SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Sevgililer Günü: Erkeklere mektup

Mutlu olmak adeta bir sanattır ve en iyi mutlu olmayı başarabilenler bu sanatı iyi becerebilenlerdir. Ama gerçekten mutlu olabilmek yalnız halinden de haz duyabilmek, di’li geçmişini yaşayıp kapatabilmek, miş gibi mış gibi yapmadan yaşayabilmek ve bireysel mutluluğu için birinin ya da bir şeylerin olmasına muhtaç hissetmemektir.

Belki ben de dahil, yalnızlığından mutlu olanlar bile Sevgililer Günü diye çıkarılan o özellerin özel gününde kendini özel hissedemeyip, mutsuz olacak ya da belki hayıflanacaktır yalnızlığına bile. Hep üzülmüşümdür bu özel günlerde. Sevgililer gününün zaten sevgilisi olanların birbirilerini kutladığı bir gün olması da gariptir işte bu yüzden.

Evet evet, herkes büyük şeylerle mutlu olabilirdi, önemli olan küçük şeylerle de mutlu olabilmekti. Herkes bir diğerini çok büyük şeylerle zaten kesin mutlu ederdi, ama önemli olan büyük oynamak yerine düşündüğünü ve değer verdiğini hissettirebilmek ve öyle mutlu edebilmekti bir diğerini. Değerli taşlar, koca koca yüzükler kendisi kadar, fiyatı kadar değer mi biçecekti sevgiye. Değil! Herkes her şeyi yanlış anlamaya başladığındandı, kadınların büyük değerlere karşılık büyük hediyeler beklemesi, erkeklerin dünya böyle oldu sanrısıyla “sorumluluktan ve ilişkilerden kaçması”. Kendi elimizle kirlettik sevmenin saf tenini anlayacağınız.

Bu sevgililer gününde dilimden dökülen ve tüm sevmeyi bilen ama yalnız kadınlar için günümüz erkeklerine yönelen bir soru bir düşünüş oldu. Bu nedenle yalnız olmayanları ekstra mutlu etmeyen, yalnız olanlara meydan okuyan bu sevgililer gününde en anlamlı şeyi yapıp, sevmeyi bilen yalnız kadınlar için fikri bozulan erkeklere bir mektup bırakıp gideceğim:

“Kahramanımız Olur musunuz?

Sandığınız gibi değildir bizim beklediğimiz kahramanlıklar. Öyle kabadayılık yapın ya da kıskanın diye meraklı değiliz sevdanıza beyler.

Gerçek aşkı ve sevgiyi bilen kadınlar kalbini kendinden çok düşünenleri kahraman sayarlar. Ve o sarıldığında dünyaya tepeden kahkahayla bakar kahramanını bulanlar.

Gerçek aşkı ve sevgiyi bilen kadınlar için bir sadık kalptir kahramanlar. Çocukken bildiği babasının yanında serpilip büyüdüğündendir yan omuz bir aşka yaslanmalar.

Eşitsizlik ya da güç sevdası değildir bu kahraman aramalar asla! Hürrem’in Süleyman’da öncesinde nefret ettiğidir zaten hükümdarlığı da, Süleyman’ın bir tatlı söz şiirinde, bakışında ya da bir el emeği armağanında bulmuştur sevdayı biliriz. Saltanatıyla cariyesiyle savaşlar olsa da tarihinde Hürrem’in genç yaşında bulduğu aşktır kalbe hükümdar olan Süleyman’ın sevdası. Ve evet bundandır vazgeçemez kalbin kahramanını bulmuş Hürrem ve o gibi kadınlar.

Gerçek bir aşkı ve sevgiyi arayan kadınlar, bir taşın elmasında değil, belki bir çakıl taşına kondurulmuş sevdada bulurlar kalbini.

Ve gerçek bir kahraman, duygularına hükmedip gidenler değil, bir kalbi kendi kalbine hükümdar etme kabulüyle kalabilenlerdir.

Biz bize topraklar katın da zaiyat verme pahasına savaşın istemedik. Hele ki şimdilerde “sorumluluktan kaçınmak” türkçesiyle her türlü cepheden de çekilin istemedik.

Biz kadınlar sizden tutkuların derebeyi olmanızı değil sadece kalbimizin kahramanı olmanızı istedik.

Ve unutmayın ki, gerçek bir kahraman tek bir harf kadar farklıdır olamayanından: ka”ç”an değil ka”l”andır besbelli.”

Sevgililer Günü sevmenin günüdür. Tüm bu satırları okuyan ve sevmeyi bilen tüm okurlarımın “sevme gününü” kutluyorum. İyi ki varsınız.

Betül Yergök

İnstagram: @betulyergok

Youtube: @mentalizasyon

Yazının devamı...

Kaygı bozukluğu ve çözüm

Kaygı bozukluğuna yönelik çokça tıbbi, psikolojik ve spritüel önermeli yazılar mevcut zaten. Ve aslında kaygı bozukluğu olan insanlarımız da eskiye nazaran bunun daha çok farkında ve kendi zihin yordamıyla da neden ve nasıl geliştiği belirleyebiliyor. Peki neden ve nasıl olduğunu bildiğimiz halde neden ortadan kaldıramıyoruz kaygı bozukluklarımızı? Ve hatta neden çözümlemesini yapıp farkındalığa vardığımız halde kendiliğinden düzelmiyor? En önemli sorulardan biri de terapistler ya da makaleler neden tam olarak faydalı olmuyor?

Bu yazıda kaygı bozukluğunun diğer çokça şekil ve nedenlerine girmeden sürekli kendini yenilemeye müsait olan kök nedeni ve etkili çözümü size veriyor olacağım. Ama elbette ki bu işi halletmek çok kolay olmayacak olsa da, inanır ve çabalarsanız çözebileceğinizi garanti edebilirim.

Kaygı bozukluğunun en sık tetiklenen noktası: “geçmişin taşları ve geleceğin telaşları”. Cebinde geçmişte yaşadığı travmatik ya da sıkıntılı anıları taşıyanlar, bunun tekrarlanması kaygısına her zaman açık olurlar. Yine bugünkü yaşamında olan herhangi bir konuda uzak geleceğe bakmaktan kendini alıkoyamayanlar da “belirsiz” olan gelecekten korkarlar. En sıkıntılı kaygı bozukluğu ise bu ikisini birbirine bağlayarak dozajı artırınca oluşuyor. Yani kişi geçmişte yaşadığı deneyimleri hiç unutmuyor ve her ne geleceği düşünüyorsa belirsiz olan her alana geçmişteki negatif tablolardan ürettiği kötü senaryoları yazıyor.

İş bu kadar derin de olmayabilir. Yani öyle sürekli geçmişteki sıkıntıları senaryolaştırmıyor ama günlük telaş içerisinde ani panik durumları yaşıyor da olabiliriz. Ama işte tüm bu her seviye kaygı bozukluğu ve panik halinin zihin ve beden ekseninde olan nedeni “kendi üretimimiz olan varyasyon ya da senaryolardır”. En basiti bir yere giderken birazcık trafikte kalsak kalp çarpıntısı yaşıyor olabiliriz. Buradaki kalp çarpıntısı sadece geç kalma üzerine değildir. Kalp çarpıntısı, zihnin bu geç kalma üzerine diğer tarafın göstereceği tepkileri ya da olası negatif durumları yazıyor olması ve bu yazılan senaryoya inanan kalbin ve ruhun panik haline geçmesidir.

Şimdi önce şunu kabul edin: beyniniz bu üretime alışmış ve kim bilir kaç zamandır bu senkronda yaşatmış sizi. İşte meselenin çözümü de bu sebeple zor ve aynı zamanda kolay. Ancak öyle iki şifa bir çarka açmayla çözülemez. Hep derim, zihninizin işleyişini siz kontrol ede ede düzeltmedikçe her anlık çözüm anlık olarak kalacaktır. Bir de hepinizin hatası da bu çözüm çalışmalarından sonra tekrarlanan kaygı bozukluğunu yeni bir kaygı sendromuna döndürüyor olmasıdır. “İşte bak çözülmüyor bu!” paniği de “round 2” yani:)

E hadi gelin kendi kendinize hangi yolu izlemeniz gerektiğini ve çözme yönteminizi belirleyelim en kolayından:

1- Kabul: Zihnimizin kaygı konusunda geçmişten gelen ya da belirsizlikler üzerine senaryo ve varyasyonlar yaratma konusunda bir şekilde, bir zaman kodlandığını ve bu komutta çalıştığını kabul edelim. (kabul çok önemlidir, altını çiziyorum.)

2- Kontrol ve Takip: Zihnimizin hangi durumlarda hangi senaryoları ya da duyguları yarattığını takip edelim. Yani bu evre çözüm değil belirleme olacak. Kendinizi bir ya da iki hafta izlemeye alın ve gerekiyorsa bir deftere not alın, hatta gerekirse tek tek her olayı. “Hangi kaygıyı yaşadığınız, ne düşündünüz ya da hissettiniz ve kaygılandınız?” sorularının cevaplarını bulun ve yazın. (bu bilişsel çözümlemedir.)

3- Karşı Senaryo Yazımı: Bu kısmı lütfen eğlenceli hale getirin kendinize. Madem sizi kaygıya sürükleyen senaryoları da siz yazmıştınız, ona karşı yeni senaryo yazmayı neden başaramayasınız? Gerekirse saçma ve komik, sizi güldürecek senaryolar yazın ve hatta bu olumsuz senaryoyla kaygılanan kendinizle dalga geçin (rahatlama için faydalıdır). Şimdi tespitlerden sonra da kendinize zaman verin (2 hafta, 1 ay, 3 ay, hangisini dilerseniz fakat kısa olmamalı). Bu süre zarfında kabulümüzü unutmadan ilerliyor ve zihnimizin kaygı tetikleyici senaryosunu takip ettiğimiz için yakalıyor ve ona karşı pozitif bir senaryo yazıyoruz. Bu sadece bir seçenek senaryo, yani inanmaya zorlamayın kendinizi ve inanmadınız ya da sakinleşmediniz diye vazgeçmeyin çalışmadan. Zihnin uzun zaman işlediği komuttan çıkması ve tersi bir işleyişe geçmesi hatta inanması zaman ister. Ona zaman verip sadece “ya da böyle bir senaryo da olamaz mı?” diye fısıldadığınızı düşünün. Uzun bir süre bu kaygı senaryosunu yakalama ve karşı senaryoyu zihnimize fısıldamayı yapıyor olacağız. Yani zihnimizi yeni ve pozitif senaryo üretmeye alıştıracağız.

4- Sakinlik, İnat ve Süreklilik: Unutmayın kısa zamanda çözüm almaya çabalamak yok. Kabul ettiklerimizi kabul etmeye, takibimizi sürdürmeye, kendimize ve zihnimize her zaman bakıp orada neler olduğunu görmeye ve olumsuzlara karşı olumlu seçenek olasılıkları sadece söylemeye devam ediyoruz. “Oldu mu, olmadı mı, ne zaman çözülür” soruları bu çalışmaya dahil olursa başarılı olamazsınız, zira bunlar yeni bir kaygıdan başka bir şey vermez. Azaltmak yerine çoğaltmayın. Hep olumsuz düşünen bir arkadaşınıza “ya belki şöyle de olabilir” diyormuş gibi rahatlıkla ve süreklilikte ama bu iş çözülene kadar bundan vazgeçmeyerek devam ederseniz emin olun düzeldiği ilk anı “acaba ne zamandı?” diye merak edeceksiniz.

Hep biz yazdık inançlarımızı, korkularımızı, eksiklerimizi, egolarımızı ve fazlalarımızı, hatta bitmeyen acılarımızı. Hep biz yazdık, elimizde zihin kağıdımız ve kalemimizle. Yavaş yavaş en güzel senaryolarımızı yazmak mı, işte o da elimizde! Bir kez yazdıysak bir kez daha yazarız!

Geçmişin taşlarını ceplerinizden atmanız ve geleceğin telaşlarını bırakmanız dileğiyle…

Yazının devamı...

Şansını yarat

Bizzat kendim kendimle ilgili çok söylemişimdir “şanslı doğmayanlardanım” diye. Sanırdım ki şans sadece genlerimizle var ve sonradan hiç olmuyor, ne kadar debelenirsen debelen.

Kişisel gelişimi atıyorum bir kenara, nörobilime kafayı taktıktan sonra çözebildim meseleyi. Çünkü kişisel gelişim bu soruna sadece “şanslı olduğunu düşün” diyordu. Ah hangimiz olumlu düşünmeye çalışıp başardı, el kaldırsın. Sayımız çok değildir.

İşte bu yüzden nörobilim benim için kutsal. Yani önce beynimi anlamakla başlamıştım, neyi nasıl alıyor ve bu insan nasıl bir insan?

Kişisel gelişimde kabullenmek yoktur mesela, “olumsuzsa sen evir çevir olumlusuna inanmaya çalış” der. Bu yüzden, nörobilimle beynimi çözümleyince kabullenmiştim şansa dair gerçeği ve geleceği. Astrolojiye göre bile duble oğlak olan ben şansı kendi ellerimle yaratabiliyordum.

Yani bazen, bizi biz yapan işleyişi kabul etmek gerekiyor. Başkalarının şansına heveslenmeye, kendi şanssızlığımıza hayıflanmaya ve oturup hayata küsmeye gerek yok. Birinin kariyerde diğerinin aşkta, senin parada benim üretkenlikte şansım var işte kabul edelim. Her birimizin olağan şansı bir yerde bir şeye dair… Geriye kalan için herkes şansını yaratmak zorunda.

Şansımızı nasıl mı yaratacağız?

Bunu kişisel gelişim klişeleri ve sevgili nörobilimimi karıştırarak söyleyeyim. Her zaman her konuda şansının olmayacağını, şans konusunda bazen pek bir şanssız olduğunu, bu gerçekliğe rağmen inatçı olup istediğine kavuşmak için mücadele verebileceğini düşünüp inanman gerekir. Ve beynin otopilotunu kırmak için konfor alanından çıkman şart! Hayatı aynı standartta yaşadıkça, bu çarkın içinde olan tekrarlar çok gözüne batar. Tıpkı, rutinde giden evliliklerde insanların davranışlarının birbirine batması gibi düşün. Bir yerden sonra sen otopilottan çıkmadıkça hayatın rutinleri de senin davranışların da fazlalıkların ya da eksikliklerin de sana batar hale gelecek. İşte o zaman hep aynı türden adamın karşına çıktığını ya da hep kadınların bırakıp gittiği ya da nedense hep geç kaldığını ya da para kazanamadığını fark edip “yine aynı” diyeceksin ve cümle şansa çıkacak maalesef.

Aynılıkları görmekten ve hüküm kurmaktan vazgeç! Şahane bir şansın olmadığını düşünüyor olabilirsin. Buna çok inanıyorsan onunla savaşmayı bırakmalısın. Sırf sen şanslı olduğuna kendini ikna etmeye çalışırken akıyor zaman, bırak onu alt etme çabasını. Tamam şahane bir şansa sahip değilsin, varsın olsun. Sen onu kabul ederken elini arttır ve masaya elini vur: “ben bu oyunu bozarım”

Şans kendiliğinden gelmiyorsa biz ona gideriz; mangal gibi yürek, sağlam bilek ve kendimize inanarak yürüdüğümüz bir gelecek olduktan sonra...

Haydi şimdi olumsuz düşündüğün her ne varsa ve şans özelinde masaya elini vur, mottomuz dilimizde:

“Ben bu oyunu bozarım”

Yazının devamı...

Onaylanma arzunuzdan kurtulun

Ben de geçtim bu yollardan :) Hepimiz başarılarımızın, düşünce ya da duygularımızın, kıyafetimizin ya da sözlerimizin onaylanmasını istedik çoğu zaman.

Onaylanma arzusu ve beklentisi öyle sıkıntılı bir durum ki, bir yerden sonra onaylanmasını isteyeceğimiz her türlü davranış ya da durumu yapmadan önce artık kısıtlama haline dönüşüyor bu beklenti. Yani artık “acaba onaylanır mı” dürtüsü gelişiyor. Ve bu maalesef zihnimizin işleyiş biçiminde dönüşüyor, yerleşiyor.

Bir zaman önce onaylanma dürtüm yüzünden ya “acaba onaylanır mı” kaygım ya da “onaylanayım” diye fazladan çabam olduğunu görmüştüm. Ardından bu durumun zihnimi ele geçirdiğini fark edince kendi ruhumu kadı yapıp, zihnime oturttum. Tek onay merciini ruhum yaptım anlayacağınız.

Zaten böyle olması gerekmez mi? Yapmak istediğimiz bir şeyi, giymek istediğimiz, söylemek istediğimiz bir şeyi, sevmek istediğimiz bir insanı ya da gitmek istediğimiz bir yeri neden biz ölçüp tartamayalım ki? İsteyip istemediğimize, doğru olup olmadığına neden bir başkası karar versin üstelik! Kimin doğrusu ya da kimin düşüncesi anayasa gibi etkili olabilir normal yaşantımızda ve bizim ruhumuzun üzerinde.

İnsanın kendini kendine akıl etmesi büyük bir özgürlükmüş. Ne istiyorum, ne hayal ediyorum ya da ne düşünüyorum, hepsinin sorusu benden bana ve cevabı benden bana… İşte bu yüzde, sonra bir baktım ki “özgürüm”, olabildiğince ve en delice.

Herkesin her konuda fikri farklıdır. Sen sarıyı seversin ben siyahı, sen esmer seversin ben kumral, sen dar giyersin ben bol, sen oturmayı seversin ben dans etmeyi, sen gülmeyi ben susmayı belki, ne bileyim. Şimdi hoşlandığın adamın doğru olup olmadığını ben mi söyleyeyim, ya da neden sarıyı sevdiğin için giymek yerine, “sarı çok cırtlak bir renk” diyecekler diye giyemesin mesela?

Kimse kimseden üstün değil yaşamın kendisi konusunda. Tecrübe farkı olabilir, gelişmiş zevk farkı olabilir, yaş farkı olabilir, hepsi mümkün ve fikir almak doğaldır ama kendinle ilgili içinden gelen arzuların önüne başkalarının onaylarını koyma. Çünkü bir yerden sonra o onay beklentisi yüzünden başkalarının gözünden kendine bakmaya başlayacak, başkaları gibi durup kendini eleştirecek ve kısıtlayacaksın. Hatta kimse eleştirmeyecek bile olsa, en kötü varsayımlar üzerine kendine sürekli dışarıdan bakan ve kısıtlayan saçma bir hal içine gireceksin. Bir de sen yargılamaya kendini açtıkça onay beklerken yargılanacaksın.

Hiç gerek yok. İnsanın kendi arzuları ve yaşam şekli için tek onay mercii kendisi. Hatta daha önemlisi zaten insanın tek kılavuzu kendi ruhu olmalı, değil mi? İçindeki arzuları duymalı, ölçüp tartmalı ve arzusu devam edip içine siniyorsa ya da çok istiyorsa yani ruhu onayladıysa onu yapmalı.

Bir yerden sonra özgür ruhun her şeyinden daha göz alıcı hal alıp, sırf bu yönünle sana gıpta ile bakılacak. Al sana en büyük haz, en büyük onay.

Kimsenin senin üzerine onay yetkisi olmasın; anlayacağın hayatının davacısı sen, hakimi sen, hükmü sen.

Betül Yergök

İnstagram: @betulyergok

Youtube: @mentalizasyon

Yazının devamı...

İyi ki doğdunuz

En güzeli her sabah her seferinde yeniden doğmak...

Yakınlar bilir hep anlatmışımdır, doğduğum günü hiç kutlayamamışımdır doğru düzgün tüm evvelimden beri. Bir zaman evvel, bilmem kaç yaşımda, baktım ki doğduğum günü kutlayamıyorum, dedim ki “Betül her sabah ilk kez doğ ve her gece iyi ki doğduğuna ve var olduğuna şükürle uyu, sessizce ve kimsenin kutlaması gerekmeksizin”. Öyle de yaptım, güzel de oldu.

Çok zaman sonra anladım ki, herhangi bir tek günün ya da yaşın önemi kalmamış benim için. Gerçekten ben her sabah hayata ilk kez göz açmış, ilk kahkahamı da emeklemememi de coşkumu da gün içinde yaşamış ve gecesinde şahane bir varoluş tadıyla yastığıma sarılmışım.

Yaş bugün her neye ermişse, ben kalabalıkların içinde bir yandan yine yeniden varoluşumu kutladım ve kutsadım sessizce, kendi kendime. Tadı bambaşka bir şey, hiç tattınız mı bilmem.

Tarifini bilmeksizin girdiğim bu yolda herkesin unuttuğu “kendini sevmenin” sanatını yarattığımı keşfettim. Ben her sabah doğmaya ve her günün nihai gecesinde yastığıma “iyi ki varım” diyerek sarılırken bir zamandan beri kendimi çok sever oldum.

Doğum günleri bile kutlamayla dolunca, alışılmış bu kutlamaların içinde insanın kendi varlığını hangi sebeplerle kutlayacağı sorusuna cevap bulmadığını gördüm. Alınan yaşların hesabı yapılır, alınacak yaşların dilekleri güne atılır. Bu hep böyle değil midir? Oysa bugün, nasıl bir insan olduğunu ve gelecek yaşlarında hangi senle yaşamak istediğini fısıldamalı mumlar…Ve doğduğu günü herkesle, ama her gününü kendiyle kutlamalı ve değerini unutmamalı insan derim.

Haydi o zaman sen de yarın sabah gözlerini ilk açtığın an, ilk kez doğduğunu ve gün içinde en en en az bir kez iyi ki doğduğunu ve bu koskoca evrende iyi ki var olduğunu düşün ve kendi değerini kutsa...

Bu yaşında sen hangi mevsimsin, hangi renk ve hangi şarkısın? Kendini sadece doğduğun günlerde mi hatırlar, yoksa o gün bile sevmeyi unutursun? Ve kendini sevmeyi nasıl tanımlarsın? Mesela hangi kokuya, hangi yere, hangi renge benzer?

Gel sen de sadece doğum günlerini değil, kendini sev! Sen buna değersin, ben buna değerim, biz buna değeriz...

Betül Yergök

İnstagram: @betulyergok

Youtube: @mentalizasyon

Yazının devamı...

Mental Yorgunluk Nasıl Aşılır?

Bazen bedenin gücü devam etse de mental güç tükenir. Öyle çok da büyük şeyler olmamıştır aslında ama hani mücadele edecek gücün kalmamıştır. Vardır böyle anların.

Yeniden birini sevmeye, yeni bir işe girmeye, iyileşmeye ya da yarın sabah yeni bir günü yaşamaya güç bulamazsın bazen. Adına depresyon desinler ya da tükenmişlik sendromu, neticesine baktığımızda hazzını duymak güç hale gelmiştir yaşamın.

Kiminiz yapar, ben de yaparım, “havadandır” derim görmezden gelmek için:) Kiminiz bu yorgunluğu aşırı sahiplenip, en rahat ettiği yer orasıymış gibi kurulur bitik tahtına.

Ama hayat yorar tabi, bunu da kabul etmek lazım değil mi? Düşünsene her şeyin şahane olduğunu, onun da hazzı kalmayacak emin olun. Kaybedince kazanılanların hazzı olur, yorulunca elde edilenlerin, savaşınca zaferlerin, peşinden koşulan aşkın, uykusuz kalınan geceden çıkan sanatın, elinizde toz bezi tüm kemikleriniz ağrıyana kadar temizlediğiniz evin salonunda içtiğiniz yorgunluk kahvesinin hazzı emin olun o yolun sonundaki dayanılmaz hazdır. E tabi ev geri kirlenir, ilişki biter yeni bir aşk aranır, yeni savaşlar ya da uykusuz geceler, yeni resim, yeni şarkı, yeni kıyafet, yeniden diyet, yeni bir iş günü, yeni bir proje… Hayat bu, döngüleriyle biçilmiş bir yol işte, bazen koşacak bazen yorulacak bazen sınanacak ve bazen sanki hiç kalkamayacak gibi oturup kalacaksınız. Ve bildiğiniz gibi, her ne dediyseniz deyin, kalkıp o yola devam edeceksiniz.

E madem yol devam ediyorsa, oflaya poflaya mı yürüyelim bu yolu? Az biraz yorgun düştük, az biraz melankoliye kapıldık veya tükendik ya da ne bileyim bir aşkta kaybettik diye kafamızı kuma mı gömelim?

Aslında bazen en iyi yerdir bu inceden gelen tükenmişlik. Gebedir iyi bir çıkışa. Sen nasıl bakıyorsan o kadardır hem de. Beşiz bile doğurabilirsin tükenmişliğinden. Bu tükenmişlik gebeliğini karnında ne kadar süre taşıyacağına da sen karar veriyorsun esasen.

Konu şu ki, hayatta olanı biteni hayatın bir parçası görmek gerek. Hukukçuluğumdan gelme en sevdiğim tabir olan “hayatın olağan akışı” derim olan bitene ben. Sana dair değil, bana dair değil, sadece senin başına ya da onun başına gelen değil, bu hayatın olağan akışı.

Her hatayı masaya yatırmaya da bir yorgunluktan çıkmaya çalışmaya da olumsuz bir düşünceden canhıraş çıkmaya da kendini tutmaya da başkasına hırslanmaya da gerek yok. Yaşadığın her an için neyi hörgücüne koyacağına, musibetin nasihati olarak alacağına bakman ve hayatın olağan akışı saydığın her sıkıntılı anı kabul edip, “nerede kalmıştık” diye ellerini ovuşturman ve düzelmiyorsa bir süre minnoş kalbine “geçecek” demen yeterli.

Gözyaşı da kahkahası da bir okulda sınavı da hayat sınavı da kayıplar da kazançlar da aşk da terk de yorgunluk da heyecan da nefese dahil her şey. Ultra her şey dahil yaşıyoruz anlayacağınız. Sıkıntıları ara öğün say ve güzellikler ana yemeğine odaklan.

Mutluluk için de mental yorgunluk için de ne yapman gerekeceğini hatırlatacak o cümleyi kur kendine hep: “Nerede kalmıştık?”

Yazının devamı...

Nasıl Bir 2020?

Ben hepinizden daha çok, daha çok... Her ne sayabiliyorsan kendine dair negatif, işte onlardan bende hep daha çok vardı. Hala da vardır, mükemmelliğe erişmek zordur. Dün yine yapmışımdır bir flörtte fazla etkilenmeyi ya da bugün dosta yine fazla ödün vermişimdir ve belki yarın sabah yok yere kendimi aile meselesine yine üzeceğimdir. Kim bilir! Yani işin özü hayatın lades kemiği elimde ve ben yine hata yapacağımdır besbelli! Sen gibi, ben gibi, hepimiz gibi...

Ama ben bir tek, bir tek şeyi tamamen değiştirebildiğimden eminim “inanmayı”. En çok da hayatın her şeyi içinde taşıdığı ve belki de en tatlısı “mucize” kelimesini inanmaya seçtiğimi bilirim.

Şimdi dönüp 2019’dan hemen önce bu yıl için neler dileyip yazdığıma bakmak bile istemeyişimden belli değiştiği, ruhumun ve tutkusu yaşamın. O kağıtlara yazdıklarımdan olmayanlara bakmama bile gerek yoktur eminim. Çünkü ben hiç yazmadığım, yani hayal bile etmediğim çokça şeyi yaşamışımdır. Onları yazmadan yaşatan evrene can kurban yani:) Şimdi bunu okurken öyle aşırı güzel şeyler olmuş sanmayın. Ben en ufak mucizeyi bile unutmaz, cebimde taşırım.

2019 yılında ben en önemli şeyi öğrendim, bunca yolculuğa rağmen. Öyle çok bastırmadan, debelenmeden ve yalvarmadan, hani aklımdan akıp gitmiş gibi isteklerimi geçirmeyi öğrendim. Ha bir de daha iki gün geçmeden aklımdan geçenlerin olmasının hazlarıyla dolu takvimleri. Şekil şemal çizmeden, evirip çevirmeden, hayatın her şeye gebe olduğunu günün sabahından gecesine kadar kabul ede ede “isterim” dedim.

Duvarıma bilinçle yazdığım kağıtlardaki hiçbir satırın gerçekleşmediği ama öyle duru bir an aklımdan geçenin gerçekleştiğidir ispatlarım. Ve elimde tek silahım oldu hep: “hayat bu, çok ilginç ve neden olmasın” diyen inançlı ruhum.

Yani işin özü sarıldığında değil, düşünüp saldığında bulursun kucağında o düşünceyi. Ve hayatı saldığında değil ona sarıldığında yaşarsın mucizelerini. Geriye ya da çok ileriye bakarak değil, her gün her an her hazzı görerek bulursun gideceğin yeri.

Ben yaşamanın gerçek hazzını bulmuş bir kadınım artık, 2019’dan 2020’yi öperek kucaklayan ben! Sen neden yapmayasın, neden olmasın ki?

Haydi şimdi 2020 için oturup çarşaf liste yapmadan, madde madde varlık saymadan, olay dilemeden önce gel sadece 2020’de hangi hazları yaşamak istediğini say bize! Aşk de tutku de zenginlik de sağlık de ün de konfor de şans de inanış de kendini bilmek de yaşamanın hazzı de. Adamı, kadını, evi, arabayı değil; bir yıl içinde kalbini doyuracak duyguları dile kendine...

Sen her şeyden önce isteklerine sarılmayı değil salmayı, onun yerine hayata sarılıp hayatın mucizelerini kollarında bulmayı dile…

Yazının devamı...

Yılın Son Notu: Gel Değişelim

“Beni bu olay çok değiştirdi” deriz hani. Ondan önce ve ondan sonramız olmuştur. Belki çok değişmiş, belki yanlış değişmişizdir. Bazen bu değişimi iyi gelmiştir ama belki de bize yaşatılmış bir kötülük gibi algılamışızdır.

Değişmek, hayatın en olağan şeyi. Zaten insan ne yaşarsa yaşasın değişmiyorsa sorundur. Yazıktır hatta. Yani her ne yaşarsa yaşasın, ne kendine bakabiliyor ne yaşadığından bir ders çıkarıyordur. Çok üzücü ki hep yaşamaya devam edecek ve hep hiçbir değişim yaşamayacaktır. Hiç fark etmeyecektir değişmeyen insan olanı biteni. Baktığınızda “ne güzel hiç etkilenmiyor” diyebilirsiniz, ama o yaşadığı hiçbir şeyden etkilenmemesi sorundur zaten. İnsan üç beş tuğla koymaz mı ruhunun inşasına yahu?

Henüz tatmadığımız onca duygu, yaşamadığımız onca hikaye var ve biz hangisinde ne hissedeceğiz ve ne düşüneceğiz bilmiyoruz. Şimdiden öngörmek imkansız. Üstelik hepsinden sonra, şimdi ne düşünüyorsak hala aynı olmamızın garantisi de yok.

Bir flört yaşarsın, o ana kadar sadece şefkat önemliyken, karşı tarafın romantizmiyle romantizm de istemeye başlayabilirsin. Çok uzun zamandır evcimen bir hayat sürmekten hoşlanıyorken ve buna uyan biriyle sevgiliyken, aslında daha sosyal olacağın bir ilişkiyi istediğini anlayabilirsin. Bir acı yaşarsın, daha güçlü olman gerektiğini ya da daha güçlü olduğunu hissedersin. Bir gün gelir canından saydığın dostun kötülük etmese de bir hareketine bakar, kendini bu kadar onunla bütünleştirmemen gerektiğini. Hiç aklına gelir mi, yarın hayatta ailen dahil kimseye ihtiyaç duymayacağın. Bile isteye elinde süpürge çok insanı hayatından süpüreceğini, sen niyetlenene kadar biz de bilmeyeceğiz değil mi?

O en çok sevdiğin işinden sıkılacağını, giyim tarzını değiştireceğini, sorumluluklardan kaçacağını, o gün gelince anlayacaksın. Ve bütün bu geçişler için mutlak surette seni geçişe yönlendirecek bir hikaye yaşayacaksın. Seni değişime çağıracak yaşadığın her hikaye.

Sen, seni değiştiren şeylere hayıflanma, üzülme! Güvenmemek, artık inanmamak ise bile değiştiğin yer, bu “iyi ki”dir! İyi ki değiştiğini bir gün düşüneceksin belli ki. Her değişim seni daha zararsız, daha kontrollü ve daha güzel yaşayabilmen için törpülüyor olacak anlayacağın.

Ağaç ağladı belki ilk testere köküne vurulduğunda, ama sonra o şairin şahane şiirlerinin yazıldığı satırları var etmek için bir ince kağıt olduğuna sevindi belki.

Sen de çok sevin değiştiğine ve daha çoklarını arzu et!

Gel sen de 2019 biterken tüm yılı film şeridi gibi geçir gözlerinin önünden ve eksik kalan her şeyi değiştir ve yeni bir sen olarak 2020’ye adım at.

Ben başka bir ben planlıyorum, ne var canım her yıl yeni bir ben olsun.

Kim demiş aynı kalmak güzel diye?

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.