SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Hayat Sınavı Nasıl Geçilir?

Ya sana biçilmiş sınavların gerçekliği kadar, onları geçebileceğin gerçeği de masada duruyorsa? Canınızı yakmak istemem ama en büyük hastalıklarınız bile avuçlarınızın içinde.

Kural şu ki, yaradan yarattığını geri almak istiyorsa aniden, vadesi geldiğinde alıyor. Ölmediysen ve başından kötü bir şey ya da bir hastalık geçiyorsa bil ki o ölüme ya da mutsuz sona giden bir yol değil, o bir sınav. Üstelik sınavı geçebilmen için ipuçları yaşamın içinde, geçebilmek için yaradanın kendinden bahşettiği tanrısal tılsımlar da ruhunun içinde.

Mesele sınavın neden geldiğine bakmak ve ardından kolları sıvayıp o hendekleri aşmak için oturduğun yerden kalkmakta.

Evrenin mutlak bir hesabı vardır. Nefes almamıza son verilmediği müddetçe olan her şeyde bir sebep vardır. Sadece ölümün vadeyle ilgisi olan bu koca evrende neyi neden yaşadığını çözmek en sevdiğin Pazar bulmacaları gibi keyifliyse?

Önce bu dediklerime bir inanın derim ben. Cebimde onlarca tecrübem ve örneğim varken, bu söylediklerime inanın. İnanın ki, inanırsanız yapabileceklerinizi ruhunuzda duyarak yeni bir haftaya yeni bir aya yeni bir yıla ve hatta yeni bir yaşam hikayesine başlayıverin.

Ya kendine iyi davranmadın ya birine; ya bir kötülük ettin ya da yanlışın oldu; ya değerini bilmedin ya da var olanla şımardın. Her ne ise bir bedel ödüyorsundur. Bunu tespit ettin diye de bedel ödemenin kabulüyle oturulmaz. Bedel bile bile ödenir ama dersi alınarak ayağa kalkılır. Plan budur, neden budur, amaç budur! Yani sana yaşatılanın sebebi böyle dönüşmen içindir. Ölmen ya da yok olman için değildir. Oysaki sen bedel ödediğini kabul edip, bedelinin içinde kalıyorsun. Evrenin planına uymuyor, hatta evrenin sana inancını bile yok sayıyorsun. Sana dersini alman, dönüşmen, iyileşebilmen ve daha doğru yaşayabilmen için verilen sınavda sınıfta oturup sırayı karalıyor ve herkes dağılsa da sen o sırada ömrünün sonuna kadar oturmaya karar veriyorsun. Hayatın seni daha iyi yapmak istediği arzusu kadar kendinle ilgili güzel bir dönüşüm arzun, başarı arzun yok mu? Ne yapalım hepimiz sınavlarımızdan mütevellit hayata mı küselim? Ölelim mi ya, ölelim mi?

Haydi her ne sınavın içindeysen, nefesin senden alınmadığı sürece içindeki o ipuçlarını, o geri dönüş arzunu, o nasihatleri, dersleri ve yaratılışında sana bahşedilmiş tılsımı topla, hayata dönüyor, sıkı sıkı sarılıyor ve hendekleri atlayarak kahkahalarla bu yolu koşmaya devam ediyoruz.

Düşünsene aslında hayat şöyle: Elimizde balonlar, uzun bir yeşillikte engelli koşudayız ve zıplaya zıplaya geçiyoruz. Ben her geçtiğim engelde yüzüme sıçrayan çamura gülüyorum, düştüğümde önce sinirlenip sonra sinirden gülüyorum ve arından yüzüme çarpan rüzgarı dostum belledim, onla koşuyorum. Ya sen?

Betül Yergök

İnstagram:@betulyergok

Youtube: Mentalizasyon

Yazının devamı...

Geçmişten Gelen Algılarımız

Yıllar sonra bir arkadaşımla kahve içerken anımsamış ve yıllar sonra ilk defa ona anlatmıştım anımı.

Her zaman dilimdeydi lise ve öncesinde çok çirkin olduğum gerçeği. Dostlar tebessümle “o zamanlar herkes çirkindi” dese bile, gönülleri sağ olsun, üzülüyorum diye söylediklerini düşünüyordum. Bu epey gerçek bir durumdu çünkü. Çirkinliğin tarifini kendi geçmişimden yola çıkarak yapabilirdim. Ama yıllar sonra az biraz bunun kendi kafamda yarattıklarımla büyüdüğünü de anlamıştım.

E tabi fakirlik, fakirlikten gelme bedenine olmayan büyük kıyafetleri katlayarak giyme, sırf ucuz diye makası tutmayı bilmeyen bir kuaförün kestiği dümdüz kesim papaz saçları ve bir de Allah vergisi tarla kaşı:) geriye dönüp bakınca bunlar vahim görünüyor gözüme. Geriye dönüp bakmaya da gerek yok hani, fotoğraflar da baya anlatıyor, hayal lazım değil.

Diğer konularda dediğim gibi bu aslında hissetme şeklidir. Söylemek ya da söylememek değil mesele, hissetme biçimidir. İnsan kendini güzel hissedebilir, güzel hissetmeyebilir, hissederek ya da hissetmeyerek sadece söylüyor olabilir. Ben hangi kategoride olduğuma da hiç karar veremedim.

Bir gün ortaokul arkadaşlarımdan bir erkek arkadaşımla, memlekette sohbet ederken bana dönüp “kız sen çok çirkindin” demişti ve epey gururum incinmişti. Ama meğer devamı daha önemliymiş: “Ama sen çocukken çirkindin, şimdi çok güzelsin. Bense güzel bebek suratlı yakışıklı bir çocuktum, şimdi kaşlar başta olmak kıllı çirkin bir şey oldum” demişti. Güldük ama ben aydınlandım bir yandan da. Ben geçmişimdeki çirkinliğimin farkındaydım ama öyle mi kalmıştım, ya bugün? Yıllara sari güzelleştiysem de tam olarak beğenilecek biri olduğumu düşünmemiş olabilirim. Bazı dostlar giyinip süslenip evden çıkarken aynaya bakıp “çok güzel oldum” dediğinde garipsemem de bundandı. Hiç kendimle ilgili güzellik cümlesi kurmamıştım sesli ya da sessiz.

Ben o kadar çirkin olunca tabi hep çirkin çocuklara bakardım. E tabi yakışıklı çocuklar bu çirkin kıza bakacak değil ya hani. Neyse ben çirkin olup da bu yüzden yakışıklı hiçbir çocuğa bakmamışken lise yıllarımda hatırlamadığım bir tanışma hikayesi üzerine bir sevgilim olmuştu. Nasıl olmuştu hatırlamıyorum bile. Ama hayal bile edemezsiniz, galaksiden düşmüş bir yakışıklı. Keşke adını hatırlasaydım:) Çocukla yanlış hatırlamıyorsam 3 gün çıkabildim ve ayrılan ben oldum. Hazırsanız neden ayrıldığımı anlatacağım: Ben bu çocuğun benimle neden sevgili çok sorgulamıştım. Mantıklı hiçbir açıklama bulamayınca en iyi ihtimal böbreğimi falan çalacak diye en kötü senaryoları üretmeye başlamıştım.

Hiç aklıma başka bir ihtimal gelmemişti. Çünkü her şeyin güzellikle ilgili olduğunu sanıyordum. Lise yıllarımda çok başarılıydım oysaki. Arkadaşlarımın telefonlarında “Tümay Betül” ya da “trigonometri Betül” olarak kayıtlıydım. Birinciliklerim vardı ve sayısal zekam bilinirdi. Mesela belki o çocuk zekam için benle olmuş olabilirdi. Ne bileyim şimdiki gibi komiksem keyifli bulmuş da olabilirdi. Ama yok bütün her şeyi tezgaha yatırmıştım ve ihtimal yoktu. Çocuk çok yakışıklıydı ve belki böbreğimi çalacaktı.

Yani kendi hikayemden vereceğim nasihat şudur, zihnimizde bizi nasıl yaratmışsak öyle yaşatıyoruz kendimizi, hikayelerimizi. Neyin olacağını senaryo haline getiriyorsak onu yaşıyoruz. En kötüsü, yarattığımız senaryolardan korkup hikayelerden kaçıyoruz. Ama işin özü o ki, bir kere kendimizi bir şekilde yaratmışsak, üstüne çalışmazsak öyle yaşamaya mahkum kılıyoruz kendimizi.

Üstelik değişim de söylemlerle olmuyor. Yarattığınız bir kimliği üstünüzden atmak için yeni kimliği hissetmeye başlamanız lazım. Söylemek yetmez yani, sürekli hissetmek ve hissetmeyi hatırlamak gerekiyor anlayacağınız.

Mesela söze gerek yok görseniz şimdi beni, epey güzelim yani:)

Yazının devamı...

Gelecek İçin Pembe Yalanın Ne?

Düşünsene aksini “asla” ile söylediğin kaç tane yalanın var. Yeryüzünün en dürüst yüreğine sahip olsan bile.

Belki onu ölünceye kadar seveceğini söyledin boşanmadan bilmem kaç yıl evvel, nikahında dünya alem huzurunda. Belki “o ölürse ben de ölürüm” dedin, sözünden bilmem kaç yıl sonra toprağa verdiğin sevdiğin için. “Asla yıkılmam” dedin, yıkıldın. Düşmeyeceğini düşünüp düştün, sevmeyeceğini söyledin sevdin.

Kaç kez yanıldın kendi beyaz yalanlarında. Diğer renkleri saymıyorum bile.

Dostluğa inandın ama o dostun sana yaptığı kötülükten olma yaranı asla unutamadın. Gitmez sandın sevdiğin ve tam o sıralar yarım kaldın.

Hayatına dair çok düşünmeden hayaller yarattın ama onlara ulaşınca mutlu olmadın.

Kendi özüne bakmadan toplumun virüsü girdi ruhuna, istemeden evlenmeyi istemeye başladın, anne ya da baba oldun. Senden olan canın, evladının yüzüne bakmadığı ve hor gördüğü günleri gördü gözlerin... Sen bir ömür verdin sevdiklerine ama ömrünün bilinmeyen sonlarını hiç o zamana kadar tanımadığın akranlarınla geçirmeye mahkum edildin huzurevlerinde...

Yaradan ne de güzel yaratmış bedenini ama o en hayvan dürtüsüyle tecavüz etti her bir tenine ve dahi hücrene... Belki çok uzaklarda habersizce bir köyde gelin edildin, yarına çıkmaz kağıt paralara karşılık... Bir gün öyle de güzel müzik dinleyerek dönüyordun evine hani işten, o sarhoş gelip arabasıyla canına kıymadan evvel. Az önce aramıştın sevgilini de aşka yanan bedenin soğuğa çalıvermişti hani ansızın.

Güvenmiştin dostuna, patronuna, ailene ya da bir siyasete ama az ötendeydi büyük yalanın, unuttun unutmasına da artık kimseye güvenemez olan sen değil miydin?

Kaç ay evvel unutmuştun son ya da bir önceki aşka muhatabını bir düşün. Unutmadan evvelinle bugünün arasında kaç tane sen oldu ki?

En parasız gününle en paralı gününü hatırlayınca “oh” mu dedin, artık hiç risk yokmuş gibi?

En çabuk neyi unuttun “bunu asla unutmayacağım” dediğin halde. Ya da en çok neyi dert ettin unuttuğun “güzel yaşamak” yerine.

Bir günü yaşayıp yatağına girdiğinde hangi yalanı, hangi derdi ya da hangi gerçeği anımsattın kendine. Yaşamanın güzelliği mi canını sıktığın anlamsız bir zaman dilimi mi dilinin ucundan süzüldü yastığına.

Her sabah evden çıkarken yalandan bir günün içine hangi niyetleri ektin, neler bekledin günden. Yoksa bunu da mı unuttun sahi!

Sonradan unuttuğun o anlamsız takıntıları, kaygıları, adamları, kadınları, egoları ya da sıkıntıları düşündüğün o koca zamana dönüp baktın mı hiç? Hiç hayıflandın mı ömründen çaldığın anlamsız zaman için kendine? Unutamayarak harcadığın zamanları ve kendine ettiklerini de mi unuttun o anlarla birlikte?

Bütün bu yalanın içinde gerçeğin neydi düşünür müsün şimdi?

Hayat çok yalandan bir şeyse ve unutuluyorsa geçmiş, en güzel yalandan gelecek nasıl olsun isterdin söylesene?

Söylesene bunca yalanın içinde avucunda “yarın” var, sonrası bilinmez. Onu dert etmeye mi yaşamaya mı adayacaksın?

Yazının devamı...

Cinsel Güdüler Yerine Tutku

Dünya öyle bir hal aldı ki, elimizin altında olan her şey hızla gelişirken, benlikler en ilkel güdülere doğru geriledi.

Teknolojinin, modanın ya da estetiğin tutkusu artarken, yediklerimize, içtiklerimize ya da giydiklerimize kendimizi adamışken, ilişkiler ve iletişimlerde sevgi ve tutku yerini “güdülere” bıraktı.

En ilkel güdüler devreye girince, temel yaşam fonksiyonlarında ilkel yaşam kodları bizi yönlendirir oldu. Yaşamak istediğimiz hayata sahip olmaya çalışırken “hayatta kal kodu” bize her şeyin mubah olduğu güdüsünü getirdi. Bu güdüyle herkes isteklerine ulaşabilmenin kolay yollarını seçmeye başladı. Bunun en iyi örneği de fenomenlik kültürü. Ne kadar komik ya da ne kadar kamera karşısında yaşıyorsan o kadar kazanıyor oldun çünkü.

Dostluklar istatistik derslerindeki tablolara döndü, arz-talep ve fayda analizleriyle örüldü. Yani dostluklar için bile “ne kadar ekmek o kadar köfte”. Destekliyorsa, yormuyorsa ve eğleniliyorsa sağlam kaldı. Çünkü dostluklar için “yaşam kodu” varlığını bu şekilde oluşturmaktan geçiyordu.

İlişkiler, en vahim yeri bu çift yönlü ileri-geri dünyasının. İnsanların bir diğer cinse ulaşabilirliği ne kadar çok arttıysa ilkel ve cinsel güdüler tek başına hükümdar oldu. Mekanlar, sosyal yaşam ve sosyal medya parmağın ucunda diğer cinsi imkanla önüne getirmeye başlayınca, doğanın kanunu gibi “çiftleşme güdüsünü” devreye soktu. Ormandaki avcı hayvanların çokça av görmesi gibi, vahşi bir güdü esmeye başladı.

Birinin diğerini sevmesi, özlemesi, en kıymetli ömürden zamanı paylaşmanın sevdası ve aşkın tutkusu yerini cinsel güdülere bıraktı. Ve üstelik kimse kendindeki baskın güdüden rahatsız olmamaya başladı.

Yarın onu görmemeyi seçeceği bedenlerle duygusuzca birlikte olmanın negatif bir etkisi yoktu çoğu insan için ama, peki negatifi olmayan ve devamı olmayan bir anın pozitif yanı ne olabilirdi?

Anlık güdü, anlık haz!

“Anın içinden çıkmayın ve anı yaşayın” derim hep; ama bu onlardan biri değil. İnsan kendisi için sonsuz hazlar seçmelidir. Ve insan ancak hunharca tüketmediği şeyi sevmeye ve hissetmeye devam eder. Ultra milyoner olursanız paranın hiçbir hazzı kalmaz sizin için. Uçakların, ülkelerin, lüksün kıymeti yoktur ve zaten çoktur. Cinsel güdülerin karşılığını hızlıca verdiği bu değişen dünyaya ayak uydurursanız, bedeninizi, tutkularınızı ve duygularınızı hunharca etkisizleştireceksiniz demektir.

Her gün biriyle birlikte olabilme imkanı muhteşem gibi gelse de bir süre sonra tatminsizlik baş gösterecek ve haz denen şeyin ne olduğunu unutacaksınız.

En son kimin saçına dokunup heyecanlandınız? Ya da kimin fotoğrafına bakarken yüreğiniz hasretle yandı? Hani unuttunuz mu aşka düşmeleri, sevda sözlerini, aşk şarkılarının yarattığı hisleri ve bir gün kavuşabilme uğruna çabalanan günleri? Ya ne bileyim bir sinema salonunda birlikte izlenen filmin yaşanacak daha güzel günlerden önce fragman oluşu, sevişme sonrası değil sohbetine planlanmış kahvaltı sofraları, göğüs dekoltesine değil gözlere ya da kalbe bakabilmek falan. Artık yok değil mi?

Olmuyorsa yeni birini denemeler, çabuk vazgeçmeler, yeni çiçeklere konmalar, olmuyorsa az önce merhaba denen biriyle aynı yatakta uyumalar ve ertesi gün silinen numaralar. Üstelik geçen zaman içinde sadece hayvani cinsel güdülerin aktığı beden buluşmaları.

Semiha Yankı’nın seslendirdiği şarkı gibi “sevmek bir ömür sürer, sevişmek bir dakika”! Kısa bir an için bedenini ruhunu geri dönülmez güdü boyunduruğuna soktu herkes, ama memnuniyet de hakim yani.

Bir de tabi en önemli yanılgı ise, o her anın “tutku” sanılması. Sorsanız “çok tutkuluyduk” der bir taraf ama taraflar arasında gelişen her şey o an içinde kalmıştır ve sürmemişse tutku değildir, güdünün yaşanma görüntüsüdür o olsa olsa. Yani yemek masasını süslü sevmek gibidir, tutkulu görünümde hayvani güdüleri yaşamak.

Dünyanın bu hızlı gelişimiyle orantılı olarak geriye giden ilkel güdülere teslim olmayın. Bedeniniz, ruhunuz ve aklınız o gece yaşanan yarım saatten daha fazlasını hak ediyor, onu o yarım saatte ava gidip avlanan bir hale sokmayın. Bedeniniz, ruhunuz ve aklınızın bundan sonra artık eskisi gibi olamayacağını düşünün ve silkelenin.

Birinin teninize eli değdiğinde önce kalbinizin çarptığını duyun, önce elleriniz ayaklarınız dolaşsın, kelimeler dilinizde bozulsun. Heyecanlanın ve tenlerden önce taraflar bir buluşsun, o ana kadar kavuşmaya doğru yol alsın. Sevsin ya önce.

Güdü değil tutku olsun, duygusuzluğun aktığı çarşaflar değil, sevginin kolları sarsın bedenlerinizi.

Hayat bu, o kadar kıymetli, o kadar hızlı ve o kadar yarını belli olmayan bir değer ki; ömre giden yol yataktan geçmesin.

Betül Yergök /Mentalizasyon

İnstagram/Youtube: @mentalizasyon

Yazının devamı...

İnkar ve Kurban Psikolojisi

Geçen hafta mutlu olmaya dair yazdığım yazıda suçlu aramaktan bahsetmişken, inkar ve kurban psikolojisini yazmadan geçemezdim. Yaşamın temel şekli olarak, insan hep sorunlarla karşılaşır ve bu sorunları çözmek ister. Her bir insan sorunlar karşısında farklılık gösterir aslında. Kimi sorun çözmekten haz alır, kimi sorun yaşayınca aşırı derecede mutsuzluk yaşar. Kimi sorunların çözümünü arar, kimi ise sorunları çözmek yerine kaçmayı seçer. İşte burada, kaçan kişilerde “inkar” dürtüsü devreye girer. Sorunu önemsizleştirir dilinde ya da eylemlerinde ama içeride sorunu körüklüyordur ve gizliyordur.

Sorunlardan kaçıyorsa insan, kendine mutlaka gerçek dışı durumlar yaratır. Çünkü inkar için inanacak bir şeyler gerekir. Kendini iyi hissetmek için sorunu kendi açısından reddeder ve sebebi değiştirir. Örneğin, ilişkilerde ayrılığın başkaca bir sebebi vardır mutlaka. Ve bir de sorun her ne ise, zaten onun için sorun değildir. Bu “sorunlar” konusunda egonun devreye girdiği durumlardır. Kişiye sorun ağır gelmişse, zaten sırf bu yüzden egosu zedelenir ve bu ego zedelenmesiyle sorunu önemsizleştirir, inkar eder ve başkalaştırır. Geçici rahatlama olur ama gerçek değişmez.

Bir de başkalarını suçlama hali vardır. Önünde duran sorun için kendinden başka bir suçlu bulur mutlaka, sorun çözmek yerine kaçmaya meyilli insan. Ayrılığın suçlusu partnerdir, işteki sorunda çalışma arkadaşı ya da patrondur. Elbetteki ortaya çıkan sorunlarda birden fazla kişinin payı vardır ve başkası da suçlu olabilir. Ancak buradaki mesele, insanların hiç kendine ayna tutmaksızın başkalarını suçlamasıdır. Suçlu olmak zaten tüm sorumluluğu almak demektir. Haliyle başkası suçluysa olan bitenin tüm yükü ve sorumluluğu suçlanan insanda olacaktır. Tabi bunun sonucunda da çoğunlukla “kurban psikolojisi” devreye girmektedir. Kişi başkasını suçladığında, yaşanan sorunda kurban edildiğini düşünecektir. Üstelik kötü olan, bunun birden fazla olması sonucunda, kişide sürekli bir kurban edilme korkusu ve kodu oluşacak olmasıdır.

Bunun ilerlediği melankolik durumlarda, kişi kendinden dışardaki tüm kişi ve durumların kendisini hedef aldığına inanır. Kendini fazla korumaya çalışır, çalıştıkça başaramaz, her yaşadığında kurban edildiğini düşünür. İnsanları hep suçlar, sevilmediğini ya da zarar gördüğüne inanır artık. Bu durum ise çözülmesi zor ve süreç isteyen bir psikolojik sorun oluşturur.

Bütün bunların nedeni ise sorun çözmenin zorluğudur. Çünkü bir ihtimal kişinin kendinde de bir pay vardır ve bunu görmek rahatsızlık verir. İnsanlar sorun çözmekten hoşlanmaz. Uğraşmak gerekecek ve belki pastadaki pay gözünün önüne gelecek, pişmanlık ve “keşke”ler devreye girecektir. Bütün mesele “sorun çözme” ve bunu yaparken “kendi payını görme” kısmından kaçmaktır.

Oysaki sorun çözmeyi sevenler, birkaç kez sorun çözmenin ve kendi payına da bakabilmenin hazzına eriştiği için en önce kendi payına bakmakla ve sorunu çözme zevkiyle başlar işe.

İnkar ve kurban psikolojisi hızla büyüyen bir zihin kodudur. Üstelik, sadece bununla kalmayıp hayattaki çoğu yere ve hikayeye sıçrayacaktır. Bu yüzden yolun başındaysanız, sorun çözmeyi sevmeye başlamalısınız.

Sorunları çözmenin hazzını tatmalı ama bunun içinse önce meseleye tüm objektifliğiyle bakıp, kendi payınızı da görebilmelisiniz. Elinizdeki sorunu mutlu sona vardıramazsanız bile hatalarınızı görür, kendinizi keşfeder, yarınlara sağlam adımlarla ilerlersiniz.

Aksi halde inkar ve kurban psikolojisi, size geçici rahatlamalar yaratacak, kendinizi bir süre iyi hissedecek ve kulaklarınızı kapattığınızda sorunlar geçtikten sonra hayatınıza devam edeceksiniz ama eksik olarak. Hatta yanlış ve tekrarlanan biçimde… Buradan sonra hep inkar etmeye, hep kurban hissetmeye başlayacaksınız. Hep başkalarını suçlayacak, hep görmekten kaçacaksınız. İlişkileriniz bitecek, kurtarmayı bilemeyeceksiniz; işlerinizde zor durumlara girecek ama hep başkasını suçlayacaksınız.

Kolay olan inkar etmek ve kurban hissetmektir. Kolaydır ama büyük kayıplara gebedir. Zor ve şahane olan sorunu her yönüyle ele alıp çözmektir.

Kimse kimsenin suçuna kurban değildir. Kurban hissetmeyin boşa. Yolda yürürken araba çarpar, taş düşer, afet olur, kurban olursunuz. Kişisel ilişkiler, iş, aşk, para gibi yaşamsal döngülerin hepsinde karşılıklılık ve neden-sonuç esastır. Görmeyi bilene…

İnsan sadece kendi gerçeğini “inkar eder”, insan sadece kendini kötü durumlara “kurban eder”. Başkalarının payı bunda inanın çok küçüktür, ne oluyorsa insan kendine ediyordur onu yani.

Yazının devamı...

Geçmişin Değil Zihnin Kodları

Şimdilerde şifalar revaçta olunca, her ne varsa geçmişe çapa atıp, orada bir neden buluyor ve arkasına dönüp ona el sallayarak veda ediyor herkes. Ve sanılıyor ki, geçmişten bugüne taşınmış bir kod vardı ve onu serbest bırakınca uçtu gitti kül oldu. Hatta daha da ilerisi “ay şifalandım, yenilendim.” sözlerine o an aşırı inanlar bile oldu.

Geçmişe el sallamak ve dönüp bugünü yaşayarak yarınlara yürümek şahanedir ama böyle yapılıyor olsaydı. Sürekli geçmişte yaşanmışlıklarda sebep aramak, “suçlu aramak” gibidir. Bugün, her ne kötü ya da eksikse geçmişte olmuş bir şey ya da duyulmuş bir söz bulmak ve bunu onun tam karşısına koymak en kolay iştir. Üstelik bu niyete girerseniz, aradığınız sebep her ne ise o duyguyu ya da nedeni mutlaka yaşam hikayenizde bir yerlerde bulursunuz. E insanız, bir duyguyu yıllara sari en az bir kez yaşamışızdır. Hayatında hiç utanmamış ya da pişman olmamış biri olabilir mi mesela?

Şimdi birincisi, sürekli geçmişte olmuş bir olay ya da tadılmış bir duyguyu şu anın mimarı kılmak yanlıştır. İkinci yanlış ise, hadi diyelim buldunuz, mimarı belirleyip ve suçlayıp “bundan oldu, şifa olsun” diyerek onu yenilemeden, yok etmeden ve yerine doğruyu koymadan el sallayıp devam etmekten medet ummanızdır. Bir yanlışın diğer yanlışı halatla çektiği bu yöntemden vazgeçmenizi şiddetle tavsiye edecek ve doğrusunu anlatmayı seçeceğim.

Yaşam hikayesinde olan her şeyin, insanın zihin ve ruh matrisini oluşturduğunu savunurum ben de. Ayrıca, bu matriste olumsuzlukların yerleşik inanç haline döndüğünü ve bu yerleşik inancı da değiştirmek gerektiğini savunurum elbette. Bunun için de geçmişe çapa atmak gerekecek ve balığı orada tutmak da çözümün başlangıcı olacaktır. Ben geçmişe bakmayın demiyorum, sürekli bakıp suçlu yakalamak ve serbest bırakıp aynı yolda yürümek gibi bir yanlıştan çıkın diyorum. Geçmişi kurcalamaya başladığınızda ise keyifli bir puzzle hissine girecek ve ardından deliler gibi geçmişle uğraşacak, bugünü yaşamayı da kaçıracaksınız üstelik.

Bunun yerine kolay, basit ve hızlı olan yöntem, bilişsel yöntemdir. Bilişsel yöntem “şimdi”ye bakar ve şimdinin şemasını çıkarıp, şemayı değiştirmeye yönelir. Bunun için de:

Rahatsız olduğunuz fazlalık, eksiklik, duygu, korku her ne ise konularınızı düşünün ya da yazın.

Bu konuda hangi düşünce ve inanışınız var. Kalıp bir düşünceniz ve inandığınız şeyler vardır. Bunları düşünün veya yazın.

Bu yazdıklarınız ya da belirlediklerinizden rahatsız olduğunuza göre bunların yanlış olduğunu düşünmeye başlamışsınız zaten. Ancak bunların yanlış olduğu düşüncesi bu kalıp düşünce ve inancı yok edecek rakip kalıp değildir. Bu yüzden var olan inanç ve düşüncenin yerine, hangi inanış ve düşünceyi koymak istiyorsunuz, birer cümle ile yeni kalıplar hazırlayın.

Kalıpları yazıp koymak, geçmişe bir kez el sallamak kadar yetersizdir. Bir şeye inanmak, ona inanmakla mümkündür. İnanmak ise, bir kez onu doğru bulmakla oluşmaz. Hatırlayacak, hatırlatacak ve ibadet gibi onu var ederek matrisinize kazıyacaksınız.

“İlişkilerde terk edilmekten korkuyorum ve bu yüzden iletişim sorunu yaşayarak hep gardımı alıyorum”. Bu sorunumuz olsun.

Ne düşünüyorum ve inanıyorum: “daha önce terk edildim, yine olabileceğini düşünüyorum. Bunun için geri durursam, güvende olacağıma inanıyorum” bu da düşünce ve inancı.

Gelelim yerine yerleştireceğimiz yeni düşünce ve inanca: “daha önce terk edildim ama bu tekrarlanacak değil, o geçmişin hikayesi. Bundan sonra mutlu olacağımı düşünüyorum. Bunun için kendimi kısıtlamıyorum, yaşıyorum, kendime inanıyorum. Hayatta iyi kötü her şey var ve ben hepsi için güçlüyüm. Yaşamak, saklanmaktan daha güzel”

Ellerinizi şimdi geçmişe el sallamaktan çekin ve bugünkü zihin matrisinizi belirleyin. Ardından, yeni ve doğru düşünce ve bir de inanışı, eskinin yerine yazmaya başlayın.

Zihin matrisi toprak gibidir. Yanlış algılarını bulursun ve bu sadece bir fidanı toprağa ekmektir. Onu ağaca çevirmek köklenmesiyle mümkündür. İbadet gibi, su gibi, toprak gibi kökleneceksin yeni matrisinde. Yoksa arkan geleceğe dönük yüzün geçmişe, el sallaya sallaya yürürsün geleceğe...

Ne demiştik: “Yaşamak, saklanmaktan daha güzel.”

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.