek seviyeli bir hizmet faaliyeti niteliği kazanmasının önünü tıkadı. 1950-60 arası “halkın demokrasisi ile oluşan TBMM,” 1960-80 arası “parti delegeleri demokrasisi ile oluşan Meclis”, 1980’den sonra ise, “parti liderlerinin oluşturduğu Meclis” oldu.

Darbenin asıl sebepleri

Türk halkı, eski tarihinden getirdiği “kurultay ve oylama”, İslam tarihinden getirdiği “adalet, istişare ve karara biat” kültürüne ilaveten, 1908’den beri devam eden seçim geleneği sayesinde, demokrasiyi benimsemiş ve siyasi zihniyetine yerleştirmiştir. Halkın seçtiğinin halkın elinden alınması, oy ile gelenin silah ile götürülmesi anlamına gelen “darbe”, halkın, üst yönetimlere ve ilişkide bulundukları çevrelere şüphe ile bakmasına yol açmış ve demokrasiyi, önemli ölçüde zaafa uğratmıştır.

Bugün hâlâ, 27 Mayıs’ın tortularını, günlük hayatımızda olduğu kadar, siyasi hayatımızın, kurullarımızın, adalet ve bürokrasi mekanizmalarımızın zihniyetlerinde taşıyoruz. Kimi karar ve eylemlerimiz, davranışlarımız, o günleri hatırlatan işaretler taşıyor. Bize, aşılması güç görülen engeller yaratıyor. Diyalog kuramıyoruz. Başkasını dinleyemiyoruz. Bizden farklı olana anlayış, hoşgörü ve itibar gösteremiyoruz. Çatışmaya hazırız. Sabırsızız. İdarede ilim, ehliyet ve liyakat sahibine saygı gösteremiyoruz. Kıyıcılık, kayırmacılık, istismar, yolsuzluk ve adaletsizlik hâkim oldu. Devlete hizmet edecek kişinin, “ehil” olacağına, “bizden” olması daha önemli…

Bu vasıflar, önümüzdeki “demokrasi” ve uygarlık yolunun, daha bir müddet, bizim için uzun ve zahmetli olacağını gösteriyor.

Şurası iyi bilinmelidir ki, burada sıraladığımız bütün olayların ötesinde, 27 Mayıs Darbesi’nin asıl sebepleri şöyle sıralanabilir: Bütün engellemelere rağmen, Türkiye’nin sanayileşmesinde, tüketim malları ithal ikamesini tamamlamakta ısrar etmiş olması, Türkiye’nin mali denetimine dış finans çevrelerinin hâlâ tam el koyamamış olması, Batı’nın vermediği kredi ve teknolojilerin Japonya ve Rusya’dan aranması, Kıbrıs sorununun çözümünde, Türkiye’nin çok başarılı bir çözüm noktasında bulunması, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin komutasının NATO denetimine geçmesi arayışları, Soğuk Savaş’ın sağ- sol çatışmaları ile içeride ve dışarıda yönetilmesi olarak özetlenebilecek dünya stratejisinin uygulanmakta olmasıdır. 1958’den itibaren gittikçe yoğunlaştırılan iç olaylar, yukarıda anılan sebeplere nisbetle tali ölçüde kalmakta idi. Mesela, “olaylar” dendiğinde, Lozan Meydanı’nda toplananların sayısının 3.000’i geçmediği bilinen bir gerçektir. Harp Okulu öğrencilerini sokağa dökenler, “darbe” dışında bir çözümün düşünülüp uygulanmasına engel olmuşlardır.

‘İlk demokrasi şehitleri’

Bu yol Türkiye’yi, Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın şahıslarında, “ilk demokrasi şehitleri” kaderine sürükledi.

Eğer hukuki kaynağı bulunmayan mahkemeler, ispatlanamamış suçlardan, kaale alınmayan deliller, yaptırılmayan savunmalar ortamından, insana verilebilecek en ağır cezalar çıkmışsa, yarın daha büyük ve ispatlanabilen suçlar işlendiği zaman, bir Devlet ne yapacaktır ?

Adaleti çözümsüzlüğe gömen bu kararlar, siyasette, yargıda ve idarede yozlaşmanın yolunu açmış, Türkiye’yi “hukuk Devleti” olma yolundan alakoymuştur.

27 Mayıs günü Türk milletinin iradesine karşı büyük bir suç işlenmiştir. 55. Yılında 27 Mayıs, halen yargılanmayı beklemektedir… Tarihte gıyapta yapılan mahkemelerin ve hak iadelerinin örnekleri vardır. 27 Mayıs Hükümet Darbesi faillerinin, Milli Birlik Komitesi’nin, darbeden sonra kurulan, hakim ve savcıları sonradan tayin edilen mahkemenin ve bu mahkemede alınan kararların, “Hukuk Devleti” anlayışına uygun olarak yargılanması, tarih önünde, Türkiye’nin, vicdanlara ve demokratik rejime ödemesi gereken hayati bir borçtur.

Bu yazıyı, özellikle, gençler için, düzgün giden bir yolda, sapmanın ve aşırılığın kimseyi bir yere götürmeyeceğini, çözümleri hızlandırmayacağını, aksine, bizi, telafisi güç, hatta imkânsız gecikmelere duçar edeceğini göstermek için kaleme aldım. Zira, benzer olayları, yarım yüzyıl önce de yaşadık. Makul olan, bunlardan ders çıkarmak ve tekrarına mani olmaktır.

BİTTİ