Mehmet Tez

Mehmet Tez

mehmet.tez@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları

Geçen hafta birçok yerde karşıma çıkan bir yazı vardı. Aylin Aslım sanatçı arkadaşları Ceylan Ertem, Cem Adrian, Melis Danişmend ve Çiğdem Erken’den de görüşler alarak bir sıkıntıyı anlatmış

Konserlerde müzik dinlemeyen, kendi aralarında konuşan insanlar. Evet bu bir sorun ve eski bir sorun. Ama anladığım kadarıyla artık ipin ucu kaçmış ki sanatçılar içlerini döküyor, resmen isyan ediyorlar. Haklılar.

Neler mi oluyor? Siz şarkınızı icra ediyorsunuz, önceki iki tip “N’aber kanka, iyidir, senden n’aber kanka” tadında bağıra çağıra muhabbet ediyor. Şişeleri tokuşturuyor, yandaki kız grubu hakkında derin bir sohbete giriyorlar. Ses zaman zaman sahneyi bastırıyor.

Haberin Devamı

Bu manzaraya ya da benzerlerine ben de defalarca tanık oldum. İnsan sanatçı adına o kadar utanıyor ki yerin dibine geçmek istiyor. Kesinlikle yazılanlara katılıyorum. Ve tartışma yürüsün, dallanıp budaklansın boyut kazansın, belki bir faydası olur ümidiyle biraz da seyircinin bakış açısına odaklanmak istiyorum.

“Konserde dinlemiyor sohbet ediyorlar...”

Sahne ikinci planda

Bir kere bahsedilen konser mekanları çoğunlukla belli müşteri kitleleri olan barlar. Dünyanın her büyük şehrinde barlarda, kulüplerde konserler verilir. Burada da aynı. Durum böyle olunca oranın müdavimleri ağırlıkta oluyor ve insanlar muhabbete, ona buna bakmaya, kesişmeye, tanışmaya geliyor. İnsan zaten gece dışarı bunun için çıkar. Yani kitle oraya konsere değil bara, mekana geliyor aslında. Dolayısıyla sahne hep ikinci planda oluyor. Fonda çalan bir şeyler gözüyle bakılıyor. Sanmıyorum ki numaralı koltukların olduğu bir mekanda bu sorun bu boyutta yaşansın. Yani biraz da bile bile lades. Yanlış yerde, yanlış insan olmak.

Milletin büyük bir açlık ve susuzlukla iş gününün bitmesini bekleyip birbiriyle kaynaşmaya, muhabbete geldiği bara, kulübe cuma akşamı sen mekan işletmecisi olarak X sanatçıyı akustik gitarla sahneye koyarsan, o sanatçı da “Yemen Türküsü” söylerse saat 22.30’da, insanlar birbiriyle konuşabilir. Yani bu doğrudur demiyorum. Ama olabilir demek istiyorum. Öngörülecek bir şey.

Haberin Devamı

Kaki King’i bir Rolling Stone gecesine davet etmiştik. Kızcağız konuşmaları nasıl susturacağını şaşırdı. Ben neredeyse tek tek susturdum insanları. Ama hata konuşanda değil, bizdeydi. İyi niyetliydik ama saftık. Indigo’da cuma akşamı Rolling Stone partisinde Kaki King olmaz. Bunu göremedik.

Yorumlarda, sanki konuşma ve sahneye ilgisizlik sadece Türkiye’ye özgü bir saygısızlık, görgüsüzlük, bilgisizlik şekli gibi anlatılıyor. Halbuki doğru değil. Coachella’da Sufjan Stevens kalpleri dağlayan şarkılarını söylerken devamlı durup durup yan sahneden gelen seslerle ilgili ezik şakalar yapmıyor mu sanıyorsunuz? Yapıyor. Çünkü o akustik gitarla takılırken ileride dans müziğiyle coşanlar var. Peki bir işe yarıyor mu? Hayır. Bütün Coachella susup seni mi dinlesin?

The xx’i 2012’de Rock Werchter’de ana sahneye koymuşlardı. Mumford&Sons’ın ardından, Editors’ın öncesine... Şahaneydi ama çoğu yerde yan sahnelerden ses geliyordu, insanlar devamlı bağırıp çağırıyor, sessizliği bölüyordu. Yani o ortamda çok normal şeyler bunlar. The xx belki daha küçük bir sahnede daha rahat edecekti.

Haberin Devamı

2013’te İngiltere’de 2 bin kişiyle yapılan bir ankete göre müzik festivallerine katılanların sadece yüzde 45’i müzik dinlemeye gittiğini söylemiş. Geri kalanlar seks, uyuşturucu, alkol ve normal hayatta yapmadıkları şeyleri yapmak amacıyla (!) festivale gittiklerini ifade etmiş (Kaynak NME, 11 Haziran 2013, MSN’in yaptığı anket).

Sanırım sorun akustik sound’u baskın olan ekiplerin konserlerinde tavan yapıyor. Zira bir rock grubunu, dans ekibini, DJ’i sahnede kimse Berlin Filarmoni izler gibi izlemez ki. Herkes konuşup coşar.

Yaşı tutanlar eski Hayal Kahvesi’ni, Mojo’yu hatırlasın. Kimse konuşuluyor diye şikayet etmiyordu. Aksine kimse konuşmadığı, tepki vermediği ve sahneye baktığı zaman ortam bir garip oluyordu.

Kimi sanatçılar, şarkılarını yarıda kesip “Susar mısınız?” diyecek kadar çaresiz kalıyor. Bülent Ortaçgil bunu 90’larda Caz Stop’ta yapardı. Öyle güzel laf sokardı ki kıpkırmızı olurdu konuşan. Eski bir gelenektir bu. Ortaçgil’de işe yarıyordu ama bugün işe yarayacağını sanmam. Roger Waters bir Pink Floyd konserinde sahneden öndeki seyircilere tükürmüş, bilmiyorum belki bu iyi bir çözüm olabilir.

“Konserde dinlemiyor sohbet ediyorlar...”
Önlemenin yolu yok

Amaç sanatçıyı ve seyirciyi karşı karşıya getirmemek, onların arasında olumsuz bir diyalog ortamı yaratmamak olmalı. Bu da bence öncelikle işletmenin görevidir.

Çoğu yerde ve durumda insanların tavrı, konuşma ihtiyacı aslında müziğe saygısızlıktan, müziği beğenmemekten değil. İnsanlar konserleri böyle izliyorlar. Konuşuyorlar, şakalaşıyorlar, telefonlarıyla takılıyorlar.

Yazıda görüş ifade eden sanatçılar telefonla fotoğraf çekmek, video çekmek gibi alışkanlıklara da karşılar. Ben katılmıyorum. Bugün konser izlemek böyle bir deneyim. Evet, rahatsız edici olabiliyor ama bunu önlemenin bir yolu yok.

Konserlerde konuşuluyorsa bunda işletmecilerin de, sanatçının da sorumluluğu var. Her şey doğru olsa bile gene konuşan, sanatçıya saygısızca davranan çıkmaz mı? Çıkar maalesef. Ama biraz ön çalışma ve önlemle en azından sıkıntı en aza indirgenir belki.

Dizi dünyasından...

-Son dönemde izlediğim en iyi şey “The Jinx: The Life and Deaths of Robert Durst”olabilir. İnsan hikayelerine odaklanan belgesel formatlar bir süredir yükselişte. Bu onların en iyisi. Bu janrın daha günceli “Making a Murderer”. Şu anda meraklısının gözü kulağı orada.

-“The Leftovers”ı izliyorsanız, hemen bırakın. İlk sezon iyiydi. İkinci sezonda “Senaryo herhalde bu bölümde toparlanacak” diye bekle bekle dur. Öyle bir şey olmuyor. Neticede “Lost”taki vakit kaybının ve kandırılmışlık hissinin aynısı. E zaten senarist de “Lost”un senaristi.

-“The Man in The High Caste”da aradığımı bulamadım. Konu şahane, senaryo iyi. Ama oyunculuk, casting ve dekorlar karikatüre bağlamış.

-Bilimkurguculara, ilk üç bölümü yayımlanan “The Expanse”i öneririm. Senaryosuna henüz kefil olmam ama gelecekte geçen dizide detaylar ve yaratılan atmosfer iyi. Konuşulan dil, günlük hayat, teknolojik ortam makul bir vizyonla birkaç yüzyıl sonrasına uyarlanmış.

-Polisiye sevenlere iki yapım: Biri İngiliz mini dizi “River”. Ama Stellan Skarsgard sevmeyen uzak dursun. Çünkü dizinin temelinde o ve karakteri var. Bir diğer dizi İsveç ABD yapımı “100 Code”. Michael Nykqvist iyi. Dominic Monaghan’in oyun tarzı bazen arıza veriyor (adam hâlâ “Lost”taki karakterinin etkisinde gibi). Dizi yer yer sallansa da çekici.

-Dönem dizisi sevenler “Public Morals”a bakabilir. 60’ların New York’unda seks, uyuşturucular, kumar suçlarıyla uğraşan polisler. Elbette kimse sütten çıkmış ak kaşık değil.