SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Arzu'nun Felsefe günlüğü (1)

Kendi kendime konuşurken yine parmaklarım kaşındı, kendimi bilgisayarın başında buldum. “Yazmayıp da ne yapacaksın Arzu?” diyen o iç sesi hep dinledim. İyi ki dinlemişim, şimdi bana kafandan geçenleri anlat desen şu an yazdığım gibi rahat anlatamam. Çünkü düşündüklerim ağzımdan değil parmaklarımdan çıkmak istiyor. Mesela filozoflarla devir devir geziyorum, sohbet ediyorum. Şimdi, ben bunu kime anlatayım, kim dinlemek ister beni ya da dinlese anlar mı? Zaten anlatmak isteyen bir Arzu da yok içimde, yazmak isteyen bir Arzu var. Hani şu bazılarımızın çocukluğunda tuttuğu günlük gibi. Sevgili günlük… diye başlayan cümlelerle :) çok komik ve çocukça mı geldi? Olabilir ama günlük tutanlar bilir, biz o günlüğe güvenirdik, o bizim sırdaşımızdı, yoldaşımızdı. Bizi hiç yargılamaz, bize hiç kızmazdı, bizi olduğumuz gibi kabul eder, asla yarı yolda bırakmazdı. Yazdıktan sonra bizi rahatlatması ve aradığımız cevapları kulağımıza fısıldarcasına aklımıza getirivermesi gibi sihirli bir yanı vardı günlüğün. Ah be günlük, ne özlemişim seni! :) Yazsam yine dinler misin beni, kabul eder misin her dediğimi? Fakat konumuz bu sefer biraz değişik, konumuz felsefe. Bu sefer benim anılarımı ya da özelimi değil filozofları dinleyeceksin. Tabii ki ben de yorumlar yapacağım, duygularımı aktarıp felsefe aşkımı anlatacağım sana o ayrı. :) Olur mu? Anlaştık mı? Bakarsın sen de merak salarsın felsefeye, filozof olacak halimiz yok elbette insanı, evreni, Tanrı’yı biraz daha yakından tanırız birlikte. Bildiklerimizi unutur, bilmediklerimizi hatırlarız, biraz düşünür, biraz düşer ağlarız, bakış açımızı genişletir, aklımızı kullanırız, belki biraz daha insan oluruz… Ne dersin, anlaştık mı?

Biliyorum bu soruların hepsi formalite icabı… :) Senin insan gibi seçim özgürlüğün yok ki bana bir cevap verebilesin. Şu an seni ben yaratıyorum, istediğim gibi şekillendiriyorum. Oysa biz insanlar öyle miyiz? Bizim seçme özgürlüğümüz var; ama çoğumuz yokmuş gibi yaşıyoruz. Toplum içinde herkes olarak eriyor, sürüye karışarak var olmaya çalışıyoruz. Çünkü özgürlük, seçimi; seçim de sorumluluğu doğuruyor. Ve sorumluluğu alabilmek de yürek ister sevgili günlük. :) Rahatsın yani, seni ben istediğim gibi yönetebileceğim. Ama isteğim, sadece senin beni eski günlerdeki gibi yargısızca yani hoşgörüyle, sevgiyle dinlemen ve aramızda yine kuracağımız o sihirli bağla ihtiyacım olan bilgilerin üst bilinçten bana akmasına vesile olman.

Hatırlıyor musun 1987’de lise son sınıfta edebiyat bölümüne geçtiğimde ilk kez aldığım felsefe dersi konusunda ne kadar da heyecanlanmıştım. Arkasından üniversitede felsefe bölümüne gitmeye karar vermiştim. Herkes bana deli muamelesi yapmıştı. Felsefe dedim, aç kalırsın dediler, psikoloji dedim hem aç hem deli doktoru dediler… Eee ne oldu? 18 yaşında yapamadıklarımı 38 yaşında yapmaya başladım. Şimdi 46 yaşındayım, hayatımın her alanında felsefe, psikoloji, sosyoloji var… Onların tabiriyle olduk mu tam deli! :) 2009’da KOÇLUK ile tanıştığım zaman, içimde bir kapak açıldı ve sanki ruhuma ait ne varsa aktive olmaya başladı. O zamana kadar sanki son kullanma tarihi yaklaşan bir şampanyaydım ve biri geldi (bu gelen koçluk :)) şişeyi salladı salladı (bu kısmı hem eğlenceli hem karın ağrısı yapıyor) ve şişenin içindeki tüm potansiyel, köpük köpük evrene saçıldı. Sanki şişenin içine beş şişe daha gizlenmişti ve hâlâ yeni köpükler çıkmaya devam ediyor. Yani sevgili günlük anlayacağın şu ki: “İnsan öyle derin ve bereketli bir kaynak ki sarsıldığı sürece (farkındalık anlamında) potansiyel kendini yeniliyor.

Kendimle ilgili yazmayacağım demiştim ama şimdi bu sözümü geri alıyorum izninle sevgili günlük. Kural koymuyorum, Allah ne verdiyse, o an ne aktıysa aklımdan onu yazacağım. Ana konumuz felsefe, felsefe de insansız yapılamayacağına göre ben de akışta ara sıra filozofların arasında dolaşacağım. :) Bilgin olsun…

Arzu Bıyıklıoğlu

NLP Uzmanı & Profesyonel Koç

www.arzubiyiklioglu.com

instagram.com/arzu.biyiklioglu/

facebook.com/arzubiyikliogluofficial/

Yazının devamı...

Sihirli Kelimeler

Kalbinden öylesine samimiyetle akıp gelen ve iki dudağının arasından evrene karışırken gözlerinin de onayında parıldayan bir çift söz: “Teşekkür ederim, seni seviyorum.” Ne kadar az duyuyoruz, ne kadar az söylüyoruz. Çağımızın lüksü mü olmuş yoksa demodesi mi belli değil. Beklenti ya da bir çıkar gütmeden, kaybetme korkusu olmadan; sadece gönülden gelen teşekkür’ler, seni seviyorum’lar nerede?

Bence beklemeyin, aramayın sadece söyleyin JSöylemek için hissetmek lazım tabii. Mevlana ne demiş: “Dil kıyı ise gönül deniz, denizde ne varsa kıyıya o vurur.” Siz de benim gibi düşünüyorsanız bırakın gönlünüz vursun kıyıya. Canlıya cansıza, insana hayvana her fırsatta “seni seviyorum, teşekkür ediyorum” diye seslenin denizinizin derinliklerinden. Kıyılar şenlensin, kıyılar temizlensin. Hatta dalga dalga vurun kıyıya, köpük köpük... Teşekkür etmek ve sevmek, hayatımızda şükran ve sevgiyi çoğaltmaktır.

Eğer o gönülden akmıyorsa bu kelimeler en azından nelerin aktığının farkının varalım. Konuşmalardaki sitemler, suçlamalar, haklı çıkmak için savunmalar… Ve hatta küfür, isyan çığlıklarıyla köpüren dalgalar mı vuruyor kıyıya? İçimizdeki coşan denizin dalgalarının sorumluluğu başkaları ya da yaşanan olaylar olabilir mi? Kesinlikle olamaz! Olsaydı o zaman hepimiz her olaya aynı tepkiyi verirdik. Ama vermiyoruz, hepimiz farklı tonda sesleniyoruz hayata. :)

Hepimizin birbirine bağlı olduğunu ve etkileşim içinde olduğumuz her olay ve kişiden bizim de sorumlu olduğumuzu anlamak için size “Zero Limit” kitabını tavsiye edebilirim. Tabii ki “seni seviyorum, teşekkür ederim” cümlelerinin ne kadar da enerjiyi dönüştürdüğünü çok iyi anlatmış bir kitap. Hem de yaşanmış hikâyeleriyle...

Belki en çok kullandığınız cümleler “teşekkür ederim ve seni seviyorum” olabilir; ama o teşekkürün arkasındaki niyetiniz nedir? Bunun tam olarak farkında olmalıyız, teşekkür ederken eziliyorsak, kendimizi aşağı görüyorsak bu benim bahsettiğim teşekkür değil ve geri dönüş enerjisi de farklı olacaktır. “Seni seviyorum”un arkasındaki niyet “sana muhtacım, sana ihtiyacım var, beni sev diye seni seviyorum” gibi farklı niyetlerle doluysa yine enerjinin bize geri dönüşü farklı olacaktır. Teşekkür ederken hem kendimi hem karşı tarafı onurlandırıyorsam, “senin ve yaptığının farkındayım ve bunu onurlandırıyorum” niyeti içindeysem işte o dalga bambaşka bir şekilde hayatımıza akacaktır. Seni seviyorum derken, “sen benim içimdeki sevgiyi hatırlatıyorsun, içimden sana karşı sevgi titreşimi yolluyorum ve kendimi iyi hissediyorum. Bu duyguyu bana hatırlattığın için seni ve kendimi onurlandırıyorum, sadece bu kadar. Hissettiğimi dile getiriyorum” diyorsam… :) Tabii bu, benim anlatımım. Her insan, içinde saf teşekkürü ve saf sevgiyi mutlaka bazı anlarda hissetmiştir. İşte o anlarla temas kurarak sevgiyi ve teşekkürü hatırlayıp dile getirirsek gönül denizinden bambaşka dalgalar yayılır hayatımıza.

İnsan insana her zaman muhtaçtır, en başta da insan kendisini tanımak, kendisini bilmek için başkasına ihtiyaç duyar. Benim varlığım sende anlam bulur, bunun için şimdi sana teşekkür ediyorum güzel insan ve seni seviyorum... :)

Arzu Bıyıklıoğlu

NLP Uzmanı & Profesyonel Koç

www.arzubiyiklioglu.com

instagram.com/arzu.biyiklioglu/

facebook.com/arzubiyikliogluofficial/

Yazının devamı...

Kendi Hayatını Yaşamaya Var mısın?

Geldik gidiyoruz! Dünyada bir gün öleceğini bilerek yaşama çabasında olan tek varlık insan olarak bizler yaşamlarımızın içini nasıl ve neyle dolduruyoruz? Hangi tarihte öleceğimiz, belki kodlarımızda var ve bunu değiştiremeyiz ya da tarih belli değil yaşarken bir şekilde biz belirleyeceğiz bu tarihi. Her iki durumda da bir belirsizlik var, sonuçta bilmiyoruz, bilemiyoruz. O yüzden bu konuda endişelenmenin boşa bir çaba olacağını düşünüyorum. Ama bu süreci nasıl yaşayacağımız konusunda çokça düşünmemiz gerektiğini fazlasıyla önemsiyorum. Ne kadar çok yaşadığımızdan ziyade nasıl yaşadığımız, ne kadar anlamlı ve değerli yaşadığımız konusuna kafa yormak, hepimizin birincil işi olmalı. Mesela kaç kişi çıkıp da “ben kendi hayatımı yaşayabiliyorum” diyebilir? Sen diyebilir misin? İstersen cevabını bir kenarda beklet ve yazının sonunda tekrar kendine sor güzel insan :)

Birey, belli bir toplum içinde dünyaya gelir, o toplumun kurallarını aşamalı olarak benimser ve o toplumun parçası haline gelir. Buna toplumsallaşma diyoruz. Peki, büyüdüğümüz toplumda doğru bilinen yanlışlar varsa ya da eski zamanda doğru olan, işe yarayan yeniçağda bir işe yaramıyorsa, hatta zarar veriyorsa ve biz sorgulamadan hâlâ o öğretilerle yaşamaya çalışıyorsak gerçekten yaşıyor muyuz? Ya da bir düşünme etkinliği içinde miyiz? Yoksa başkasına ait düşüncelerin miras yiyenleri miyiz? Bir yandan da kendimizi düşünüyor, Tanrı’nın bize verdiği akıl nimetini kullandığımızı mı sanıyoruz? Sence topluma kuru kuru katılan, benzer formlara girip topluma ilişen bireyler mi oluyoruz farkında olmadan? Yoksa topluma yeni bir şeyler katan mı oluyoruz? Kafamızda uçuşan deli soruları bırakıp bizi geliştiren bu soruların peşine düşsek gerçekten düşünmeye başlarız belki de… :)

Düşünmek dediğimde, farkındalık ışığında, önyargılardan, geçmişin otomatik kayıtlarından bağımsız, kalıplar dışında, sıfırdan düşünmekten bahsediyorum. Şu anda, bilincimim yettiği kadar ama sıfırdan sorgulayarak, yapıcı eleştirel bakışla, bir üst seviyeden yeniden anlamak ve anlamlandırmak için aklımızı kullanmaktan bahsediyorum. Bunun için de yukarıda yazdığım gibi farklı ve geliştiren sorulara, pozitif bir meraka, esnekliğe, cesarete ihtiyacımız var.

Eğer bir gün buradan giderken anlamlı bir hikâyeyi bitirerek gitmek istiyorsak özerk olabilmeyi öğrenmeliyiz. Toplum olarak pek çok kararımıza baktığımızda karar alma mekanizmamız genelde çevre, yani çevreye yenik düşen süper egomuz. Çevremiz istedi diye seçilen meslekler, seçilen eşler; çevre korkusu yüzünden yapılamayanlar, yaşanamayanlar ya da daha iyisini yaşayamayacağını, sınırlarının zaten bu kadar olduğunu kaderci bir rolle kabullenenler… Çevrenin, sistemin dayattığı “to do list” gibi mutlaka yapılması gerekenler listesini tamamlamaya çalışırken istemediği, kendini bulamadığı hikâyeler yazanlar ve bu dünyadan gitme vakti geldiğinde çoktan hikâyenin yazarı olarak imzayı atmayı kabul etmiş insanlar… İşte bu insanlar çoğaldıkça ne toplum gelişiyor ne de insan. Anlam, değer, mutluluk sahip olunacak bir sonraki siparişte aranıyor. Kimse kendi hayatını yaşayamıyor, çünkü kendi olamıyor. Ve hiç kimse ya da hiçbir sistem de bize kendimiz olabilme fırsatını sunmayacak. Herkes bunu kendi aklını kullanma cesaretini göstererek yapacak.

“Kendi hayatımı yaşıyor muyum” sorusu, cevaplanması zor bir sorudur :) Çünkü buna iyi bir cevap verebilmek için önce kişinim kendini çok iyi tanıyor olması gerekir. Ve bu da emanet, miras düşünce kalıplarıyla büyüyen insanların en derin yarasıdır. O yara, insanı 40’lı yaşlarına doğru dürtmeye başlar, bu durum karşısında hiçbir şey yapmayan, durumun verdiği rahatsızlığı yok sayan kişiler zamanla alışırlar ve uyuşturulmuş bir şekilde yaşamaya devam ederek kendilerine ait olmayan hikâyelerinin son sayfalarını doldururlar. Oysa o yaranın dürtmesiyle harekete geçen kişiler, sorgulamaya, düşünmeye, kendilerini hatırlamaya başlarlar. Kendilerine yatırım yapıp emek harcar ve sonunda kendi hayatlarını yaşayacakları hikâyelerini yazmaya başlarlar. Ayrıca topluma kuru kuru katılan olmaktan ziyade topluma değer katan birey olmaya geçerler. Akıllarını en üst seviyede kullanma cesaretini göstererek özerk bir yaşam sürerler. Ve işte o beklenmedik ölüm anı geldiğinde bir gün kendi hikâyesinin kaçıncı sayfasında olursa olsun kendisiyle onur duyarak imzasını atabilir.

Yazımızın sonuna geldik :) Yazı boyunca geliştiren, düşündüren pek çok soru sordum ve yorumlarımı yazdım. Şimdi yorumlar bana kalsın :) Siz sorulara kendi cevaplarınız verin, o cevaplar da sizi, sizin hikâyenize götürecek yolu bulacaktır… :)

Sevgi ve sağlıkla ilerleyin…

Arzu Bıyıklıoğlu

NLP Uzmanı & Profesyonel Koç

www.arzubiyiklioglu.com

instagram.com/arzu.biyiklioglu/

facebook.com/arzubiyikliogluofficial/

Yazının devamı...

Korkuların ve Hayallerin Seçim Gücü

Son yıllarda çokça merak ve ilgi konusu olan “çekim gücü” hayallerimize ulaşma aracı olarak kimimiz için harika deneyimler yaşattı, kimimiz için yalan oldu desek yeridir. Peki, çekim gücü çalışmaları, neden bazı insanlar için istedikleri sonuçları getirirken bazılarına getirmedi? Eğer bir sistem çalışıyorsa herkes için çalışmalı öyle değil mi :) Yoksa bazıları küçük ama önemli bir ayrıntıyı atlamış olabilir mi? Mesela hayalleri doğrultusunda seçimler yapmak yerine korkuları doğrultusunda seçimler yaparak çekim gücünü istemediği yönde harekete geçirmek gibi…

Hayaller derken, “keşke olsa” dediğimiz zayıf, umutsuz hayallerden bahsetmiyorum. Ciddi anlamda hedefe dönüşebilecek hayallerden bahsediyorum. Hedefe dönüşebilmesi için hayalimizi 4 basamaktan geçirebilmeliyiz.

- Bu hayalin gerçekleşebilme olasılığı var mı, mümkün müdür? EVET

- Ben bu hayali gerçekleştirebilecek bilgi, beceri ve yeteneğe sahip miyim? (Eksik olanları da tamamlayabilir miyim?) EVET

- Bunu yaşamayı, elde etmeyi hak ediyor muyum? EVET

- Harcayacağım zaman ve emek bu hayale (hedefe) değer mi? EVET

İşte, bu basamakları onaylayarak geçtikten sonra KARAR ANI geliyor. Kaderin çizildiği kader anı. Artık kararınız, kaderiniz olacak. Hayaliniz her ne ise; yirmi kilo vermek, müdür olmak, şirket kurmak, meslek değiştirmek, boşanmak, sağlıklı yaşamak, mutlu ve kendiyle barışık bir insan olmak olabilir -ki bu umarım bir gün herkesin kararı olur- :) Dikkat ederseniz “istek” demiyorum; “karar” diyorum. Çünkü ciddi anlamda karar verdiğimizde artık kendimizi hedefimize giden yola adamış oluruz. Ve işte tam da bu noktada çekim gücünü tetikleyecek seçimlerimiz değişmeye başlayacak. Artık kazanan, yapan, başaran, değişen… biri olarak seçimler yapacağız.

Karar vermemiş sadece isteklerde kalmışsak; seçimlerimiz korkularımız tarafından sinsice yönetiliyor ve biz bunun farkında bile olamayabiliyoruz çoğu zaman. Ve seçimlerimizin gücü bambaşka bir çekim gücü oluşturuyor çünkü içsel durumumuzu yansıtan seçimler yapıyoruz. Örneğin başaramamaktan korkuyorsak durmayı ya da kaçmayı seçiyoruz ya da küçük oynamayı. Beğenilmemekten korkuyorsak kendimizi gizlemeyi, geri planda kalmayı seçiyoruz. Zayıflayamamaktan korkuyorsak bahanelere inanmayı seçiyoruz. Yalnız kalmaktan korkuyorsak özsaygımızı ve özdeğerimizi iyice yitirmemize sebep olan evliliğin içinde kalmayı seçiyoruz. Hayatımızı değiştirmek için sorumluluk almaktan korkuyorsak kurban rolünü oynamayı seçiyoruz. İş bulamamaktan korkuyorsak iş yok diye miskin miskin yatmayı ya da sosyal medyadan sataşmayı seçiyoruz… Kendi aklımızın yetersizliğinden ya da hata yapmaktan korkuyorsak başkalarının aklını kullanmayı seçiyoruz. Seçiyoruz da seçiyoruz, bir şeylerden vazgeçtiğimizde bile başka bir şeyi seçiyoruz ama farkında değiliz. Tıpkı zayıflamak isterken diyet yapmaktan vazgeçtiğimizde yemeyi ve kilolu olmayı seçtiğimiz gibi. Böylece ne kadar istersek isteyelim o güzel hayallere giden yolun tam tersinde yaptığımız korku seçimlerinin sonucunu yaşıyoruz. İşte çekim alanın işe yaramadığını ya da beceremediklerini söyleyen insanlar, tam da bu noktayı gözden kaçırıyorlar. Çekim alanı parmak şıklatıp sipariş verince oluşmuyor; bizim içsel durumumuzla oluşuyor. Hayalimizin olacağına inanıyoruz, yapabileceğimize inanıyoruz, hak ettiğimize inanıyoruz ve yola çıkmak için bir karar veriyoruz. Karar veren insan, artık seçmiştir, ne olacağını, kim olacağını seçmiştir ve her gün seçimlerini aynı yönde tekrarlar. Hayallerimiz doğrultusunda her gün yaptığımız seçimler bizi yolda tutar ve hayatımızı şekillendirir. Her zaman hatırlayalım ki hayat ara sıra seçtiklerimizle değil düzenli olarak yaptığımız seçimlerle şekillenir. Bunun için de önce bilinç seviyemizi değiştirmeyi seçmeliyiz.

İnsanın kendi hayatında istemediği sorunların oluşmasına ya da sorunlarının çözülmemesine nasıl katkı sağladığını görmesi için seçimleri üzerinde gözlem yapması muazzam bir farkındalık kazandırır. Mesela bu ay elinizin üstüne her gün “S” harfi çizerek bu çalışmayı yapabilirsiniz. Bu “S” harfi, sık sık az önce neyi seçtiğinizi ya da şu an neyi seçmek üzere olduğunuzu fark etmenizi sağlar. Aynı zamanda bu seçimin gücünü de kolayca fark edebilirsiniz. Size katkı sağlayan bir güç mü yoksa sizi aşağı çeken, hayallerinizden uzaklaştıran bir güç mü? Bu neyin korkusu, neyin korkusuyla seçim yapıyorsunuz? Sizden bir şey istendiğinde aslında “hayır” demek isterken (kendinize olan özsaygınızı korumanız ya da amacınız doğrultusunda gidebilmek için) “evet” demeyi seçiyorsanız; size hangi korku bu seçimi yaptırıyor olabilir? Sevilmeme korkusu, dışlanma korkusu, onların gözünde kötü insan olma korkusu… Her neyin korkusuysa bu, onun seçimi ve bu seçimin gücü gerçeğiniz olmaya devam edecek; ta ki siz hayalleriniz doğrultusunda bir karar verip seçimlerinizi değiştirene kadar.

Seçimlerinizin gücünün korkularınıza mı yoksa hayallerinize mi hizmet ettiğinin farkındalığında yaşadığınız bir ay olsun.

Arzu Bıyıklıoğlu

NLP Uzmanı & Profesyonel Koç

www.arzubiyiklioglu.com

instagram.com/arzu.biyiklioglu/

facebook.com/arzubiyikliogluofficial/

Yazının devamı...

Kimler Akıllıdır?

Akıllı olmak sadece seçkin insanlara mı ait bir özellik midir yoksa her insan akıllı mıdır? Yaptığım sosyolojik, psikolojik, nörolojik ve felsefi araştırmalara göre akıl, her insan için vardır ama kullanıp kullanmamak ya da ne amaçlı kullanacağı kişiye kalmıştır. Tabii çevresel faktörler de çok önemlidir ama şunu da unutmamak gerekir ki aynı çevrede yetişmiş ama farklı yaşam başarıları elde etmiş insanların da sayısı azımsanmayacak derecededir.

Akıllı bir canlı olmamız bizi dünyada diğer tüm varlıklardan çok net bir şekilde ayırırken pek çok insan bu özelliğini yeteri kadar kullanmaktan kaçınır. Özellikle ülkemizde bu oran göze batacak kadar yüksektir. Hepimiz dış dünyadan gelen bilgiyi duyumsarız, anlamlandırırız ve çıkarımlarda, yargılarda bulunuruz. Peki, bu yeterli mi? Yani bu, aklı kullanmak mı? Özerk bir akıl kullanma söz konusu değilse akıl gerçekten kullanılmış mıdır? Tabii ki değil, bu beynin genel geçer işleyiş şeklidir sadece. Aklı kullanmak farlı bir şey olsa gerek :)

Aklı kullanmanın ne demek olduğunu pek çok disiplin açısından ele alabiliriz. Ama ben bugün yine konuyu felsefi açıdan ele almak istiyorum. Ve sözü aydınlanma çağının en önemli filozoflarından Kant’a bırakıyorum:

“Bireysel açıdan bakıldığında aklını özerk kullanmama, kişinin yaşamda savrulmasına yol açar. Toplumsal açıdan bakıldığında ise aklını kullanmayan kimselerin başına yönetici olarak gelmek son derece kolaydır. Üstelik yöneticiler, aklı kullanmayı sıkıntılı ve tehlikeli göstermek için ellerinden geleni yaparlar böylelikle kullanılmayan akıllara hükmetmek kolaylaşır.” Kant, yöneticilerin “ergin olmayan’’ kimselere koydukları zihinsel bariyerleri şu keskin sözlerle anlatır: “Önlerine kattıkları hayvanlarını önce sersemleştirip aptallaştırdıktan sonra bu sessiz yaratıkların kapatıldıkları yerden dışarıya çıkmalarını kesinlikle yasaklarlar sonra da onlara, kendi kendilerine yürümeye kalkışırlarsa başlarına ne gibi tehlikeler geleceğini bir bir gösterirler.”

Kant, tüm kişilerin ve toplumların aydınlanma olanağının olduğuna dikkat çeker. Aydınlanmanın kişisel bir atılım, cesaret ve sorumluluk istediğini belirtir. Kişilerin ve toplumların aydınlanmaması, akıllarını özerk olarak kullanmamalarından kaynaklanır. Bunun nedeni de önce kişinin kendi iç engeli ve sonra da bundan fayda sağlamak isteyen yöneticilerdir diye ekler.

Kant’ın aklını kullanmakla ve engellerle ilgili yaptığı açıklamalar aynı zamanda aile ve çocukları için de geçerli. Pek çok aile, çocuklarının kendi başına gitmesini, geleneklerin dışına çıkmasını, farklı düşünmesini istemez. Bu yüzden çocuklarını yetiştirirken farkında olarak ya da olmayarak pek çok engel koyar, baskı yapar. Ülkemizde o güzelim kuşların kolu kanadı kırılır. Çoğu yetişkin da başkalarının kendi yerine düşünmesine, karar vermesine çokça izin verir. Karar vermek, sorumluluk getirir çünkü JNe söyleyeceğine karar veren bir dost, bir akıl hocası, ne yapacağına karar veren bir hoca, geleneksel âdetler, ne yiyeceğine, ne giyeceğine, hatta kim olacağına karar veren bir sisteme teslim olmak çok daha kolaydır. Ve çoğunluk öyle yapıyordur ve “çoğunluk haklıdır” psikolojisiyle dışlanma korkusu aklı başka ellere teslim etme yanlışına yöneltir insanı. Oysa kendisidir bu yönelmeye esir olan, aklını kullansa fark eder bunun sadece bir korku olduğunu.

Ben aklın özerk olarak, sorgulayarak, meraklanarak, eleştirel kullanılmasının yanında kalbin de kullanması taraftarıyım. Ama kalbi kullanabilmek, kalp gözünü de açabilmek için önce aklımıza mukayyet olmalıyız JAklımızı kullanmak için öğrenilmiş düşünce kalıplarının dışına çıkıp yeni baştan öğrenmeliyiz, yeni baştan sorgulamalıyız, düşüncenin biz olmadığını ama düşünceler üretebileceğimizi anlamalıyız.

Son olarak diyeceğim şu ki güzel insan: Aklımıza sahip çıkmazsak bize kimse sahip çıkmaz, en fazla sahip çıkıyorMUŞ gibi gözükürler… O yüzden aklını kullan ama kullanıyormuş gibi yapma ya da kullandığını sanma. Tanrı’nın sana bahşettiği muhteşem armağanı geri çevirme JNe de olsa seni değerli bulmuş ki sana vermiş. Niye vermiş? Kullan diye :) Tabii aklı kullanmayı da öğrenmek lazım. Emek ister, zaman ister, cesaret ister, yürek ister… Ben hâlâ öğreniyorum JAma iyi haber öğrenirken bile çok işe yarıyor :) Ve bu yolda giderken en büyük yanılgımızda “ben zaten aklımı kullanmayı biliyorum, her zaman da kullanıyorum” demek olur. İşte o zaman hızla geri gitmeye başlarız, kendimizi sınırlarız ve kendi egomuzun tuzağına düşeriz. Her daim devam güzel insan Jbirlikteyiz ve birlikte güzeliz :)

Sevgi ve sağlıkla ilerleyin…

Arzu Bıyıklıoğlu

NLP Uzmanı ve Yaşam Koçu

www.arzubiyiklioglu.com

instagram.com/arzu.biyiklioglu/

facebook.com/arzubiyikliogluofficial/

Yazının devamı...

Belki de Sen, Yüzüncü Maymun Olabilirsin

Gündemde olaylar alıp başını giderken bu olaylara fazla takılmadan kendi üzerlerine odaklanmış, içsel huzur ve dengeyi yakalamış (ya da yakamla gayreti içinde) olanlara gündem takipçileri pek hoş gözle bakmıyorlar. Bu arada gündemciler de kendi arasında ikiye ayrılıyor:) Birincisi, gündemi takip edip sadece söylenerek sorunun bir parçası olanlar; ikincisi de bir formül üretip, hamle yaparak çözümün parçası olanlar (ya da olma gayretinde olanlar). Bu ikinci grubu takdirle, saygıyla tebrik ediyorum. Birinci gruptakilerin de yaptıkları davranış tarzının aslında sorunu beslediğinin bir an önce farkına varmalarını diliyorum.

Şimdi gelelim bizim kendine yönelik arınma, iyileşme, içsel güzelleşme yapan grubumuza JAslında onlar, pasif olarak az önce bahsettiğim ikinci grubun içindeler : Yani sadece kendileri için değil aslında tüm insanlık için çalışıyorlar. Bunu “yüzüncü maymun fenomeni”yle anlatmak istiyorum.

Pasifik Okyanusu’nda bulunan pek çok adada, yaşayan maymunlar için gözlem grubu kurularak 30 yılı aşkın bilimsel araştırmalar yapılmış. 1952’de Koshima Adası’nda maymunların yemesi için çamurlu su kenarına tatlı patatesler bırakmışlar. Maymunlar patatesin tadını çok sevdikleri için çamura rağmen yemeye çalışıyorlarmış. Ama bir gözlem sırasında 18 aylık bir maymunun tatlı patatesi yıkamayı keşfettiğini, sonrasında da bunu annesine ve diğer arkadaşlarına öğrettiğini gözlemlemişler. Günler geçtikçe maymunlar arasında bu patates yıkama işi giderek yayılmaya başlamış. Her maymunun tek tek bu yeni taktiği yanındakine öğretmesi ilginç bir olayken asıl 1958’de daha ilginç bir olay yaşanmış. Bu yıkama işlemini yapan maymunların sayısı 100’e ulaştığında (bu rakam semboliktir) birdenbire Pasifik Okyanusu’nda olayla hiçbir bağlantısı olmayan diğer adalardaki maymunlar da aynı anda tatlı patatesleri yıkayarak yemeye başlamışlar J100. maymunun enerjisiyle belli bir seviyeye ulaşan enerji, devrim niteliğinde bir bilgi transferine sebep olmuş. Sonrasında Duke Üniversitesi’nden Dr. J.B. Rhinne değişik şekilde deneyleri tekrarlayıp hep aynı sonucu almış. Yeni bir düşünce ve davranış tarzı, toplumları oluşturan fertlerin belirli bir oranı tarafından benimsendiğinde birlikte oluşturdukları rezonans, bu yeniliğin -mesafeleri ve bilinci aşarak- kolektif bilinçaltından zihinden zihine aktarıldığı tespit edilmiş böylelikle. İşte, dünyada ya da Türkiye’de kendi üzerinde arınma, tevekkül, barışma, sevgi ve içsel mutluluğu doğurma çalışmaları yapan, gündemden uzak kendiyle baş başa kalan insanlar şu an patatesi yıkayan maymunlar gibi JHer biri kendini içsel olarak arındırıp sevgi enerjisiyle daha fazla temas ettikçe farklı bir rezonans yayıyorlar ve belli bir sayıya ulaştıklarında pek çok insan da kendiliğinden bu olumlu enerjiye bağlanacak :)

Bu deney, bana aynı zamanda Gandi’nin “sen değişirsen dünyan değişir” sözünü de hatırlatıyor. İnsanın kendisinde olan değişim mutlaka onun hayatını ve hayatındaki insanların da bir kısmının değişmesine vesile oluyor. Değişmeyen ve kendini tekrar eden insanlara (olaylara) takılmak, şikâyet etmek ya da yargılamak yerine ya sorunun çözümü olmak için harekete geçmek ya da kendi içsel dünyamızı düzeltmekle ilgilenmek çok daha akıllıca değil mi? Belki de yüzüncü maymun sensin, ya da ben Jarınmak için çalışmaya devam :)

Sevgi ve sağlıkla ilerleyin…

Arzu Bıyıklıoğlu

NLP Uzmanı ve Yaşam Koçu

www.arzubiyiklioglu.com

instagram.com/arzu.biyiklioglu/

facebook.com/arzubiyikliogluofficial/

Yazının devamı...

Ruhunda cömertlik var mı?

Bugün de güzel erdemlerden, önemli insani değerlerden biri olan CÖMERTLİK kapısından bakalım istedim. Modern çağın madde ve etiket yoğunluklu dünyasında çok da hatırlanmayan ama acilen hatırlanması ve içselleştirilmesi gereken değerlerimizden biri.

“Cömertlik” nedir dediğimizde kendi kişisel zihin sözlüklerimizden bir takım tanımlar çıkacaktır. Benzer tanımlarımız olabileceği gibi farklı tanımlarımızın olması da mümkün. Ne de olsa yetiştiğimiz sosyokültürel ortamın öğrenme üzerindeki etkisi ülkemizde bilinçli-araştırmacı öğrenmeden çok daha fazla maalesef. Böyle olunca da geleneksel öğrenme kendiliğinden iyi kötü, doğru yanlış soruşturulmadan kayda alınıyor, nesilden nesile geçiyor. Bu yüzden cömertlik nedir sorusuna farklı cevaplar verebiliyoruz. Tabii ki verdiğimiz cevabın ne olduğu kadar, cevabı uyguluyor olmamız, içimizde cömertlikle birleşmiş olmamız da çok daha önemli.

Önce isterseniz yazıyı okumaya ara verip kendi cömertlik tanımınızı yapın ve kendinize cömert olmanın sizin için önemli olup olmadığını, önemliyse ne kadar önemli olduğunu sorun. Artık biliyorsunuz benim yazılarımda öyle oku-geç yok. Herkes kendine soracak, cevap verecek, fark edip uygulayacak. :) Sonra okumaya devam edebilirsiniz; benim acelem yok, beklerim. :)

Kendi cömertlik anlayışınıza baktıysanız şimdi devam edelim, bakalım ünlü İslam Filozofu İbni Sina’nın cömertlik anlayışı nasıl? Dünyaca tanınmış bir üstadın kapısından bakmak muhakkak ki bize güzel bir farkındalık olacaktır.

İbni Sina’ya göre cömertlik (cüd): Herhangi bir karşılık almaksızın gerekli bir şeyi vermektir. Bir kimsenin cömert olarak nitelenebilmesi için gerekli olan üç kriter vardır. Öncelikle “verme” olmalı, ikincisi verdiğin şeye karşı tarafın ihtiyacı olmalı. Üçüncüsü de bu davranışın sonuncunda hiçbir şekilde karşılık beklememektir. Eğer maddi manevi herhangi bir karşılık beklenirse bu cömertlik değil tacirlik olur.

Çoğumuz, İbni Sina’nın cömertlik yorumunu anlayıp onaylıyor olabiliriz. Ama acaba şu anki hayatımızda gerçekten bu şekilde cömertçe davranabiliyor muyuz? Kendimize samimi bir şekilde soracağımız soru bu. Cevabımız evet ise ikinci soru geliyor :) Acaba verdiklerimizin arkasında ikincil bir fayda gizli olabilir mi? Mesela takdir edilmek, önemsenmek, fark edilmek, sevilmek, güçlü görünmek, şeref kazanmak ya da cennette yer ayırtmak gibi. (Burada kendinizle başbaşa kalarak samimi bir sorgulama yapabilirsiniz. Lütfen hemen ben öyle değilim diye geçiştirmeyin. Çoğu kişi yok öyle bir şey diyor ama derinlemesine bir çalışma yaptığımızda öyle çıkıyor. Ve bu kötü bir şey değil; çünkü bunu da büyürken öğreniyoruz ama farkına varınca hayatımızda çok şey değişiyor. Çünkü bu, gizli ikincil faydanın olması özdeğer, özsevgi, özsaygı eksikliğine kadar gidiyor ve yaşamımızı olumsuz yönde etkiliyor. Bunu fark ettiğimizde de hayatımız olumlu yönde değişmeye başlıyor.)

Peki, şimdi aklımıza başka bir soru gelebilir: “Acaba insan açık veya gizli hiçbir çıkar gütmeden sadece içinden geldiği için yardım edebilir mi?” Eğer insan karşı tarafın ihtiyacı olan şeyi verdiğinde kendisinde bir eksilme olmayacağına inanıyorsa ya da eksilme olsa bile (bu ancak maddi kısım için söz konusu olabilir) bu eksikliği önemsemiyorsa ve zaten vereceği her ne ise aslında onun kaynağına zaten bağlı olduğunun farkında, bilincindeyse işte o zaman cömertlik erdemiyle bütün olmuştur ve egonun hiçbir çıkarı söz konusu değildir. Çünkü o anda fayda sağlamaya çalışan bir ego yoktur.

Peki, eğer yardımlarımızın ya da cömertliğimizin ardında bir gizli fayda bulduysak ne olacak? Elbette güzel olacak :) Çünkü bulduğumuz beklenti her ne ise o, bizim gelişme, arınma alanımızdır. Onu bulduğumuz için sevinmeliyiz. Çünkü önümüzü tıkıyordu, olumsuz enerji yayıyordu, bizi farkında olmadığımız pek çok alanda engelliyordu. İşte şimdi onu dönüştürebiliriz. Örneğin sevilme beklentimiz varsa, kendimizi sevmeye başlamamıza işaret eder, saygı görme beklentisiyse özsaygımızı yükseltmemize işaret eder…

Evet, bu hafta konumuzu beğenen ve konuyla ilgilenen güzel insanları sıkı bir gözlem, sıkı bir sorgulama bekliyor:) Kendimize karşı samimi ve cömert olduğumuz bir hafta olsun güzel insan…

Sevgi ve sağlıkla ilerleyin…

Arzu Bıyıklıoğlu

NLP Uzmanı ve Yaşam Koçu

www.arzubiyiklioglu.com

instagram.com/arzu.biyiklioglu/

facebook.com/arzubiyikliogluofficial/

Yazının devamı...

Acaba Sen Hangi İletişim Şeklini Kullanıyorsun?

Çocukluğumuzdan bu yana ailemiz, çevremiz, deneyimlerimiz, televizyon ve artık internet aracılığıyla da bilmeden yani farkında olmadan pek çok şeyi öğreniyoruz. Çevremizden gelen fikirleri, söylemleri, yazıları düşünce kalıpları olarak zihnimize alıyoruz ve çoğu zaman deyim yerindeyse sorgulamadan, kendi malımız gibi, kullanıyoruz. Kendimizle ve çevremizle olan iletişimimiz, emanet gelen doğru-yanlış düşünce ve davranış kalıplarıyla dolu. Evet, zamanında küçüktük bilemedik, pek çok fikir ve inancı hatta başkalarının tecrübelerini aldık ama artık büyüdük; şimdi bilerek davranabilir, akıl yürütebilir nasıl düşüneceğimizi, nasıl davranacağımızı seçebiliriz.

Bugün bu öğrenilmiş olumsuz düşünce ve davranış kalıplarından birkaçına değinmek istiyorum. Belki sizde olanlar varsa şimdi bilerek yerlerine yeni seçimler yapabilirsiniz. Çünkü bu olumsuz kalıplar, öncelikle bizim kendi hayatımızı zorlaştırıyor hatta çıkmaza sokabiliyor; ikincisi, başkalarıyla olan ilişkilerimize zarar veriyor. Hatta onların da hayatlarını olumsuz etkiliyor, bazen bizden uzaklaşmamalarına sebep oluyor.

Talep etmek ………………. yerine …………………..rica etmek

Yalan söylemek ………………..yerine ……………………..gerçeği söylemek

Suçlamak ………………..yerine……………………….sorumluluğu kabul etmek

Alaycı olmak ……………………yerine……………………….içten, samimi olmak

Yakınmak, eleştirmek…………………………yerine………………..takdir ve beğeni sunmak

Küfür etmek …………..yerine…………………. bir çift söz etmek

Yıkıcı olmak…………………….yerine…………….yapıcı olmak

Evet bunlar (sol taraftakiler) önce kendimizi, sonra ilişkilerimizi zedeleyen birkaç hatalı davranış kalıbı. Ve hepsi de egomuzun var olmaya çalışma halleri JZamanında bilinçsizce öğrendiğimiz kalıplarımız. Tabii işin enteresan tarafı çoğu kişi sol taraftaki davranış kalıplarının kendisinde olduğunun farkında değil. İşte bunları fark etmediğimiz için mutlu olamıyoruz. Ancak gözlemci pozisyonuna geçersek kendimizi gözlemleyip farkına varabiliriz. Mesela işyerinde bir sorun çıktığında ilk aklınıza gelen, iş arkadaşınızın ya da patronunuzun yüzünden bu sorunun çıktığı mı? Ya da sizin hatanız, sizin suçunuz mu? (Kendimizi suçlamak da aynı davranış aslında.) Yerine koymamız gereken sorumluluk almak, o zaman çözüm odaklı yaklaşmaya başlamış oluruz. Ya da eşiniz, çocuğunuz, iş arkadaşınız sizin istediğiniz gibi davranmadığında ne yapıyorsunuz? Yakınma, eleştirme, küçümseme? Yoksa iyi yaptıklarını ön plana çıkartıp, takdir edip yanlışlarını (size göre) farklı fikirlerini kabul mü ediyorsunuz?

Nasıl ki yüzümüzü ayna olmadan göremiyoruz, otomatik düşünce ve davranış kalıplarımızı da bir ayna olmadan göremiyoruz. Diğer insanlar da bizim aynamız, onlarda iyi kötü bizi heyecanlandıran övgüye layık gördüklerimiz de, bizi rahatsız eden, öfkelendiren, kızdıranlar da bizim yansımamızdır. Biliyorum, bunu kabul etmek bazılarınız için çok zor olabilir ama öyle Jİnsan insanın aynasıdır. Bu ayna olmanın bir yolu da kendini gözlemlemektir. Anda kendi egondan sıyrılıp, önyargıları bırakıp yeni baştan tüm düşünce ve davranışlarını gözlemleyebilmektir. Eğer bu konular üzerinde çalışma yapmak isterseniz bir arkadaşınızla da anlaşabilir, birbirinize sesli ayna olma izni verebilirsiniz. Yukarıda yazan konulardan birini her hafta seçip arkadaşınızdan (ya da eşinizden) sizi olumsuz kalıp içinde görürse size bunu hatırlatmasını, fark ettirmesini isteyebilirsiniz JVar mı cesaretin bunu yapmaya güzel insan? Biz koçluk görüşmelerinde bu yüzleşmelerden mutlaka geçiyoruz. Ya da kitaplarımdaki uygulamaları yapan okurlarım da geçiyor bu yoldan ve sonrasında çok güzel dönüşümler oluyor JEğer kendimizle ilgili olumsuzlukları fark etmezsek gelecek yıl hayatımız bugünkünden daha kötü olacak. Ama olumsuz yanlarımızı fark edip yüzleşirsek ve değiştirirsek gelecek yıl bundan çok daha güzel olacak JArtık büyüdük, yeni düşünce ve davranış kalıplarını seçebiliriz. İşe yaramayan, hayatı zorlaştıran emanetlerden özgürleşebiliriz değil mi güzel insan?

Sevgi ve sağlıkla ilerleyin

Arzu Bıyıklıoğlu

NLP Uzmanı ve Yaşam Koçu

https://www.arzubiyiklioglu.com

instagram @arzu.biyiklioglu

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.