Güneri Cıvaoğlu

Güneri Cıvaoğlu

ngunericivaoglu@gmail.com

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

       Siyaset yazmada, açtığımız parantezi sürdürelim.
       Yeni yıl sabahına, bir yılbaşı anısı yansıtalım.
       Çocukluktan, delikanlılığa geçiş yıllarımızın hayalini Paris süslerdi.
       Şairlerin, büyük yazarların, ressamların ve de demokrasinin esin şehri Paris...
      
Bir yılbaşı gecesini, Paris'te geçirmek şansı oluştu.
       100 yılı aşkın tarihi olan, kubbe şeklindeki tavanı harikulade işlemeli, bir tarihi bistroda...
       Turistik değildi.
       Gelenleri, Paris'in aydınları denebilecek sanatçılar, gazeteciler, politikacılar, televizyoncular, sinemacılar, tiyatrocular, operacılar.
       Giyindik, tam zamanında kapıdan içeri girdik.
       Ama...
       Üst üste öyle yanlışlarla karşılaştık ki, geceye orada devam etmek mümkün değil.
       Yediğimiz, içtiğimiz burnumuzdan geldi.
       Çıktık... Taksi yok.

       Yol üzerindeki bir metro istasyonuna girdik.
       Metroyu bekliyoruz.
       Birden, ışıklar söndü.
       Sadece birkaç saniye karanlık ve sonra metro istasyonunun seramik duvarlarını aydınlatan ışık seli...
       Saat 12.00'ydi.
       Yeni yıla girmiştik.
       Orada, birkaç genç banklarda oturmuş, birbirlerine sokularak, kumrular gibi sevişiyorlar.
       Belli ki, yalnız kalacakları bir dört duvarları yok.
       Az ötede, Fransızlar'ın clochavd dedikleri yertsiz yurtsuz takımından bir grup...
       Yanlarında uyku tulumları, köpekleri, şarap şişeleri ve de gitarları, metrolarda, dükkan ve pasaj girişlerinde yaşarlar.
       Yeni yıla girişle birlikte, şarkılar söylemeye, gitar çalmaya başladılar.
       Bazılarının sevgilileri yanlarında, dans ediyorlar.
       Bizleri çağırdılar.
       Banklarda birbirine sokulmuş oturan genç kumrular da, bize katıldı.
       Hoş bir grup oluşturduk.
       Hep birlikte dans ettik.
       Şaraplarını paylaştık.
       Ekmek, peynir ve sarımsaklı salamdan yapılmış sandviçler yedik.
       Gülüştük, köpekleriyle oynadık.
       Hiçbirinin, ne sağlık sigortası, kartı ne kaloriferli apartman dairesi, ne otomobil, ne para umurundaydı.
       Sadece, o an vardı.
       Sıfatlar, diplomalar, banka hesapları, kibir ne kadar uzaktaydı.
      
Az önceki beyaz kolalı örtüler, porselen tabaklar, gümüş çatal ve bıçaklar, öylesine itici ve soğuk kalmışlardı ki...
       En güzel yılbaşı saatlerimden biriydi.

       Yeniden yeryüzüne çıktığımızda, ortasında çeşme olan bir meydandaydık.
       Yüzlerce genç, bu ayazda şarkı söylüyor, dans ediyorlardı.
       Onlara, bir laternacı eşlik ediyordu.
       Ellerinde en ucuzundan köpüklü şarap şişeleri, çalkalayıp, birbirlerini ıslatıyorlardı.
       Hızını alamayanlar, havuza atlıyorlardı.
       Bir süre daha, onlarla birlikte, şarkılı, danslı, çığlıklı dakikalar aktı.
       Doğallığın, içtenliğin harmanlandığı bir yılbaşı gecesiydi.
       Oradan, otele kadar uzun bir yürüyüş...
       Sokaklar, meydanlar, hep böyle güzellikleri sahneliyordu.
       Önemli olan, insanların güzelliği görmesi...
      
Psikolojinin altın kuralı şudur:
       "Düşünceler, duyguları üretir.
       Düşüncelerime egemen oluyorum.
       Böylece...
       Duygularımı da yönlendirebiliyorum."
       Önemli olan, neyi istediğini bilmek.
       Mutluluğu mu... Yoksa, ruhumuzu, daha biz yaşarken karanlığa gömmeyi mi?
       Bu tercih çok önemli.
       Olumlu düşünmeye başlamakla birlikte, dünya değişiyor.
       Kendi değer yargılarımız da öyle...
       Albert Camus, hapishaneye girişinin bir adımı öncesinde, şu mesajı verir.
       "Ben, içeride dört duvar arasında ve demir parmaklıklar ardında, sizlerden daha özgürüm.
       Asıl siz, dışarıdakiler ve kendilerini özgür sananlar düşünün."


       Aslında, ne kadar özgür olsak, hepimiz, zamanın ve ölümün köleleriyiz.
       Refik Durbaş, KİTABE şiirinde, şöyle yazmış:
       "Alın terinden başka azığı yoktur.
       Sadaka kabul etmez.
       Ama, hükümranıdır zamanın, boyun eğse de sabaha, kölesi olsa da akşamın...
       Tevekkül ve acıyı kendine, kendini, kadere bağışlar diye bilinir.
       Taş baskısı hüzünlerde..."
       Kişi, kimseye boyun eğmese de, sabaha, akşama köledir.
       Zamana mahkumdur.
       Her yeni yıl, bir bağlamda tevekküle, sonu kabullenmenin olgunluğuna, adım adım yaklaşmaktır.

       Ama...
       Dikkat edin, zamana mahkum olmakla, zaman teslim olmak farklıdır.
       Camus da, bunu söylemek istiyor.
       Nazım Hikmet, "YAŞAMAYA DAİR" şiirinde, bunu çok duyarlı ortaya koymuş:
       "Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
       Yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
       Hem de, öyle çocuklara falan kalır diye değil,
       Ölmekten korktuğun halde, ölüme inanmadığın için,
       Yaşamak, yani ağır bastığında."
       (1947)
       Kısacası...
       Yaşamak güzel şey.
       Ne kadarı gitti, ne kadarı kaldı diye bakmadan, bugünü keyifle, onurla, sevgiyle, aşkla yaşayalım.
       Bütün ulusumuzun yeni yılını kutluyorum.
       Şifa bekleyen hastalara, hapishanelerdeki kader mahkumlarına da, en iyi dileklerimi iletiyorum.
       Artık aramızda olmayan şehitleri ve dostları da, sevgiyle anıyorum.




Yazara E-Posta: g.civaoglu@milliyet.com.tr