SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Kendini Sevme Sanatı

Belki karantina günlerinde öyle az eylemli zamanlar geçirip, herkes evinde an gelir kendini sevmeye başlar diye umut ediyorum. Zira “kendini sevmek” öyle deyince olan ve olunca hep kalan bir şey değildir. Sanat deme sebebim de budur, klişe gibi dursa da tam olarak sanattır. Nasıl mı, anlatayım:

Kendini sevmek, kendini güzel ve akıllı hissetmek kadar basit ve çiğ değildir. Hani bir adamı ya da kadını ya da aileni her şeyiyle seversin ya, görünüşünden tut kusurlarına kadar, işte kendini her hatan ve kusuruna rağmen sevebilmektir kendini sevmek. Hatasız ya da kusursuz olma çabası değildir, hata da vardır kusur da. Her şeyin içinde en kökte kendini sevmek vardır.

Kendini sevmek, başkalarına saygı duymayı unutup, her istenenin söylenmesi ve yapılması özgürlüğünü vermez insana. O bencilliktir! Kendini seven insan başkalarının öz benliklerine, tercihlerine de saygı duyar. Kendini sevmek, bir amaca ulaşmayınca küsmemeyi, kendi kalbini kırmamayı, en çok kendi ruhuna ve aklına saygı duymayı başarabilmektir.

Kendini sevince, kalbin bir kuş, aklın bir kılavuz gibidir. Aklını duymayı ve en çok kalbini sevmeyi bilirsin. Birinden mi hoşlanıyorsun, kendini bekleme ve ümitsizlik çukurunda bırakmayı seçmezsin. Gereken her cesareti gösterir, her ne olacaksa olsun, nihayeti verirsin kalbine. Kendini sevmek, ruhun isteği her arzu için cesareti içinde bulmayı sağlar ve ruhu özgürdür kendini sevenin.

Kendini seven insanın hayatta çok şeye arzusu olur, hayal kuralar, arzular ve arzuları için mücadele eder. Mücadele eden ruhunu sever mesela, öyle zafer takıntısı yoktur.

Kendini seven insan fiziksel olarak kendinde kusur bulabilir, ama kendisiyle barışıktır, değiştirmek ya da güzelleşmek ister ama bu da kendini sevmesiyle ilgilidir. Kendini daha çok mutlu etme arzusundan gelir yani, kaynağa bakarsan görürsün.

Kendini sevmek her konuda “ben” demek değildir. Hayatın içinde olan her an için benliğini mutlu hissedebilmektir. Hayatta olan her şeyin güzelliğini ve olağanlığını görür kendini seven. İşler kötü mü gitti, hayatın gerçeğidir. Kalbine bir dost gibi bunu anlatabilmeyi, geçeceğini söyleyebilmeyi ve direksiyona geçip hayatı güzelleştirmeye çalışmaya devam etmeyi bilir kendini seven.

Peki Nasıl Yapılır Bu Sanat?

Sürekli kendi içine bakacaksın. Kalbinin senin dostluğuna, aklının senin dinleyiciliğine ihtiyacı olduğunu bileceksin. Oturup bir düşüneceksin mesela “anneni üzeceklerini bilsen ne yapardın?” “sevdiğin adamın/kadının hangi kusurlarını bile sevdin?” Aynısını kendin için yapacaksın. Annene olan sevgin ve üzerine titremen kadar olmalı, kendi ruhunun üzerine titremen mesela. Ve bir adamı ya da kadını her şeye rağmen sevdiysen kendini öyle seveceksin, nasıl onun mutluluğunu önemsiyorsan kalbinin mutluluğunu herkesten daha çok önemseyeceksin.

Mesela duygusunu saklayan birisi için söylemişsindir “neden açılmıyor, aslında üzülüyorum, insan neden duygularını tutar” diye; kendi duygularını tuttuğun, cesaret etmediğin zaman da kendi kalbinin “yazık olan” durumuna bundan daha çok üzüleceksin.

Değer verdiğin herkes için ne yapıyorsan kendine onu yapacaksın. Nasıl ki bakıyorsun herkesin hayatına, duygusuna, üzüntüsüne, hayaline, arzusuna ve her şeyine, unuttuğun o “kendine” de aynı öyle bakacaksın.

Bunu işte sadece yapacaksın ve hep yapacaksın! Çok basit belki de, her an birini düşünür gibi kendini sevmeyi anımsayacaksın.

Betül Yergök

Yazının devamı...

Zihnin tuzağı: Konfor alanı

Bir süredir neredeyse herkesin kullandığı bir tabirdir “konfor alanı”. Biraz işin içine zihin matrisimizi katarak, konfor alanının hem gerçekte nasıl oluştuğunu ortaya koymak hem de hangi zinciri kırmak gerektiğini göstermektir niyetim.

Zihin matrisimizin ana kodlarından olan “hayatta kal” kodu ile “kayıp-kazanç mekanizması” devreye giriyor aslında konfor alanının öncesinde. Mutlaka bu alanın oluşmasına neden olan bir olay yaşamışsındır ve kendini korumaya alma isteği doğmuştur içinde. İşte bu dürtün geliştiğinde hayatta kal kodu devreye giriyor. Peki en iyi hayatta kalma biçimi nedir, sorunsuz ve kayıpsız bir cephe kurmak.

Örneği ilişkiler konusunda kaynak olan olaydan beslenerek, iletişimde adım atmamayı, risk almamayı ve güvenmemeyi kodlamış olabilir. Erkeklerde sorumluluk almamak ve kadınlarda iletişimde girişken olmamak en bariz örnekleridir. Kendilerini eylemsiz kılarak ve girişken olmayarak güvenli cephede tuttuklarını hissederler. Bazen kötü giden bir evliliği ya da ilişkiyi sürdürmek ya da sürünerek gidilen işten çıkmamak olarak da karşımıza çıkar. Kişi içinde bulunduğu alanın (evlilik, ilişki, iş) içinde pek mutlu da olmayabilir ama bu alanın dışını ise bilmediği bir ormanda tek başına kalmak olarak hisseder. Bu hayatta kalma kodunun verdiği histir. O kod bu alan için “bildiğin alan; diğer alanı hiç bilmiyorsun, alanın dışında ya savaşamazsan, ya hayatta kalamazsan, ya kaybedersen” diye diye seni bu alanın iyi olduğuna ikna eder.

İşin iki kötü yönü var: biri bazen konfor alanının kaotik bir alan olması. Yani, örneğin insan kendini melankolik olarak iyi hissetmişse, kötü denk gelmiştir ve konfor alanı melankolidir. Diğer kötü yanı ise, bu durum konfor alanı oluşturmaya neden olan konuyla sınırlı kalmaz. Örneğin aşk konusunda aldığın yara yüzünden olmuş ve kök neden bu ise, atağa geçmiş olan kayıp-kazanç mekanizması artık sadece aşkla da kalmaz, sosyal hayattan kariyerine kadar riskli ya da cesaret gerektiren en ufak harekette bile “kayıp mümkün” diye kırmızı sinyali çakar beyinden ve eylemsiz kılar seni. Yayılır yani, risklidir. İki dedim ama belki bunun artık nörobilim açısından bir süre sonra bu yaşam şeklinin otopilot halini aldığını ve kırılmasının da zor hale gelebileceğini eklemek mümkün.

Dünya bir toz bulutuydu gibi bir hikaye aslında. Bir gün bir olay yaşadın ve beynin o olayı alıp evirdi çevirdi ve seni bir alana kilitledi, dışından korkmana, içinde mutsuz da olsan tutsak olmaya ikna ve memnun oldun, olduruldun.

Şimdi soru şu: Artık hiç önemi kalmamış bilmem neyin nesi bir hikayeden, zihin matrisinin o anki duygusuyla oluşturduğu bir alanda hapsolmaya devam etmek sana mantıklı geliyor mu?

Anlattığım gerçekliğe bakınca, zihnimin kalbimde esamesi okunmayan bir adama canım sıkılmıştı diye beni eylemsiz, cesaretsiz, kısıtlı ve heyecansız bir alana hapsetmesi, üstelik beni kandırmak için de adını “konfor” olarak hissettirmesi kabul edeceğim bir şey değil. Direnirim, eskiden kalma düşünceyle beni soktuğu bu alandan çıkmak için konfor alanını ateşe verir kaçarım. Ya sen?

Konfor alanı safsatası içinde üç ay bir adamın iletişim kurmasını isteyip ama kodlarım bekle dedi diye susup duracağıma, en kötü zamanı kazanırım diye aramayı seçerim. Her gün sürüneceğim bir iş ya da ilişki hayatını seçeceğime, yalnız olup peynir ekmek yemeği ve her gün yeniden daha iyi bir iş ya da ilişkiyi bulacağım inancıyla savaşmayı tercih ederim. Bilirim temiz bir savaşın sonu zaferdir. Üstelik derdim asla zafer olmaz, ben sınırlarımın olmadığı sınırsızlıkta kendim olmayı ve asla zamanı tüketmemeyi, aksine zamanı yaşamayı seçerim. Ya sen?

Nasıl mı yapacaksın? Çok kolay, bunu bil ve değiştirmeyi iste ve diren, yeter. Amuda kalkmana, birinin terapisine ihtiyacın yok senin. Beynin başkasının tuşa basmasıyla çalıştığından daha iyi çalışır senin komutunla, unutma. Ve asla onun yerine yeni bir alan yaratmak değil yöntem, duvarları ve sınırları olmamalı arzularının.

#hayatevesığar #evdekal

Betül Yergök

İnstagram: @betulyergok

Youtube: @mentalizasyon

Yazının devamı...

Virüs gibi ilişkiler mutasyonu

Dünya coronavirüs salgınıyla savaşırken, kendimi karantinaya aldığım evimde önce tıbbi olarak virüsün nasıl bir şey olduğuna kafayı takmıştım. Ardından parmaklarım klavyeyle buluşunca bu hafta bunu yazmak istedi. Belki çok kez anlatıldı ve belki çok kez düşündük ama bu virüsün tıbbi birkaç detayı aslında daha örneksel bir sonuç verdi ilişkilere dair.

İlişkiler dünyamız aslında virüsün mutasyonu gibiydi. Virüs, tıbbi olarak her girdiği bir bedenden diğerine geçerken mutasyona uğruyordu. Yani ilk virüse yakalanan ile onuncu ya da ellinci virüse yakalanmış kişideki virüsün tıbbi gerçekliği mutasyon nedeniyle farklıydı.

Yaşımız kaç olursa olsun ilk ilişkiden bugüne her bir ilişkide ilişkilere bakışımız, biz, yaşımız, beklentilerimiz, hoşlandığımız şeyler ve bir sürü şey de aynen böyle mutasyona uğruyor aslında. Bu mutasyon hem değişen dünya hem yaşımızla olabildiği gibi ilişki yaşadığımız ya da hoşlandığımız kişiyle olan hikayeden de olabiliyor. Örneğin çok iletişimli olmayı tercih ettiğimizi düşünürken, bir ilişkide karşı tarafın hareketleri yüzünden aslında bu kadar yakınlığın vıcık vıcık bir ilişki olduğu ve artık bunu istemediğimize karar verebiliyoruz. Ya da daha önce görmediğimiz bir güzelliği birinden görüyor ve artık istekler listesine o gördüğümüzü de ekliyoruz.

Mesela ben en son bir flörtümün bana sebepsiz de olsa yaptığı jestlerden sonra, aslında aynen böyle mutlu edilmeleri istemeye başlamıştım. Bu benim onunla uğradığım bir mutasyondu. Ondan önceki adam gelse bu beklentime şaşırır ve “sen böyle şeyler istemezdin” derdi. Ben ve beklentilerim bu mutasyonla değişmişti.

Bunu bilmek güzel.

Yani sürekli mutasyona uğruyorsak ilişkilere dair, o zaman eski ilişkilerde olan herhangi bir şey bizde gelecek için kod ve bir ezbere dönüşmemeli. E, o ilişkiden mutasyonla çıkmışız artık bir kere. Ayrıca virüsün mutasyonlar sonucu başkalaşması gibi eski bir adam ya da kadın ile yeni bir kadın ya da erkek arasında hiçbir benzerlik olamazdı. Saç yapısı, göz çukuru ya da espri anlayışı benzeyebilir ama bütünüyle ilişkilere dair ezberler koymamak gerekiyor yani.

Demek ki coronavirüs gibi bizlerde ilişkiler dünyamızda her bir ilişki ya da her bir duygu atağında hikayenin içeriğine göre mutasyona uğruyoruz. Ayrıca hikayeler ve zaman da mutasyona uğruyor. Biz ve hikayeler bile her yeni zamanda değişiyorken, geçmişteki bize ya da etrafımızdakilere ait ilişki hikayelerinden bir ezber yaratmak, en ağır tabirle sokağa çıkma yasağı verildiğinde sokağa doluşan insanlar gibi düşünmektir. Ezbere, boş ve yanlış paniklerle…

Sonuç olarak bu büyük salgınla ilişkiler dünyasını benzetmek hoş olmayabilir, belki yanlış da ancak geçmişi sırtına yük edip anı yaşayamayan ve kalbini hep hataya yoranlara bugünün en büyük örneğiyle anlatmak doğru olur dedim. Yani ilişkiler dünyamızda eski zaman ya da şimdi biz de aynı değiliz, biz de değişiyoruz, mutasyona uğruyoruz, tüm insanların algısı ya da ilişkideki hali mutasyona uğruyor ve her hikaye her seferinde ilk kez yaşanıyor. Şimdi mutasyonlarınla geldiğin bugün kendine iyi bak, ezberlerini boz ve zihnine yazdığın tüm eski korku-kaygı ya da varsayımları silkele.

Ruhunu, kalbini ve zihnini tüm geçmişten dezenfekte et, karantina bitince izolasyonda arınmış bir sen çıksın aşk meydanına:)

#hayatevesığar #evdekal

Yazının devamı...

Karantinada yoksunluk sendromu

Kimi daha ilk günlerde kimi şimdilerde kimi de çok yakın günlerde “yoksunluk” duygusuna girmeye başlayacak elbetteki. Mali yoksunluklardan daha çok manevi yoksunluklar baş gösterdi, gösteriyor ve yakın günlerde daha çok artıyor olacak. Ben de size bu yazıyla başka pencereler açmak ve bu yoksunlukta aksine aydınlanarak daha çok nefes alma imkanı sunmak niyetindeyim.

Karantina günlerine kadar yaşadığımız hayattan kesilen, yüz yüze görüşmeler, fiili sosyalleşmeler ve en basiti dışarı çıkma özgürlüğünün elimizde olmayışı bu sendromu tetikliyor. Ama her şeyden önce daha bunun başlangıç olduğu ve en az bir ay daha böyle süreceği düşüncesi de tam delirmelik değil mi?

Flört yok, ilişki yok, iletişim yok, bir kahve içmek, gezmek, dolaşmak, güneşi hissetmek, tanışmak, temas etmek, öpmek ve sarılmak yok…Tamam ama bu yoksunluk dünyasının içinde aslında ne var?

Yalnızlığın içinde çoğalmak, yoksunluğun içinde yeni sahip olmalar, kısıtlılığın içinde yeni genişlemeler, fotografik iletişim geçmişinin aksine sesli ve görsel iletişim alışkanlığı gelişimi var. Birazcık bu yoksunluğun içinde iletişim ve ilişki dünyasına ilişkin kazanımlarımızı da görmek lazım:

• Eskiden sadece sosyal medyada paylaştıklarımız üzerineydi iletişimlerimiz. Kim ne yapıyor, görüyor ve arama ihtiyacı duymuyorduk. Şimdi bu karantina yoksunluğunda bu yetmemeye başladı ve sesli aramalar, görüntülü uzun sohbetler gelişti. Kalır mı bu iletişim esnemesi dersiniz?

• Başına buyruk bir duygu seli akıyordu yıllara sari. Aile, toplum, millet, birliktelik, fedakarlık, empati, özen, güvenlik gibi bir sürü kaybolan değer yeniden varlık kazanıyor. Belki faydası olur karantinadan sonra ilk flört buluşmalarında hani. Belki sorumluluk almayı öğrenmiştir erkekler ya da çok fazla beklentiyi bırakmış olur kadınlar.

• Yoksunluğun ilk evreleri zor evet, kendine bakmak zaman alacak. Önceliğimiz dünyanın baş ettiği bu salgını takip etmek ve kaygılanmak üzerine. Ama yakın günlerde karantina çaresizliği ile evde kendi kendine bir şeyler yapmaya başlayınca herkes, kendi kendine “tam” olabilmeyi görecek. Ne istiyor, hayattan ne bekliyor ve gerçekte neleri seviyor, unutmuştu herkes. O kadar yalnız kalmamak üzerineydi ki dünya, çağ bunu yaratmıştı ruhlarımızda. Evde olmaktan bahsetmiyorum. 20 saat evde olup telefona bakmak da aynı şey. Bir süre kendi kendine kalmak, insanın kendi ruhunu duymasını sağlayacak. Dilimde ve parmaklarımda tüy bitmiştir, sürekli söylerim “kendi ruhunu, aklını duymak”! Herkes yaptığını iddia ederdi, ben aksini. Karantina bitince bunu konuşalım derim ben!

• Karantina yoksunluğunun ilk günlerinde, karantina öncesinde olduğu gibi bir flört ve ilişki istemi, yatağa yalnız girmeme arzusu, hızlı ve tükenmiş ilişkiler dünyasından kalma dürtüler devam etti. Bir sanatçının “dm’den yürüyün karantinada, hep yürüyün” deme şuursuzluğu hakimdi tüm ilişkisel zihinlerde. İlk günler aynı dürtü devam etti. Şimdilerde ve yakın gelecekte yerini doğruluğa bırakacak, inanıyorum. Gerçek bir ilişki istemek, doğrusunun ne olduğunu görmek konusunda aydınlanacak ruhlar. Karantinada bedenimizi bir salgından korurken, ilişkiler konusunda da çirkin bir salgına dair farkındalık ve arınma olacak. Ellerini yıkar gibi herkes kalbini ovalayarak yıkayacak, kırık kalpler maskesini takacak ve flört masasına otururken kendi öz farkındalığı için eldivenini takacak kadınlar ve adamlar, umuyorum.

• Bu gönüllü-zorunlu karantina günlerinde sakınmanın yetmediği, daha fazla korunmanın gerektiği gerçeğiyle, kendini bildiğini sanmanın yetmediğini daha çok kendini bilmek gerektiğini öğreniyor ve öğrenecek kadınlar ve adamlar. Cinselliğin, paranın ya da hunharca eğlenmenin, alkolün ya da sosyal medya etkileşimlerinin yetmediğini derin bir karantina yoksunluğu içinde öğrenecek. Flört etme güdüsü olanlara “karantinada mesajlaşarak flörtleşmenin zamansal tatmini olduğunu, duygusal tatmin yaratmadığını” söylemiştim kendi adıma. Fark ettim ki ben hep böyleydim. Belki herkes karantinadan böyle çıkar. Zaman yoksunluğunda kurulan diyaloglar değil, duygu dünyasını doldurma niyetiyle buluşur belki artık kalpler karantinadan sokağa çıktığımız ilk günler.

O yüzden karantinadaki yoksunluk sendromlarımız artacak evet, zaman çok ve süreç uzun. Nasılsa evdeyiz ve kendimizi koruyoruz. Peki karantinadan sokağa çıktığımız günler itibariyle ruhumuzun güvenliği için bu karantinada kendinde neleri değiştirebilirsin?

Kalbini ovalayarak yıka, kırılan yerlerine maske tak, hangi konularda, hangi ilişki ve iletişimlerde eldiven takman gerektiğini keşfet. Gerçek korku ve kaygıyı bugünlerde yaşıyoruz. Şu ana kadar taşıdığın onlarca korku ve kaygının gereksizliğini keşfet ve çöpe at. Kıyasla, bak bu gerçek bir kaygı ve korku. Korkma ve kaygılanma ama eskilerin gereksizliğini keşfet.

Cinsellik ya da flört ya da anlık paylaşımlar değil, zamanı paylaşmak değil, duyguyu ve hayatı paylaşmak daha önemli olsun. Sosyal medya değil, bir dünya ve sen olsun merkezin. Bu karantinada bomboş bir yoksunluk yaşama. Yoksunluk baki ama bundan kazançla çık. Derin nefes al, yoksunluğun biraz altını kısıp kendine odaklan. Her gün bir müzik aç, gözlerini kapat, salonda dans et ve düşün:

Bu karantinada gerçek sen kimsin ve sokağa yakında hangi sen olarak ineceksin?

Betül Yergök

Yazının devamı...

Karantina günleri: Değişiyoruz

Çok Güzel Hareketler Bunlar isimli programı herkes biliyordur. Orada her seferinde aralıksız dikkatimi çeken ve önemsediğim bir detayla başlayacağım. Yılmaz Erdoğan her skeçten sonra izleyiciye ya da oyunculara skecin “ana fikrinin” ne olduğunu sorar ve skeçlerin hayatın içinden olması ve izleyiciye farkındalık geçirmesini arzu eder. Yani bunu bir TV programı olarak değil, yaklaşım olarak örneklemek istedim.

Ben de tüm yazılarımda ele aldığım konularda, özellikle bir farkındalığı aktarma gayesinde olmuşumdur. Şimdi de tüm Dünyayı kasıp kavuran Covid-19 Coronavirüs salgını üzerine küresel bir mücadele verirken, bütün toplumlar olarak kendimizi karantina günlerinde bulduk. Bu karantina günlerimiz ve bu küresel olayın içinde, tüm insanlığın başka bir frekansa geçtiği, algılarımız ve hayatlarımızın değiştiği aşikar. Yaşadıklarımızın ana fikri ve farkındalığı nedir yani? Neler değişiyor, dönüşüyor? Neler daha değişme sancısında kalıyor, bunlara biraz bakalım istedim. (Daha detaylısı Youtube kanalımızda yer alıyor)

Neler Değişiyor? :

1. Küresel dünya farkındalığı oluştu ve oluşuyor (Loading %73). – Artık sadece bir Ülke insanı değil bir Dünya insanı olduğumuzu, tüm Dünya insanlarının bir “İnsanlık” olduğunu, yan komşumuz gibi İtalya’nın kayıplarına canımız yanarken, dili, dini, ırkı bırakıp ve sadece kendimize bakmaktan çıkıp, tüm Dünyayı görüyor ve düşünüyor hale geliyoruz. Elbetteki bu, salgının ilk günlerinde son derece düşüktü ama kaos büyüdükçe, farkındalık artıyor.

2. Bir bütünün içinde “birlik olmayı” ve fakat aynı zamanda “bir” olmayı aynı anda öğreniyoruz. (Zorlu süreç, Loading %61) Hem İnsanlığı hem yaşlılarımızı hem bulaştırma kaygısıyla tanımadığımız insanları bile önemsiyor, düşünüyoruz. Hem sokakta başkalarından virüs almaktan sakındık hem virüs salmaktan sakındık. Hem bireyselleştik, tek başına kalmaya başladık ama hem de hepimizi düşünmeye başladık. Karantina günlerimizin henüz çok uzun olmadığını düşünürsek, orantı iyi diyebiliriz. Umarım hem herkesi düşünmeyi hem bir başına mücadele edebilmeyi gerçekten tam öğreniriz.

3. Her şeyin eleştirilemeyeceğini, her şeyin dalga konusu edilemeyeceğini ve her konuda umarsız olunamayacağını öğreniyoruz. (Loading %23) Sosyal medyada goygoy yapanların bundan geri durmaya başladığını, siyaseten her konuda bel altı vurmanın ya da umarsızca “bana bir şey olmaz demenin” doğru olmadığını, bu küresel salgın insanlığa öğretiyor. Dirense de insan varlığı, bunu deneyimliyor ve mecbur kalıyor. Bu da umut verici. Her şeye gülünmez, her konuda kafanın dikine gidilmez, anlayacak yeni Dünya İnsanlığı.

4. Yaşlılarımızı korumak için kendimizi eve kapatınca “başkaları için fedakarlık yapma” duygusu gelişti Dünya İnsanlığının (Loading %43). Bunu eksik yapan da hiç yapmayan da bu konuda tamamlanacak. Fedakarlık göstermeyi, değer vermeyi, sorumluluk almayı 20. Yüzyılda neredeyse bütünüyle unutan insanlık, direksiyon kırılınca bunları yaşayarak yeniden öğreniyor ve öğreniyor olacak.

5. Her akşam kıymeti tarifsiz olan doktorlarımız ve sağlık çalışanlarımızı alkışladık, bir değil bin alkış yetmez. Onları alkışlarken, onların hangi şartlarda bizler için savaş verdiğini anladık. Yerlere düşen “Empati” tekrar can buldu ruhlarda. Önce onları sonra yaşlıları, sonra eşleri, sonra başka ülke insanlarını, yarın herkesi anlayabilecek bir empati gelişiyor.

6. “Her şey benim başıma geliyor” lanetlemesini umarım herkes bırakıyordur, az oranda bitişler görüyorum. Koskoca bir Dünya İnsanlığının başına gelen bu kötülüğün içinde olmak ve belki de sağlıklı kalmak şans ya da kadersel geliyordur çoğunuza. Ama en azından binlerce, yüzbinlerce insanın başına aynı şey gelebiliyor ya hani, hayat hep böyle. Buradan bunu anlayıp hep de böyle düşünmek gerekecek aslında. Umarım kalıcı olur.

Neler Zor Değişir ve İnşallah Değişir:

1- Öncelik Kuralı: Daha karantinanın ilk günlerinde insanlarımız “kiralar, faturalar….” Diye saydırmaya başladı. Oysaki önce “insanlarımızın ölmemesi ve daha çok hasta olmaması” olmalıydı dilimizden düşen. Ekonomik gereksinimleri bir ay sonra geriye dönük toparlayabilirdi devlet. Ya da bir yıl sonra uygulanabilecek aşıyla uğraşmak öncelik değildi. Önce sınırları korumak, yayılımı azaltmak, tedavi etmek, test etmek, az vaka ya da az kayıp elde etmek olmalıydı amaç. Öncelikleri iyi belirlemek gerekiyordu. Ama insanlığımız daha eve gireli 3 gün olmuşken kendi önceliğini dayatmıştı. Her bir olayda senin, benim ve olayın önceliği kıyaslanır ve bütün içinde bir öncelik belirlenir. Bu da NLP kurallarındandır. Önceliği belirleme yetisi olmayanların bu yaşananlardan öğreneceğine inancım pek yok. Aksine körü körüne inançlı kendi önceliğine insanlarımız. Umarım bu küresel vaka bize bunu da öğretir.

2- Yüksek Beklenti-Bencillik: Öncelik kısmında anlattığım gibi sadece kendi önceliğine bakıyor ya insan, Dünya’da tüm evler yanıyor, o ise “benim evde koltuklar yandı, onu devlet versin” diyor işte. Üstelik evsiz olanın kıyafeti de yanmıştı, hiç onu gören bilen yok. Sadece kendini düşünen insanlığımızın az buçuk az önce saydığım yönlerden değişeceğine inandığım halde, kendi derdine düşen yapının da devam edeceğini öngörüyorum.

3- Doğru Bakış-Objektiflik: Bu Küresel olayın zorla değiştirdiği bir şey oldu bu neyse ki. Yüzdesel olarak iyi bir değişim gösterse de zihin motifi alıştırmış “eleştirme ve muhalefet olma” güdüsüne, biraz daha zamanı var tamamlanmanın. Olaylara hazır bir algı ya da geçmiş örneklerden yola çıkmak yerine ilk kez duyuyor gibi bakmak, analiz etmek ve objektif yorumlamak gerekiyor, hayatta her konuda başarılı olmak isteniyorsa. Al işte koskoca Dünya yanıyor, bu yangından en azından bunu öğrenerek çıksın insanlık.

Dünya Değişiyor, İnsanlık başka bir frekansa geçiyor. Gelecek bambaşka bir algı üzerine oturacak. Sen geleceğin masasına neleri öğrenmiş olarak oturmak istiyorsun? Bu yazıya iyi bak, tamamla ve yarının güzel olsun.

Her şeyden önce tüm İnsanlığımıza acil sağlık, şifa ve hızlıca çözüm, kayıplarımıza rahmet, yakınlarına başsağlığı, karantina günlerimizde tüm insanlarımıza sabır diliyor, başta yaşlılarımızın ve tüm insanlığımızın evde kalmaları konusunda özen göstermelerini rica ediyorum.

#hayatevesığar #evdekal

Yazının devamı...

Kaçıngan bağlananlardan kaçın

İstek üzerine kaçıngan bağlanma konusunu yazıyorum. İstek geldi ama en iyi bildiğim yerden geldi. Bu yüzden çok iyi tarif edebilirim ve sadece tarifle kalmaz ne düşünmeniz ve ne yapmanız gerektiğini de der, kaçarım.

Yakın zamanda en ilginç dozunu yaşayan bir flörtüm olmuştu. İki yıl içinde sanırım en az 5 kez istemediğim halde üstün bir çabayla tekrar beni görüşmeye ikna edip, görüşürken her seferinde kaçıp gitmişti:) En sonunda yakalamıştım kaçıngan bağlanan bu arkadaşımızın travmasını. Boşanması onda “ilişkiler başarısızdır” yönünde bir algı oluşturmuştu. Ardından anne ve babasının ilişkisinde de birbirinden memnuniyetsizlikler olduğunu hatırladım. Hem aile modelinde hem de kendi ilişkilerinde, bağların mutluluk vermediği yönünde inanışı vardı. Hem beni hayatında istiyor hem de gidip aylar sonra gelebilmeyi umuyordu. Umarım ben de bir daha ondan bahsetmem:) Şaka bir yana, haydi çok bilimsel takılmadan kısa başlıklarla anlatalım:

Kaçıngan Bağlanma neden ve nasıl oluşur?

Kaçıngan bağlanma, bağlanma türlerinden sayılır ve genel olarak çocuklukta gelişen, daha çok anne-baba ile olan ilişki üzerine oluştuğu belirtilir. Aslında hepimiz için sevgi dolu ya da resmi, temasla iletişim ya da konuşkan olmama gibi aile içi sevgi ve iletişimin şekli bizi de aynı şekle sokar. Ancak kaçıngan bağlanan kişiler için iletişimsiz, resmi ya da sevgisini hissettiremeyen ebeveyn figürü, anne-baba arası ilişkideki kopukluklar daha etkilidir.

Ancak sadece çocukluktan gelmez bu kaçınganlık durumu. Sevdiği birini kaybetmek, çok sevip reddedilmek, ayrılmak, boşanmak, ebeveynlerin boşanması gibi köklü bağ kopuşları da çocukluk dışı dönemlerde travmalara neden oluyor ve kaçıngan bağlanma sonucunu doğuruyor. Bu yüzden mutlaka sonradan da olsa ilişkilere ya da karşı cinse güvensizlik hissettiği, kaybetme korkusunun tetiklendiği bir durum yaşamıştır. Şimdilerde özgürlük düşkünlüğü, sorumluluktan kaçınma veya ıssız takılma durumları bir tercihtir, kaçıngan bağlanma ile karıştırmayın. Kaçıngan bağlanan ya da bu duygu durumda olmayanların tercih ettiği yalnızlık modelidir. Bir yaşam şeklidir ve bu yaşam şekli günümüzde ilişkisizliği tercih etmeye neden olur. Ancak dediğim gibi kaçıngan bağlanma ile karıştırmayın.

Kaçıngan Bağlanma bir hastalık mı?

Bu bir hastalık değil bir köklü davranış modelidir.

Kaçıngan Bağlananların en temel özellikleri?

Issız adam filmi bunu tam olarak anlatsa da kaçıngan bağlanan kadın/erkek, karşı cinsten bütünüyle kaçabilir ya da kaçmayabilir, flörtöz olabilir. Sadece kendinde ya da karşısındaki kişide bağlanma ya da duygu belirtisi hissettiği anda uzaklaşır. Güçlü, kendine güvenen veya değişken tavırlar sergileyen kişilere kaçıngan bağlanırlar. Yani bu tip kişilere çekilirler ama aynı zamanda da hep aynı sebepten de kaçarlar. Bu kişilerle ilişkinin başı ve sonu yoktur. İlişkinin adı da sonu da bir türlü konulmaz. Tekrar dönebilme ihtimaline kapıyı açık tutup gitmek ister ve kesin tekrar iletişim de kurar. Karşısındaki kişiden ilgi ve duygu görmek ister ve hatta bunun için uğraşır ama görünce de özgürlüğüne müdahale sayar ve gider. Genelde seyrek iletişimde olmayı seçer. Hatta bunu, bu yaşam şeklini korumak uğruna da bilinçli yapar (bu bilinçli durumuna dikkat verin). İletişimi ve ilişkiyi bitirmişse, aslında bağlanmaya başlamıştır ve bu yüzden kaçmıştır.

Kaçıngan Bağlananlara bağlananların başına gelenler?

Bu duygu durumda bulunan birine karşı bir şey hissettiyseniz mutlak surette yüzde yüzünüz vazgeçememişsinizdir. Duygu değil takıntı olmuştur en kötüsü. Çünkü size olmadık yere, bu durumu çözme hırsı vermiştir. Aynı zamanda aslında bağlandığını ya da duygusu olduğunu da gördüğünüz için “neden bu ilişki olmasın” diye oldurmaya çalışmışsınızdır. Ya onu çözmeye, anlamaya, ya onun kendi kendine size olan duygularını anlamasını sağlamaya ve kavuşmaya dair kürek çekmişsinizdir. Fırsatınız olsa belki onun bu algılarını değiştirebilirsiniz ama buna da fırsat vermez. Ve %95iniz bunu başaramamıştır. Kalan %5 ise denk gelmiştir diyelim:)

Ne yapmalı?

Bir gün duyarsınız evlenmiş ya da mutlu bir ilişkisi var. Nasıl sinirlenir nasıl üzülürsünüz, neden sizinle olmadı diye bile öfke duyarsınız. Halbuki durum öyle değildir. Kaçıngan bağlanan kişilerin “bir anlık boşluğuna geldi” bile denilebilecek kararları vardır. Aslında zaman zaman bu kararlara gelir giderler ve bu geçiş çok kısa sürer. Yani kendi duygu durumlarının farkındadırlar ve zaman zaman bundan çıkmak isterler. Bu düşünce geçişine ya da değişme arzusu anına denk gelirseniz ve onun kaçmasını tetiklemeyecek, güçlü durmayan ya da ciddi duygu vererek panik yaratmayan biri olursanız bir anda bir ilişki ya da evlilik bile başlayabilir.

Önemli olan böyle bir kişiye duygularınız varsa bu bir anlık boşluğu beklemek ya da az biraz ruh hastası gibi aynı modelde davranmaya çalışmak, yapabileceğiniz ya da başarabileceğiniz bir şey mi, buna karar vermeniz.

Zaman ve hayat %5 ihtimalin peşinde koşmaya kıyasla çok daha değerli. Ben çok kez gördüm hem kendimde hem çevremde. En az iki kez kaçan, ikiden de fazla kez kaçacaktır. Bu yüzden ya onun gibi kaçıngan takılmalı (başarabilirseniz) ya da gerçekten bu türlerden kaçmalısınız.

Acı bir gerçeği not ederek kaçıyorum huzurunuzdan: Kaçıngan bağlananlar “bilinçli” bir şekilde haftalarca iletişimsiz ve uzak durabilirler. Şahsen ben artık, bunu bilinçli ve kasten yapıp başarabilen birinin artık dönmesini bile istemem. Zaten bu durumun benle de ilgisi yoktur, hiç üstüme alınıp egoma zeval getirmem:) Şaka bir yana daha önce bir yazımda da demiştim, kaçmasını engelleyecek kadar sevgisi güçlü gelmemişse, iyi yolculuklar dilerim kaçıngan bağlanan her ıssız kişiye…

Böyle biri sadece “kesin bir kararla” dönerse senindir, yoksa zaten o kendinde bile değildir:) Bu yüzden “kaçıngan bağlanana bağlanmaktan kaçının”.

Yazının devamı...

Hayal kurmanın da raconu var

Aslında kendi hayat hikayemin de sonucu olarak öğrendiğim yegane şey, gerçekten doğru bir şekilde hayal kurabilmenin de ciddi raconu olduğuydu.

Önce bunun benim de girdiğim handikaplarını yazayım isterim.

Çokça hayali olan bir insan olmama rağmen doğru hayal kurmakla ilgili ne kadar kusurlu hareket varsa hepsini yapmışımdır geçmişte. Tamam hadi itiraf edeyim hala biraz yapıyorumdur.

Mesela duble Oğlak burcu olmamdan dolayı aşırı realistim bir kere. Çok yakın bir dostumun şahane hayaller kurabilme becerisine heveslenip, bir gün şahane bir evde oturduğumu hayal etmeye çalıştım. Ardından gelen ilk cümlem “ofise nasıl gidip geleceğim, zor...” Yahu hayal kuruyorsun, ofisine de bir şekilde gelip gidersin, ne karıştırıyorsun şimdi. Bir de bazı hayallerime aşırı bel bağlayıp, olmayınca kırıklarımla dolduğumda çoktur, inanmadığım için zaten zihnimde bile tutamadığım hayallerim de.

Bütün bu kusurlu hareketlerimden çok çektim, bir ben bilirim. Ama tek pişman olmadığım şey, arzu ettiğim hayallerim için mücadele etme kısmı oldu. Hayal ve arzunun mücadelesindeki hazza erişince, sonunun ne olacağını dert etmeden çabasını ortaya koymak her seferinde beni tarifsiz bir şekilde güçlendirmişti esasen.

Peki o zaman hayal kurmanın kurallarından önce, neden bu kadar hayal kurmayı önemli bildiğimi ve tavsiye ettiğimi diyeyim. İnsan hayalleriyle yaşar aslında, hayalsiz yaşadığını sandığının tam aksine. Herkesin hayali vardır ama olup olmadığını bilenedir hazzı da zulmü de. Ama hayal kurmanın ve bu hayalin gerçekleşmesini arzu etmenin şahane tarafları vardır, diyeceğim. Bir kere bu hayatta yaşadığından her seferinde emin oluyorsun işte. “Yaşamak” denilen duygunun bildiğinizden çok farklı bir hazzı var ve bunu görüyorsunuz. Çoğunlukla unumuzu eleyip duvara astığımız yaşlılığımızda, gençliğimizi anımsayıp, keşke hayallerimizi gerçekleştirseydik dediğimiz için ve maalesef “yaşamanın anlamını” o zamanlar anladığımız için geleceği fısıldıyorum yine ben size. Bunu yaşlanınca değil şimdi yapın diyorum. Uzakta bir şeyi hayal etmek yaşamanın hazzını verdiği gibi, insana mücadele arzusu ve güç veriyor ve bir bakıyorsun güçlenmişsin. Kim tutar seni, hayatın her cephesinde savaşırsın yani. Yenilikçi oluyorsun her hayalin kırığında ya da gerçekleştikten sonraki boşluğunda. Yeni hayaller kurmak ve yeni mücadeleler vermek istiyor ruhun, alışmışlık ya da kudurmuşluk bile denilebilir buna:) Vizyon sahibi oluyorsun, hayallerinle geleceğe baka baka. Üstelik insanları anlamayı, çözümlemeyi ve empati kurabilmeyi arttırıyorsun.

Bunun değerini en çok boş kaldığında anlıyorsun, her şey anlamsız geliyor zira. İşte o zaman günün içine bile hayal koyuyorsun. Akşam eve gidip film seyretmek ve o anki huzurun bile tatlı bir hayal oluyor. Rutinden çıkıyorsun, otopilotlarını yıkıp geçiyorsun.

Size ilginç ama komik olanı söyleyeyim, kaygı ve korkularınızı bile alt edebiliyorsunuz esasen, yöntem olarak uygularsanız. Neyden korkuyorsanız onun üzerine sürekli hayal kurarak, korkularınızı bile yok edebilirsiniz anlayacağınız.

Ama tabi ana kurallarını benim eski halim gibi ihlal ederek değil, keşfettiğim gibi aşırı haz alarak yapmak mesele.

Nasıl mı?

Bir kere realist olmayacaksınız ama gerçekleştirmek için mücadele edeceğiniz bir hayal söz konusuysa da ulaşabilmek için göstereceğiniz çaba konusunda realist olmayı unutmayacaksınız. Yani o hayale ulaşmak için ne kadar zaman ve hangi yolların gerektiğini iyi bileceksiniz.

Hayallerinize ulaşabileceğinize inanacaksınız. İnanmak önemli, şart hatta. Ama inandığınız şey o hayalin mutlaka gerçek olacağı değil, “inanır ve çabalarsanız elbet hayallerinize ulaşacağınız” olmalı. Örneğin yurtdışına yerleşip orda mutlu olmayı hayal ederken Egeye yerleşip mutlu olmanız size sunulabilir ve aslında bu hayalin karşılığı da sayılabilir. Çünkü asıl mesele hayallerimizdeki maddi ve fiziksel varlıklar değil arzu edilen hislerdir gerçekleşen ve gerçekleşenin biraz farklı olmasının olumsuz olduğunu kim söyleyebilir.

Hayallerinize bağlanıp zamanı yok saymak ve demoralize olmak ruhunuzda asla olmamalı bir kere. Hayal bu işte, ulaşmak ya da ulaşmamak olmamalı şartı. Hayali kurmanın, onu arzu etmenin ve olması için çabalamanın hazzını duymak lazım. Zaten ulaşmanın bile hazzı burasında başlamıyor mu? Zengin olmayı hayal eden birinin iş kurup çabalayıp zengin olmasındaki hazzı çabasında, milli piyangodan zengin olanın hazsız mutsuzluğu da çabasızlığındadır ya, tam olarak bundan işte.

Yani son kural da hayallerin için ona ulaşmak isteyen ve çabalayan insan olabilmek.

Çünkü hayat denilen şey hayallerle, hayaller için ve bir hayal gibi yaşamak zaten.

Yazının devamı...

Ne istediğini bilmeyenin aşkı

Hiç ne istediğini bilmeyen birine aşık oldunuz ve onun adına ürettiğiniz sorunun cevabını bulması için kendinizi heder ettiniz mi? Olmuştur olmuştur. Zira şimdiki zamanın ürünü bu, herkes öyle.

Seni mi istiyor yoksa gitmek mi, kalmak mı kaçmak mı istiyor, sen soruyor ve sen deliriyorsun değil mi? Sana karşı bir duygusu olduğunu anlıyorsun, sen de bir şeyler hissediyorsun ve buna rağmen olmuyor kavuşmalar. Delice bir şey bu, öyle karşılıklı bir şeyler var ama hiçbir şey de yok aynı zamanda.

Beyazıt Öztürk’ün psikopat tiplemesi vardı ya, işte şimdinin aşk insanları böyle: “Sorumluluk istemiyorum ama seninle de görüşmek istiyorum, beni sev istiyorum ama öyle aylar sonra da arayabilirim.” … Çok düşündüm, çok analiz yaptım üzerine. Bu delice davranış modellerini belki anca benim kadar deli biri çözer dedim ama içinden çıkmak zor iş maalesef.

Mesela senin ilgini, sevgini istiyorsa bu tatmin öyle ayda bir olan bir dozluk bir şey mi, mantık tuhaf! E sevilmekse derdin, seven de bulmuşsan her gün sevsin işte ne güzel değil mi? Öyle Yılmaz Erdoğan’ın “Sevebilme İhtimali” şiiri gibi, şimdilerde sevenler diğerinin sevebilme ihtimalini seviyor, diğeri ise “uzaktan beni sevmeni ve arada geldiğimde sen seviyorken bulabilme ihtimalini seviyorum” diyor. Yani kadınlarımız ve çoğunlukla erkeklerimiz “ara doz ilgi olsun, özgürlüğüm olsun, bazen buluşup ilgilenelim, öpüşüp koklaşalım, sonra herkes dağılsın” düşüncesinde. Aşkın her hali şarkılarda şiirlerde kalmış, fiiliyatta sadece aşkın –mış gibi hali var anlaşılan.

Böyle böyle yalnızlaşacağız ve bunu sorguluyorsak da delireceğiz büyük ihtimalle.

Aşka dair işin acı gerçeğini size vereyim ben en iyisi: Bu durumda bir gerçeği görmelisiniz. Her durumda, ne istediğini bilememe halini yenebilmeli duygular. Zihnin gücünü kalbin gücü kırabilir. Eğer birinin kalbi zihninin gücünü kıramamışsa, yani erkek ya da kadın başarabilmişse gitmeyi ya da gelmemeyi, sana dair olan kıvılcımlar onu yakmayı başaramamıştır. Ne istediğini bilmeyen kadın veya erkeği tüm kararsızlıklara rağmen seni istediğine ikna edememişse kalbindeki sana dair olan duygu, aşk da olsa mağluptur aşk.

Düşün ki sen, canlı kanlı dışarıdasın. Onun ta etinin kemiğinin içinde kalbinde bir duyguyla yer alırken içten kazanamadığın savaşı fiilen kazanamazsın. İçerden fethedemediğin adamı ya da kadını, seni istediğine ya da olabileceğinize ikna edemezsin. Ha manipüle edersin, ben anlamam ama oyunlar oynarsın, taktikler yaparsın, o ayrı. Ben doğal bir akıştan bahsediyorum.

Karşındakinin ne istediğini bilmediğini anladıysan, ya hiçbir şey yapmadan bir gün isteyerek gelmesini beklemeli ve her durumda onun adına soruların cevabını aramayı bırakarak hayatına devam etmelisin. Başkasının kabul bile etmediği soruyu bulup, cevabını bulması için harcadığın zamana da duyguna da kalbine de yazık edersin. Üstelik ne istediğini buldurursan da çabaların yüzünden onu suçlamayla ilişkiyi heba edersin. Sen de böyle insanlarla ilgili ne istediğini bilmelisin işin doğrusu.

Ne istediğini bilmeyen insanları ne anladım ne de tahammül gösterebildim ben de. Üstelik çabaladığım geçmişim de var. Tecrübeyle sabit diyeceksem, eğer en az iki kez ne istediğini bilmediğini anladıysan birinin, onun istediğini bulması için çabalamanın da beklemenin de bir anlamı yok maalesef. O kendini çözecek de bir şeyler olacak da biz de göreceğiz:)

Herkesin ne istediğini bilmesi, sevebilmesi ve kalbinin-zihninin-dilinin aynı akabilmesi dileğiyle.

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.