Sami Kohen

Sami Kohen

skohen@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Sekiz yıllık bir bocalamadan sonra, Lizbon Antlaşması ile yeni bir yapılanma sürecine giren AB’nin bu yönde attığı ilk adım, amiyane deyimiyle, “falso” oldu.
Eğer yeni kurumsal yapısı içinde AB’den beklenen şey güçlü ve etkin bir Avrupa profiliyle uluslararası sahneye çıkması ise, bunu Konsey Başkanlığı’na getirilen Herman Van Rompuy ile başarması şansı çok zayıf.
62 yaşındaki Van Rompuy, kendi ülkesi olan Belçika’da iyi, dürüst bir politikacı olabilir. Ama 27 ülkenin oluşturduğu “Yeni Avrupa’nın patronu” olarak kendisini kanıtlayabilecek kişi değil.
Onu kendi ülkesinin dışında tanıyan yok. Uluslararası ilişkilerde tecrübesi yok. Daha önemlisi, bir Avrupa vizyonu yok.
Onunla birlikte yeni Dışişleri görevine getirilen Barones Ashton da dış politika konularında ve kamu diplomasisinde uzman sayılmaz.
Oysa her iki görev için çok daha tanınan, deneyimli, vizyon sahibi adaylar vardı. Ancak Konsey’i oluşturan 27 ülkenin liderleri, bu seçimi konsensüsle gerçekleştirmek istiyorlardı. Bunun için de, değişik hassasiyetleri dikkate almak, kıran kırana bir pazarlığa girişmek zorunda kaldılar. Herman Van Rompuy’un seçilme şansının birdenbire açılması Konsey’deki bu denge ve uzlaşma anlayışının sonucudur. Bazen silik adayların böyle bir şansı oluyor işte!

“İdare-i maslahat”...
Ne var ki, uzun ve zorlu mücadelelerden sonra nihayet uygulamaya konan Lizbon Antlaşması ile kurulması istenen yeni Avrupa’yı sadece “idare-i maslahatçı” bir anlayışla kurmak mümkün değil. Değişmekte olan dünyada AB’nin yeni bir güç -belki de ilerideki iki, üç kutuptan biri- olmasını isteyen Avrupalılar için, bu seçim sonucu soğuk bir duş etkisi yaptı. Bu konudaki en sivri çıkışı, eski Fransa Başbakanı Michel Rocard şu “dobra” sözleriyle sergiledi: “Bu berbat bir seçim. Siyasi Avrupa ölmüştür”...
Bu fazla karamsar bir görüş olarak algılanabilir; ama bu seçim sonucunun güçlü bir Avrupa hayal edenlerin umutlarını kırdığı da bir gerçek.
Türkiye açısından da geçmişte muhalefet saflarında iken, Türkiye’nin tam üyeliğine karşı çıkan Belçikalı politikacının AB’nin direksiyonuna geçmesi, cesaret kırıcı.
Gerçi Van Rompuy artık Belçikalı bir Hıristiyan Demokrat olarak değil, koca Avrupa Birliği’nin lideri olarak hareket etmek zorunda. Nitekim seçildikten sonra ilk demecinde, “Benim ne düşündüğüm önemli değil. Başkan olarak görevim AB ülkeleri arasında mutabakat üretmektir.” şeklinde konuştu.

Köhne zihniyet
Gerçekten Lizbon Antlaşması’nın Konsey Başkanı’na verdiği görevin -ve de yetkilerinin- sınırları net olarak çizilmiştir. Dolayısıyla, Van Rompuy’un 5 yıl önce Türkiye’ye karşı aldığı tavrı, şimdi başkan olarak AB’nin politikalarına yansıtması düşünülemez.
Ama, AB Başkanı’nın, yeni düzende de fiilen etkisini hissettirmesi mümkün. Bunu “mutabakat üretmeye” çalışırken yapabilir.
Bunun aksini düşünürsek, eğer Van Rompuy’un yerine, Türkiye’ye daha yakın bir aday seçilseydi, bizler için çok daha rahatlatıcı ve cesaretlendirici olurdu...
Van Rompuy’un Türkiye’nin AB’ye girmesine karşı çıkmasında kullandığı argüman, böyle bir üyeliğin AB’nin temelindeki Hıristiyan kültürüne aykırı olduğu şeklindedir. Ne yazık ki Avrupa’da hâlâ bunu savunanlar var.
Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun önceki günkü bir konuşmasında “Kültürel Soğuk Savaş mantığı” diye nitelendirdiği anlayış budur.
“Yeni Avrupa”nın böyle köhne bir zihniyeti olabilir mi?