Mehmet Soysal

Mehmet Soysal

mehmet.soysal@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Uzaklarda bir deniz.
Denizin kıyısına kaçmış, balıkçı bir dostu dahi olmayan, yalnız bir adam gibiyiz.
Dünyada ve ülkemizdeki yaşanananları hatırlamaya çalışıyoruz. Nereden başlayacağımızı bilemiyoruz. Kış akşamlarında büyüklerimiz üç ay süren kara kış günlerini bir kış masalı gibi anlatmakla bitiremezdi!
Ve II Dünya Savaşı günlerinde karneye bağlanan ekmeğin, kömürsüz, odunsuz, elektriksiz, şekersiz, kahvesiz, yağ, un ve daha nice gıdanın olmadığı, bulunamadığı “kıtlık” yani o yokluk günlerinin uzun hikayelerini öyle anlatırlardı ki, yaşamaktan korkardık... Korkuların gölgesinde yaşamaktan korkarak büyüdük büyümesine ama çoğu zaman farkında olmadan korkularımıza yenik düştük...
Belki de bu yüzden, hayata karşı yeterince direnemedik, baş kaldıramadık...
Ve kendimiz olamadık...
Lakin, sabrı, acıyı ve yokluğu da bilmiş olduk. Daha önemlisi, devletin güçsüz ya da güçlü olması halinde nelerin olabileceğini ve yaşanabileceğini öğrendik...
Büyüklerimizin dudaklarında eksik olmayan bir dua vardı;
-Allah, devletimize ve milletimize zeval vermesin!
Bu dua ile büyütüldük... Devlete ve millete olan sadakatin türküsü ile büyütüldük...
Ve yıllar geçtikçe devletsiz yaşamanın ne olduğunu öğrendik ve her geçen gün biraz daha önemini anladık...
***
Kıbrıs Barış Harekatı günlerinde çocuk sayılırdık ve karartma gecelerini yaşadık ama büyüklerin anlattığı gibi büyük bir kıtlık ya da yokluğun yaşandığı günlere de şahit olmadık...
Ve harekatın zaferle sonuçlanmasıyla sabahlara kadar sokaklarda ateşler yaktığımızı, fener alaylarına katıldığımızı ve sevinçten ağladığımızı dün gibi de daima hatırladık.
Daha sonraki yıllarda, yağ, şeker, un, sigara, tüp yokluklarını da gördük...
Karlı günlerde gaz yağı ve tüp kuyruklarında da çok bekledik, ellerimiz ve ayaklarımız donarcasına!
Ve o korkuyu belki de hiç yenemedik...
Namerte muhtaç olmanın eşiğinde dolaşan yüzlerce drama şahit olduk.
12 Eyül öncesinde ise kurşunun adres sormadığı günlerde yaşananları hiç unutamadık.
Ve çatışmaları da!
Devletin içerisine düşeceği zaafiyetin ülkeyi ne hale getireceğini de...
***
Ve 12 Eylül sabahı yapılan askeri darbeyle devletin başka bir yüzüyle tanıştık...
Yaşadıklarımızı hatırlamak dahi istemedik... Muhasebesini yapmaya çalışırken dahi yorgun düştük.
Bize büyüklerin anlattığı kısa hikayelerin yanında yaşadıklarımızın her biri uzun bir hikaye ve kurşun yarası...
Neyi ve hangisini anlatalım çocuklara? Diye kendimize sorduk ama öyle anlatarak bitireceğimiz bir hikaye değildi ki!
Demir Perde günlerini mi...
Bosna-Hersek’deki vahşeti mi...
Karabağ’daki katliam ve işgali mi...
Bulgaristan’dan sürgün edilen soydaşlarımızın halini mi...
Belene’deki toplama kampında yaşananları mı...
İran ile Irak’ın sekiz yıl süren savaşını mı...
Amerika ve Batılı müttefiklerinin iki defa Irak’ı bombalarla yakıp yıktığını mı...
Afganistan’da Rus’lara karşı yapılan büyük bir direnişi mi...
Rusların, Çeçenistan’daki akıl almaz savaşlarını mı...
PKK’nın 33 yıldan beri bu ülke de kalleşce saldırdığını mı...
99 yılındaki o büyük depremi mi...
Suriye’deki kanlı katliamı mı...
Libya, Tunus, Cezayir, Yemen, Pakistan, Afganistan’daki kanlı günleri mi...
Birini anlatmaya başlıyoruz bitmeden diğeri başlıyor...
Sahi, hangisini anlatsak ki?
***
Ve 15 Temmuz günü yapılan kanlı darbe teşebbüsünü ise çocuklara anlatmak için bir ömür dahi yetmez. Yetmeyecek de...
Kurşun yarasından daha ağır bir yara ruhumuzda...
Bin yıl bile anlatılsa, anlatılamayacak, anlaşılamayacak bir ihanet öyküsü...
Biz anlayamadık ki hala...
Nasıl bir askerdir ki; kendi vatandaşına, halkına, devletine kurşun sıkabilir...
Devlet büyüklerini öldürmeye gidebilir, komutanlarını esir alabilir...
Meclisini bombalayabilir...
Tarifi yok bu ihanetin ve yaşadığımız acıların...
“En güzel şarkıyı bir kurşun söyler” diyen şairi daha yeni anlıyoruz belki...