SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Mutluluğun Sebebi Olmalı mı?

Mutluluk için hep bir sebep olmalı gibi gelir. Ya yeni bir gelişme olmalı ya da çözdüğümüz yeni bir mesele. Bu yüzden, yeni bir şeyler aldığımızda ya da saçımızı kestirdiğimizde, araba ya da evde değişiklik olduğunda mutlu olmak için bir sebep olur. Bir sorun bulur ve çözeriz, mutlu oluruz. Hayatımızda kimse yoksa biri bizi beğenirse mutlu oluruz, işimiz rutin gidiyorsa mutsuz, terfi alırsak mutlu oluruz.

Bazen tek başına rutinlik bile mutsuzluk verir. Yani olduğumuz halimizden daha iyi edecek bir şey yoksa mutsuzluk vardır. Zihin aktivasyonuna göre bunun nedeni, beynin mükafat sisteminde mutluluğa karşılık bir etkenin yerleşmesidir. Mutluluk, bir eylem ya da olay sonucuna bağlanmıştır yani. Mutluluk, bir duygu değil bir mükafat olmaya başlamış demektir.

Hepimiz hayaller kurarız. Üstelik bunların çoğu mutlu bir zaman ve sahiplik üzerinedir. Ev aldığımız, araba aldığımız, muhteşem bir iş ya da eş, muhteşem bir fizik veya ilgi… Varmak istediğimiz bir yer vardır çoğunlukla mutlu olmak için. Mutluluğa çok fazla taktıysak, hedefe varamadığımız sürece mutsuz hissederiz. Hayalin sonucunu mutluluğa sıkı sıkıya bağlamışsak, hayalin gerçekleşmemesi sadece bir hayal kırıklığı yaratmakla kalmaz, hayali var ettiğimiz ve hüsranla sonuçlanana kadarki her süreci mutsuzlukla yaşarız.

Ama önemli olan herkesin yolun sonuna takılmış olmasıdır. Kimse yolculuğu ve mücadeleyi sevmez. İsteriz ki o hemen olsun ya da o güne ışınlanalım. Oysaki, o hayale giden yol en büyük hazzı verendir. Bir şeyin olması mutlu edicidir evet ama mutluluk geçicidir, mutluluk bir anlıktır. Onun daha uzun sürmesi ise o mutluluğa giden yolu yaşamaktır.

Bir yandansa mücadele etmeden hayal kırıklığı yaşamak ve bunu mutsuzlukla taçlandırmak ne büyük kötülüktür. Yeterince başarısız olunmamış hiçbir hedef, ulaşılamamış hedef değildir. Henüz bütün yolları denenmemiş amaç, olumsuz değildir. Bütün çabası gösterilmemiş duygunun şu anki hali asla “imkansızlık” değildir. Açıklanmamış duygunun cevabı “reddedilme” değildir, mücadele verilmemiş ilişkinin sonu “terk edilme” değil, yorgunluktan düşmemiş beden başarısız değildir.

Çaba ve mücadele olmamışsa ulaşılamamış sayamazsınız hiçbir şeyi. İstekleriniz, hayalleriniz için mücadele etmelisiniz. Ama hiçbir hayali mutlulukla tanımlamamalı, ona giden yolu haz ile tanımlamalısınız.

Mutluluk bir eylem değildir, bulandırılmamışsa eğer, o sabit bir duygudur. Onu yeşertmek için besleyecek hiçbir amaç ve hayal ve yenilik gerekmez. Mutsuzluk için sebebiniz yoksa mutlusunuzdur yani. Sadece yeni mutluluklar için hep taze kalmak gerekir. Bunun içinde yenilikler, hedefler, hayaller ekmek iyidir. Olsa olsa daha çok mutlu olmak için olmalı bu tanım. Zihninizin oyununa gelmeyiniz. Muhtemelen onu yaşamın bir yerinde “mutlu olmak için bir sebep gerekir” diye kodlamışsınızdır. Bunu bir kez yaptınız diye bu doğru demek değildir. Yanlıştır, sizi mutsuz kılmaya azimlidir.

Zihnin bu aktivasyonunu değiştirmek mümkündür. Soru basittir: “Mutsuz olmam için sebep ne?”

Kendinize bunu sormanız ve hatırlatmanız yeterli. Mutsuz hissetmek için inandırıcı, kesin ve net bir neden yoksa, telaffuz edeceğiniz nedenlere de ciddiyetle bakıp bir klişe olduğuna varıyorsanız, mutsuz olmanın nedeni yoktur.

Mutsuzluğun nedeni olmalıdır, mutluluğun değil. Zira, olumlu duygu zaten olağandır ama olumsuz duygu olumsuz olandandır. Nasılsa mutluluğa sebep arayıp bulamadığınız her an mutsuzsunuz ya hani; cümledekilerin yerini değiştirin, mutsuzluğa sebep ararken bulamadıkça mutlu hissedersiniz.

Mutluluğa değil mutsuzluğa sebep arayın yani.

Ve yolu sevin, yolculuğu sevin! Bir amaç uğruna gidilen yolun sonunda amaca ulaşılamasa bile hayal kırklığı hafif geçer, her mücadele insana en büyük hazzı ve en büyük gücü verecektir. Olmadı mı, yeni bir yola çıkabilecek gücü bulur insan. Aksi halde mutsuzluk kalıcı, yol korkutucu, çabasızlık yetersizlik verecektir.

O halde haydi:

Zafere değil mücadeleye aşık olun ve mutluluk baki, onu bozmaya gücü olacak bir şey olmadıkça içinizde onu duyun.

Yazının devamı...

Her Şeye Anlam Yükleme

Büyük çoğunluğunun yanlış anlamak ve yanlış anlaşılmaktan korkan bir toplum olduğumuz halde, bir o kadar da gerçeklikle alakası olmayan anlam yükleme furyasına yakalanmış bulunuyoruz.

Son yıllarda en az bir kez instagramdan kimi takip ettiğine, kimi beğendiğine bakmışsınızdır mesela (ki İnstagram artık bunu kaldırdı, bence baya global kaos yaşıyordur meraklılar:)) Storyler, yorumlar, tweetler, whatsapp çevrimiçi takipçiliği, mesajlara verilen cevaplar, aradı ya da aramadılar… Her türlü duygu, davranış anlam potasından geçmeden varlığını kanıtlayamıyor adeta.

Senaryo konusunda da şahaneyiz üstelik. “Kesin biriyle birlikte, kesin bu saatte biriyle yazışıyor, bence benden ayrılacak, aldatıyordur mutlaka, bana gönderme yaptı, kuduruyor kesin, pişman ve özlüyor biliyorum, beni taşıyamayacağını düşündü…” diye aşırı polyanna ve aşırı kara haberci kurgularımız yüzünden yazılıyor TV’lerde izlediklerimiz. Eh biraz ayna olsun dizilerde gördükleriniz, onlar sizsiniz, onlar biziz, fark ediniz.

Dahası da var, mesaja hemen cevap verirse ya da geç cevap verirse farklı anlamlar var. Birine bir mesaj atıp mutlaka çevrimdışı olursunuz mesela, öyle bekliyor gibi görünmemek için. Hikayelerini geç açayım, açmayayım tepkim anlaşılsın gibi saymakla bitmez söylemlerle doldurmayayım şimdi paragrafları, siz kendinizi biliyorsunuzdur:) Terk edilenin “evlenmek istedi ve bundan korkup ayrıldı bence” dediği sözleri bile duydu bu kulaklar.

Daha da büyüteyim ilişkilerden çıkarak; başkası adına fikirler türetip kendinizi herhangi bir özgürlükten kısıtlıyorsunuz. Giydiğinizden yediğinize, sosyal medya paylaşımından sevginize kadar eskinin “el ne der” algısı eskide kalmadı, hala herkes aynı algıda. Çünkü herkes aklından kalbinden geçen her şeye, başkası gözünden bakıp anlam yüklemeye de başladı.

Sistem şöyle oldu net ve kısa: konu her ne ise başkasıyla ilgili olan (iş, aşk, dostluk vs.), olan bitene sadece muhatabı tarafından bakıyorsunuz. Sadece onun ne düşündüğü, neden yaptığı, ne hissetmiş olabileceği gibi duygu ve davranışlarına anlam yüklüyorsunuz. Kendinizi ise çoktan unutmuşsunuz. Kendi özgürlüklerinizde ise kendinize de başkasının gözünden bakıp yine bir anlam yükleme sonucunda kısıtlıyorsunuz. Olmadık yere kendinizi başka gözden yeriyor ve yerdiğiniz için de o kıyafeti giymiyor, o fotoğrafı paylaşmıyor, o kişiye duygularını açmıyor, sevdiğini söylemiyor ya da kırgınlıklarını…

Yani göz hep başkasında, gözle öze bakmak yok!

Oysa ki hayatı bu kadar zorlaştırmanın anlamı yok. Hatta her şeyin mutlaka bir anlamı olmak zorunda da değil. İnsanlar birbirini sevmek zorunda değil, kendi içinde ya da ilişkiden sıkılıp ayrılabilir, yalnızlığı isteyebilir, işçi azaltmak istemiştir çıkarmıştır, yıprandığını düşünüp arkadaşlığını bitirmiştir. İlla büyük büyük ve olumsuz anlamı olmak zorunda değil her olanın bitenin. Düşünmeye kalkarsanız, size düşündüğünüzün on katı olasılık bile yaratabilirim üstelik. Nedir bu anlam yükleme gayretiyle cımbızlama ve cımbızla onlarca olasılıktan birini alıp ona tutunma? Ayrıca tutunduğu anlamda kalanı da hiç görmedim. Çünkü somut ve gerçekliği kesin olmayan durumlar üzerine yüklediğiniz anlamlar uçar, gerçekler ve kayıplar kalır elinizde. En kötüsü de zaman kaybetmek, boşa yıpranmak ve belki de treni kaçırmak…

Basit düşünün tıpkı çocukluğumuzdaki gibi, en basit haliyle… Olanın olan kadar anlamı vardır, eylem neyse olan odur yani. Bir çocuk ” diye üzüldüğünde sadece eyleme bakarak üzülür; asla duymazsınız ilsilesini…

Sadece gördüğünüz kadarını alın, alt yazı da anlam da yaratmaya çalışmayın. Bırakın kendinize varsayım aramaları ve kaoslar yaratmayı, bir salın kendinizi hayata yahu!

Ha bir de o muhteşem anlam yükleme yeteneğinizi sadece kendinize uygulayın. Bu üstün çabanızı ruhunuza, düşüncelerinize, arzularınıza, hayallerinize ve duygularınıza dair yapıyor musunuz? Buna iddialı konuşurum: Hayır!

Size yönelenleri görün, gördüğünüz kadarının anlamı neyse onu alın ve ne ise onun karşılığı ona göre yolunuza bakın. Hayat o kadar kıymetsiz değil zira. Anlam arayışıyla harcadığınız zamanı vadenizden düşmüyor hayat! Onu duymadığınız sürece ruhunuz, aklınız ve kalbiniz susmuyor, sadece size küsüyor. Olmadık yere, sırf o an onu düşünmek iyi geldi diye yüklediğiniz anlamlar, sizi kandırmaya yetmiyor ve hiçbir gerçek değişmiyor. Üstelik gerçeği geciktirip sonra duymaksa her zaman acı veriyor ve maalesef o korkular, kaygılar, bozukluklar da bunlardan sebep gelişiyor.

Kendini unutup başkasına ve başkasının gözüyle yaşayan insanlara sesleniyorum, gelin bugünden sonra sadece kendinize ve yaşamaya bakın.

Şimdi, şu an bana değil kendinize tek bir anlamı anlatın, o muhteşem yaratıcılığınız ve kesinliğinizle cevaplayın. Öyle düz değil, tüm kurgu sanatınızla ve gözünüzü ruhunuza çevirerek en büyük anlamı bulun:

“Hayat sizin için ne anlam ifade ediyor?”

Betül Yergök /Mentalizasyon

İnstagram/Youtube: @mentalizasyon

Yazının devamı...

Kusursuz "Olma" Çabası

Çokça yazımda ve videolarımda temas ettiğim bir konunun tam esasını da yazıyor olmak istedi parmak uçlarım: Kusursuz bir “olma” hayalinde herkes. Gelin nasıl bir kusursuzluk yanlışlığına düştük, ona bakalım.

Herkes kendi varlık ağacını şekillendirme peşine düşerken, kurumuş yaprakları, çürümüş meyveleri toplamak, toprağı eşeleyip sulamak yerine ağaçlarına baltayla gelişigüzel dalma yanlışında. Herkes istiyor ki korkusuz, kaygısız, stressiz, aşk acısı olmadan, her şeyin en mükemmel haline sahip bir varlık olalım.

E her şey gözler önünde olduğundan, normalde ilgisi olmadığı halde insanın bir yerde canı çekiyor ya da bir sorunu olduğunda kendisinin de “diğerleri” gibi yapması gerektiği kanaatine varıyor.

Mesela hayatı tiye alan ve öyle görünen olmak istiyoruz, öfkelenmeyen ve hayatı yaşayan. Şimdilerde, en yaygın hastalık “hayatı çok güzel yaşayan görüntüsü” vermek oldu bile. Neredeyse her kesimde var bu. İlişki istiyoruz ama içimizden; dışımızda bekarlık sultanlıktır söylemleri. Aşık oluyoruz ama istemiyoruz tavırları…

Ama en önemsediğim noktalardan biri, benliğimizden atmaya çalıştıklarımızı belirlerken düştüğümüz hata. İnsan, benliğinden “gereksiz” olanları atmalıdır, gereksiz nüanslar veren yerin tamamını değil. Kaygıyı, öfkeyi, melankoliyi, hüznü, hassaslığı, aile sevgisini, eğlence keyfini, aşkı, sorumluluk duygusunu…, yani amigdalayı söküp atmak istiyoruz adeta. Tüm duygu dünyasını siliyoruz desek, kuyruk olacak sanki.

Yanlış olan, bunların hiç olmadığı bir “ben” haline dönme çabasıdır. Oysaki bunlar insanı insan yapan duygular olup; aynı zamanda da hayatta isteklerine doğru itici güç görevi görürler. Ama elbetteki zaman zaman oran hatası oluşur ve insana sorun yaratırlar.

Oysa ki başarılı olmak için hırs, azim ve hayalden doğma hedefler itici güçtür, kaygı insana bir daha gözden geçirmek üzere dürtü verir, sorumluluk yaşama hissi verir, melankoli insanın kalbini duyduğu ve genelde kendine buradan sonra neleri yaşatmak istemediğine karar verdiği anlardır. Ancak bunların dediğim gibi kod haline dönüşmüş ve sabote eden hatta olumsuz etkileyen yüksek oranlı dönemleri vardır. Bu kabulüm, ama bu dönem oldu diye baltayı alıp amigdalaya dalmaya çalışmak da nedir?

Bütün bu duyguların “faydalı modeli” vardır ve faydasını görmek yaşamak gerekir, bunlarla var olmak gerekir. Ancak bunlarda devreye giren hatalı işleyişte ise bunu yönetmek, yönetemiyorsak destek almak elbetteki makuldür.

E neticede mideniz bir hafta ağrıdı ve size geceleri zindan etti diye midenizi aldırmıyor, taş var diye “doktor bu böbrekleri kökten al at” demiyoruz değil mi?

Ne yapıyoruz, onarıyoruz.

Peki nasıl onaracağız?

İşte size her türlü oranları bozulan tüm duygularınız için kısacık bir yöntem veriyorum, hatta bu bir yöntem değil, gerçeğiniz:

1- Sıradanlaştır (normalleştir) 2- Analiz et 3- Analiz ederken faydasını al 4- Açıklama yap ve faydasız kısmı sustur.

E tabi çok hazırcı olduğunuzdan kolay uygulanabilir gelmedi, daha verimli anlatmak da gerek o halde:

Yarın sizinle söyleyeceğim yerde buluşacağız desem ve yola çıkıp gelseniz, gelirken benimle ilgili kaygılanırsınız. Tamam yazılarımı okuyorsunuz ama hırlı mıyım hırsız mı cani mi…? Sonra bu kaygı anında analize başlarsınız, kendinize açıklama yaparsınız “yok ya kızı ne zamandır okuyorum, zaten güvenmesem yola çıkmazdım” diye.

İşte hayatınızda devreye giren her türlü negatif düşüncede bunu yapın diyorum. Öyle milyon türde olumlamaya, şifaya, kaygıdan kaygılanmaya, hasta hissetmeye, özgüven yitirmeye gerek yok. Çok basit yöntem, basit olan konularda nasıl yapıyorsanız, ciddi olduğunu düşündüğünüz her şeyde de aynısını yapın:

Bakın, düşünün, normal hissedin ve kendi ruhunuzla konuşup faydaya ulaşın. Ha tabi faydasız düşünceleri zaten susturmuş olacaksınız.

Baltalarınızı sakince yere bırakıp, buradan sonra öz ağacınıza sadece bakmaya başlayın, gelişigüzel kesmeye değil…

Betül Yergök /Mentalizasyon

mail: info@mentalizasyon.com

İnstagram/Youtube: @mentalizasyon

Yazının devamı...

Soru Cevaplarla "Durugörü"

Bu yazımızda Durugörü ile ilgili sorulara cevaplar yazmayı seçtim. Bakalım bilinen ve bilinmeyen yönleriyle Durugörü mucizesi bize neleri anlatıyor?

Durugörü kısaca nedir?

Durugörü, canlı ve cansız nesneleri, enerjiler ve olayları beş duyu yardımı olmadan algılamaktır. Duyu dışı algılama denilen bu teknik ile kişilerin enerjileri, geçmiş, şimdi ve yarını öngörmek mümkün hale gelmektedir.

En önemli faydası nedir?

Durugörüde bir şeyin olabileceğini ya da nedenlerini ya da olmayacağını okumaktan daha önemli nüanslar var aslında. Benim için en kıymetli detayı, detaylarında belki de. Durugörüde cevabını aradığımız soru ya da hikayelerin geçmiş oluşumlarını, mevcut durumunu ve akışın gelecek ihtimallerini görürken, bütün bu olan ve olması muhtemel yaşanacakların arka planındaki korkuların, kaygıların, davranışsal hataların, algıların okunmasıdır.

Örneğin bir ilişkinin sekteye uğramasında, sadece karşı tarafın düzeltmesini bekleyen bir danışanın, kendisinin farkında bile olmadığı bir nedeni yarattığının yakalanması önemlidir. Eğer karşısındaki kişi, bir davranışı yanlış anlamış ya da hiç anlamamışsa bunu öğrenmek seyrin devamına etkilidir. Bazen anlatmaya çalıştığımız şeyleri karşımızdakinin anladığını düşünür ya da bekleriz. Ama ya gerçekten sizin söze döktükleriniz ya da söyledikleriniz iddia ettiğiniz gibi anlaşılmamışsa? İşte bu ihtimalde Durugörü, kişiye onarım ihtimali verir.

Sadece geleceği mi sormalıyız?

Durugörünün sadece gelecek fısıldaması için kullanılması ya da bu beklentiyle sarmalanması yanlıştır. Bugünkü bozuk çarkı düzeltmeden bu bozuk çarkın gideceği yolu okumak, zaten negatif olasılıkları verecektir. Ya değiştirmek mümkünse? Bana göre, bugünümdeki yanlışı düzeltmek ya da benim yapmam gereken bir şeyi duymak ve onarımla ilerlemek en şahane sonuçtur. Üstelik bu onarımlar sonrası okumalarda gelecekten güzel haberler, güzel olasılıklar duymak daha kesindir.

Peki ya kaderle bağı nedir?

Kimse gelecek için kesin olarak “şöyle olacak” diyemez. Hepimizin yaşam hikayesinin kesin kadersel noktaları vardır ve bu noktalar arası gidiş ise kişinin olduğu hali, düşünce yapısı, ruhsal matrisi üzerine şekillenir. Şu an birinin tüm bu bilgilerine erişmek, kader noktasına giden mesafeyi de sürecini de okumayı kolaylaştırır.

Durugörüde kadersel noktalar net görülür. Yani geri kalanında ise durugörü yaptığımız kişinin şuan aurasındaki detaylar, kişinin tüm zihin ve ruh matrisi ve konuya bağlı kişilerin enerjisinin akan yönü, hikayeler, vizyonlar ve ihtimaller okunur.

Ani kararlarla atılan ani adımlar ya da ani değişimler,

durugörüde görülmüş akışın değişmesine neden olur mu?

Aslında evet olur. Ama bu eylemlerin değiştirme gücünün yüksek olması gerekir. Değilse sadece hikayenin minik nüansları değişir ama sonuç değişmez. Örneğin bir ilişkinin biteceği görülmüşse, yapılan özür eylemi barışmayı sağlasa da bitiş değişmeyebilir.

Ya değiştirebileceklerimiz?

İşte burada tam da önce dediğim gibi, durugörü esnasında belirlenen sorunlu alanlar, hikayenin gerçek yüzü konusunda değişim yapılmasına bağlıdır. Kişi, öğrendiği hatalarını düzeltir ve değişime kabulü olursa, hikaye değişebilir. Ha zaten o anda bu kabuller var ise durugörü yapan kişi, bu değişen olasılığı ve ona bağlı ilerlemeyi de okuyabilir. Ayrıca şifa da uygulanıyorsa değmeyin değişimin alasına.

Durugörüde gelen bilgi nasıl oluyor, görsel mi ses mi?

Aslında her türlüsü gelebiliyor. Kişilerin aurası, içinde bulunduğu durum, düşünce ve inançları hissi bir akışla alınıyor, en azından bende böyle diyeyim. Yakın tarihli olma oranı kesine yakın durumlarda anlık bir fotoğraf karesi gibi görsel bilgi akışı oluyor. Örneğin birinin bir şey anlatması gibi bir bilgi akışı olacaksa ses olabiliyor.

Bu bilginin türüne göre şekilleniyor diyebiliriz. Durugörü uygulayan kişinin alış şeklinde baskın uyguladığı açıyla da olabilir. Bir uygulayanın sadece harfler ve isimlerle bilgileri aldığını biliyorum mesela. Bende ise neredeyse her türlü bilgi akışı birden geliyor. Yani tüm Durugörü okuma yöntemlerinin açılması ya da güçlendirilmesiyle de yelpaze genişleyebilir.

Durugörü yaptırmak için yüz yüze mi olmak şarttır?

Hayır tabi ki. Yüz yüze de yapılabileceği gibi, aslında enerji karışımı olmaması yani nötr olabilmek adına ayrı alanlarda olması benim her zaman önceliğimdir. Bir fotoğrafa bakarak da uzun uzun her türlü zaman dilimi ve hikayeler okunabilmektedir. Yine kişinin izin vermesi üzerine onun aurasının açıklığı ya da sorunun muhatabının enerjisinin açıklığıyla da okuma için alana atlamak mümkündür. Örneğin bir danışanım her ne kadar izin vermiş olsa da çakraları kapalı olduğundan eşinin aurasına dalıvermiştim bir keresinde ve onun enerjisinden başlayarak danışana geçebilmiştim. Konu sadece akışın başlama noktasıdır. Bir fotoğraf, bir ses, bir istek, bir izin ya da sadece bir ihtiyaç hali bile akışı başlatabilir, kilometrelerce uzaklık olsa bile.

Herkes durugörü yapabilir mi?

Durugörünün her insanda olabilecek asgari düzeyi, altıncı his diye tanımladığımız hissetmelerdir aslında. Zaman zaman, aklımıza gelen birinin bizi araması ya da biraz sonra olacak şeyin içimize doğması gibi hikayelerimiz sezgi gücümüzden gelir. Kişiden kişiye de bunun oranı farklılık gösterir. İşte daha yüksek seviyede hissetmeleri olan kişilerin durugörüye yatkınlığı söz konusudur. Bunun dışında geliştirme çalışmaları yapılabilir.

İyi bir seviyede durugörü uygulayabilmek için uzun süre meditatif çalışmalar yapılması ve yapacak kişinin kendi enerjisini evrenle uyumlamış olması gerekir. Nötrlenebilmek, uzun süre sessizlikle zihni açmak ve hatta miniğinden büyüğüne astral seyahatler yapmak seviyeyi belirleyen ve artıran çalışmalardır.

Durugörünün astral seyahatle ilgili var mı?

Psişik gücün kullanımına göre ve uygulayan kişiye göre değişir, hatta konuya göre de. Bazı danışanların çakraları açıktır ve auraları okumak için akış hızlı sağlanır. Doğrudan, durduk yere de okumalar mümkündür. Ancak önemli bir konuda ya da tam detayları okunmamış ve geniş yelpaze zamanlı okumalarda aslında astral boyutta geçmiş zaman ve gelecek zaman tılsımlarını toplamak gerekebilir.

Durugörünün şahaneliği neresinde?

Şimdinin rüzgarı “her şeyi hemen bilme” üzerine kurulu, yani fallara sevdalandık hepimiz. Ama durugörünün ister istemez değişimi vermesidir şahaneliği. Çünkü geçmişte ya da şu anda olanı ve gelecekte olması yüksek olasılıkları okurken, bunu duyan, üstelik mesajlar ve uyarıları da duyuyorsa bütün öğrenmeyi gerçekleştiren kişinin, buna göre değişmesi kaçınılmazdır. Elbetteki duyduğu uyarılara kulak asmak kişinin tercihidir ve uygulamayabilir ancak, ilk etapta reddetse de enerjisine dalmış uyarıyı duymaktan kaçamayacaktır.

En güzel uygulama, haritayı topyekün çıkarmakla mümkündür. Sorulan sorudaki konunun evvelinden başlayıp, muhataplarının zamanlar içinde değişen ruh durum ve zihin durumlarını, astrolojideki doğum haritası gibi detaylı yazınca, uygulanan kişiye sadece bir sorunun cevabı değil, hayatının şifreleri veriliyor olacaktır.

Soru-cevapların en sonuna durugörünün mağdurunun kim olduğunu yazarak bitireyim: uygulamayı yapan kişidir. Zira kendisine hiç faydası yoktur ve kendi mucizesinden çoğunlukla mahrum kalacaktır, ben gibi:)

Betül Yergök /Mentalizasyon

mail: info@mentalizasyon.com

İnstagram/Youtube: @mentalizasyon

Yazının devamı...

Ortak Neden: Bağımlılık

Şimdi, bütün sorunlarınızı ya da çıkmazlarınızı toplayın gelin, hepsinin ortak nedenini anlatıyorum diyeceğim size. Siz söylemeden ve hatta kendinizde fark etmeden bağımlılıklarınızı ve sonuçlarını yazacağım. Elbette ki çözüm için sihirli bir zihin matrisi bırakıp çıkacağım.

Öncelikle en önemli noktaya parmak basayım. Bedenin enfeksiyon ya da ödem üretmesi gibidir bağımlılık üretimi. Bir konuda bağımlılık göstergesi var ise her türlü problem kaynağında bağımlılık kökü bulunur.

Nedir her yere yayılan bağımlılıklar?

Bağımlılık sadece uyuşturucu, alkol, sigara ya da ilişki bağımlılığı gibi konular değildir, ilk aklınıza gelenler gibi. Bunlar dışında çokça bağımlılık bulur zihin, kendi matrisinde düğümler yapacak.

Bağımlılık virüsü kapmışsa kişi, hayatının her alanında izleri var olacaktır.

Nörobilim sevdalısı olarak zihni hep anlatırım ve kayıp-kazanç ile mükafat sistemlerinden de hep bahsetmişimdir. Her birimizin zihninde bazı hedefler oluşur ve bu hedef için gereksinim kodları matrise yerleşir. Bu kodlara bağlılık artınca da bağımlılık başlar.

En bariz bilindikleri saymayacağım bile. Mutlu olmak için paraya olan tutku bağımlılıktır. Hayatında biri olmadan mutsuz olduğunu düşünür insan ve hep hayatında biri olsun ister, böylece ilişki bağımlılığı başlar. Hobi gibi standart bir alışkanlık edinmek isteyen zihin sigarayı koymuştur oraya ve her sigara içen “bir tek sigara içiyorum, onu da mı bırakayım” der mesela. Bu, onun bu hayatta yoldaşı görüşündendir ve bağımlılıktır.

Kilo problemi olanlar ve yemeğe aşırı düşkünler yaklaşsın. Yemeği, hayatta istediğiniz her şeye ulaşabilmek olarak kodladığınızı söyleyeceğim size. Zihniniz sizden önce etraftaki tüm güzel yemekleri size gösteriyor bu yüzden. Ve diyor ki “işte orda ulaşınca mutlu olacağın bir tat”. Bu nedenle diyet yapan yeme bağımlısı insanlar aşırı mutsuz olur ve aksine kilo veremez, alırlar. Zira, beyin yemek istediği şeylere erişmeyi mükafat saymış, ulaşamayınca hayata küsmüştür.

Asitli içecekler içme bağımlısı insanlar var mesela. Bu kişiler ise stresle baş edemezler; strese karşılık rahatlamanın, ferahlamanın yolu olarak bu bağımlılığa düşerler. Yani stresliyken bir kez asitli bir şey içmiş insanın rahatlama hissi üzerine beyin bunu “stres olunca asitli içecek” diye tanımlamıştır. Buna gülmeyin, en basiti ama önemli detaylar bunlar. Sorunlarla baş etmek ve daha doğrusu umarsızlık isteği karşılığına da uyuşturucu koyabilen beyindir bu, aynı beyin yani.

Bu bağımlılıklar ise karşısına kaygı ve korku koyar. Para bağımlılığı fakirlik korkusu, ilişki bağımlılığı yalnızlık fobisi yaratır mesela. Hayatında her şeyin normal gitmesinin karşısına sorunsuzluk koymuştur insan, böylece sorun korkusundan en ufacık taşı dağ yapar. Başarı bağımlısı insanlar hep kaygılı yaşarlar iş hayatında. Kimi memnun olmasa da işinden ayrılamaz yıllarca. Sevilme bağımlısı insanlar, herkes onu sevsin diye fazla vericidir, kendini paralar durur. Sevilme bağımlısı insanlar, çözülmesi en zor korkulardan birine sahiptir: terk edilme korkusu.

Zihin çok acayiptir anlayacağınız. Bir an çözümlenmiş bir durumu doğru yanlış ayırmadan kod olarak almış ve matrise yazmış olabilir işte. Ve büyük bir denklemdir bu. Tersten giderseniz eğer, hayatınızda en ufaktan en büyüğe tüm korku ve kaygılarınızın bir öncesinde bağımlı/bağlı olduğunuz bir düşünce vardır. Ondan önce ise bunun kayıp-kazanç sisteminde tanımlanmış halleri bulunur (yemek mutluluk verir, aksi mutsuzluk; sevilmek mutluluk..). Onun da öncesinde ve kökünde kayıp kazanca yazılan mükafat sistemi cümlesi yer alır: mutluluk mükafatım şu (para,başarı,ilişki,yemek...) ya da huzur mükafatım şu (kafamın güzelliği, umarsızlık, yalnızlık...)...

Bütün terapistlere bu konuda en çok karşı çıkan ben olacağım. Zihin matrisi büyük bir haritadır, bu haritanın her yerine işlemiş anlayış kodları olan insanlarımızın çakrasını açarak, enerji çalışması yaparak çözemezsiniz sadece. İşte burada fark şudur: düşünce sistemi süreçle ve bireyin kendi azmiyle düzenlenecek bir sistemdir. Yani bu bir alışkanlık edinme süreci gibi ilerleyecek bir süreçtir. Bir çarka açmakla, bir meditasyon yolculuğuyla ya da bir enerji düzenlemesiyle bir anda yok olmayacaktır. Bütün bu bozuk sistemlerin oluşumunu masaya koymak ve artık bunun aksine bir varlık yaratmak için de bir yolculuk belirlemek gerekecektir aynı zamanda. Yolculuktan da kastım “zihni eğitmek, matrisi zorlamak”. Zira bütün sistemler yeniden bozulabilir. Her zaman bilinçli ve farkında olup çözümleyebilme alışkanlığı sunmak gerekir. Sürekli kendinize bakmanız ve fark etmeniz gerekir. Zihnin bugün yine bir şeyi yanlış kodlamaması için. Ha bunu da yaparken deliler gibi abanmayın buna. Aksi halde şimdiki furya gibi spritüel bağımlısı insanlar olur çıkarsınız, aynaya bakıp “ay enerjim bozuldu mu acaba” diyerek saplanırsınız yeni bir bağımlılığa.

Ben sadece yaşayın, yaşarken de kendinizde olan biten her şeyin farkına varın diyorum. Hayatta şekersiz kahve içemem diye bağıran biri olarak uzun yıllardır şeker kullanmıyorsam, her şey vazgeçilebilirdir benim için. Haydi siz de bütün vazgeçilmezlerinizi sayıp sonra onları vazgeçilebilir olarak tanımlayın. Her bu duyguların tetiklendiğinde ve zaman zaman her seferinde de düşüncenizin tam tersini kendinize söyleyin.

Son olarak bir terapist olsam da açık yüreklilikle söyleyeceğim, öyle çılgınlar gibi terapistlerin kapılarına koşmayın, kendi doktorunuz olabileceğiniz en basit çözüm yöntemini vereyim. Kendinizle bir toplantı yapın mesela, masaya tek tek tüm dürüstlüğünüzle bağımlılıklarınızı koyun, sıkça yaptığız hataları ya da sizi normal dışı duygulara sürükleyen şeylerinizi, kaygılarınızı, korkularınızı ve takıntılarınızı yazın ya da sayın. (para, başarı, ilişki, yeme, içme, aile, cinsellik, sosyal statü, yalnızlık, terk edilme, alkol, sigara, uyuşturucu, nargile, karanlık, giyim, dış görünüm, yalan, saygı…). Şimdi hepsini vazgeçilebilir ve gereksiz olarak düşünmeye çalışın. Bunlar sizin yarattığınız uydurmalar olsun şuan. Ardından doğrudan vazgeçme kararı verdiklerinizi deneyimlemek üzere bir takvim belirleyin ve pata küte değil ufak ufak tekrarlamalarla bırakmayı deneyin. Mesela her gün sadece öğlene kadar sigara içmeyin ya da her akşam bir saat mutlaka sessiz ve tam yalnız oturun.

Bağımlılığın değişimi, bağımlı olunan konuda aniden yoksunluk yaratmak değil, o konunun yokluğuna alıştırmak ve tatmakla kolaydır. Zihin matrisinize kodlanmışlara inat zihninizi daha iyilerini yaşatarak değişime yönlendirin. Sizinle birlikte o da ikna olsun yaşayarak ve kodlarının aksinin kodlama esnasında algıladığı duygudan ve mantıktan daha iyi olduğunu anlayarak. Sistem nasıl yarattıysa onu değiştirmek de onun yöntemiyle olsun, kolaylıkla ve yaşayarak…

Betül Yergök /Mentalizasyon

mail: info@mentalizasyon.com

İnstagram/Youtube: @mentalizasyon

Yazının devamı...

İlişkiye Kaç Şans Verilir?

Sayı vereceğimi düşündüyseniz yanıldınız. Ben size bu sorudan daha fazlasını vermeye geldim. Bu soruyu soranları başka pencereden baktırmaktır niyetim. Haydi açalım ve çözelim mevzuyu:

Genelde kadınların sorusudur ilişkinin şans sayısı. Çünkü daha önce de söylediğim gibi, kadının doğasından gelen bir yanılgıdır ilişkiye yüklenen “emek” kavramı. Kadının doğası gereği, ilişkiyi yaşarken yaptığı tüm eylem “emek” olarak can bulur ve bu emeğin hep bir karşılığı vardır, karşılığı olmuyorsa hesabı sorulmalı ve görülmelidir. Ha emek gösterdiğimiz ilişkide hata gördüysek de emek kavramı yüzünden yaptığımız eylemin adı “gereğini yapmak” değil “şans vermek” oluyor haliyle.

Hatta soru belki de yanlış kimilerinize göre. Birçoğunuz muhtemelen ilişkide olduğunuz kişiye şans verdiğini düşünüyordur, ilişkiye bile değil.

Peki doğrusu nedir bunun?

İnsan bir ilişki için şans verecekse, kendi “kalbine” şans veriyor olmalıdır. İnsan kalbinde hissettiği duyguya şans veriyor olmalıdır. Kalbinde duygu kalmadığı hiçbir konuda “şans vermek” diye bir gereksinim doğmayacaktır zaten.

Kalbinize bakmayı unutuyorsunuz!

Kalbinizdeki duyguya bakmak yerine, karşınızdakinin emeğine, duruşuna, eksikliklerine, karşılıklarına ve yapması gerekenlere o denli takılıyorsunuz ki, o güzel gönlünüzün sizden bu konuda ne istediğini ve ne hissettiğini görmeyi unutuyorsunuz.

Zihninizi duymayı unutuyorsunuz!

Karşınızdakinin asla tam olarak bilemeyeceğiniz beynini okumaya, ne düşündüğünü bilmeye o denli abanıyorsunuz ki, zihninizin bu konuda gerçekten en temiz haliyle ne düşündüğünü duymanızın imkanı yok.

İlişkiyi yaşamayı unutuyorsunuz!

Tökezlemişse ilişki bir an bir yerinde, duruyorsunuz ve masaya bir şans koyup sandalyenize kollarınızı bağlayarak oturuyorsunuz. Bekliyorsunuz öyle işte, gelsin de şansı alıp kullansın diye. Ama kolları bağlıyken auranız iletişime ve ilişkiye kapalı, bunu ne yapacaksınız peki? Bu enerjinizin şans ile aynı masada hangi gerçeğe yürüdüğünü biliyor musunuz? Verdiğiniz şans belki işe yarar ama genelleme yapacak olursam, şansın değeri az, kolları bağlı bekleme enerjinizin negatif bozuculuğu daha güçlüdür bilesiniz.

Çoğu nedenlerinizde de haklısınızdır, itirazım yok. Ama ben tüm haklılıklarınızı da göze alarak tabloyu çiziyorum.

Sevgilinizi bugün arayıp sesini duymak yerine ilişkiyi askıya alıp beklemeye geçiyorsunuz. Şansı verdiğiniz kişinin haberi yok, ilişkinin bile bu şansı hissedecek enerjisi yok, siz ise çoktan bu şansın değerlendirilmemesi halindeki bitiş çizgisinde hangi mağrur duruşta duracağınıza içten içe hazırlanmışsınız bile. Hadi gelin buradan topu döndürün ilişkiye de alkışlayalım.

Kendinizi, ilişkiyi, barışmayı ya da ayrılığı, he ne varsa beklemeye alıyorsunuz. Söylüyorum: yürüyün, kopsun fırtına! Siz yaşayın, yaşamaya ve kendinize yaşatmaya devam edin. Yol nereye gidecekse gider ama gidene kadar yol sürer, yaşam sürer, ya güzel yolunu bulur ya doğru sonunu bulur.

Kaderde bitecek bir sonu değiştiremez ve sadece geciktirirsiniz. Peki bu denli kıymetli bir hayatta, bitmesi gerekenleri de yaşanması gerekenleri de zamanla hayattan çalmak ne kadar doğrudur?

Kendinizi hikayelerinizde beklemeye almayın, yarım bırakmayın. Başkasının eline tümüyle bırakmayın ilişkiyi. Emek demeyin her yaptığınıza ve karşılığı “şans” olmamalı, performans değerlendirir gibi. Sözleşmeyle değil, sevgiyle yürüsün zaman.

Sevin, severek, sırasız, gönülden gelenle yaşayın. Ama karşınızdakinden önce kalbinizi duyun, zihninizi önce sizi düşünmeye eğitin, beklemek yerine bir saniye veya bir gün ise bile ilişkinizi nasıl istiyorsanız öyle yaşayın. En çok o güzel kalplerinizi sevin ki, ona bu dayatmaları, beklemeleri, şartları, emekleri, şansları yaşatmayın.

Netice olarak bir ilişkinin şansı, gönlün istekleri ve sevgisinin kapısı kapanana kadar vardır. İlişkiyi yaşamaya devam eder, duygunun gereğini yapar, beklemez, konuşur, anlatır, ister, tüketirsin. Kalbinde tükenir ilişki ve sen olağan haliyle bir anda vazgeçersin ilişkiden. Bu noktaya gelmediysen eğer, ilişki değil “gönlündeki duygu” şans istiyordur senden. Karşındakini hedef tahtasına koymak yerine, şansı isteyen kalbini duymalısın yani.

Haydi gelin şimdi ve bundan sonra kalbinize şans verin ve onu duyun. Ne istiyorsa onu yapın, şartsız, sırasız ve delice bir haz ile, hatta yol her nereye gidecekse…

Yazının devamı...

Değişim Çılgınlığı

Şimdilerde herkes değişim rüzgarına yakalanmış durumda. Değişmek iyidir ama değişimin niyetini de doğru belirlemek gerekir.

Sanki eskiden hayatın yaşattıkları insanları kötü olma konusunda değişime sokuyordu gibi. Şimdilerde, en azından bu yönüyle kıyasladığımda herkes kendisi ve evren için iyi olan şekilde değişme gayretinde. Bu iyi bir şey evet.

Ama bu kadar değişmeye çalışmak ve daha doğrusu buna abanmak doğru mu?

Değişimi belirlemek gerekir aslında. Sadece değişim niyetiyle sürekli değişmeye çalışmak maalesef ki kaybolmakla sonuçlanıyor. Bu noktayı özellikle belirtmek isterim. Bir noktadan sonra insan nereye varmak üzere değişime kalkıştığını unuttuğu gibi, eski halini ise neredeyse hatırlayamıyor. Hatırlasa bile dönmek zaten mümkün değil.

Haklısınız, artık yaşadıklarımızdaki kayıplar, başarısızlıklar ve hayaller bizi daha farklı olmaya itiyor. Üstelik zamanın en çok konuşulan şeyi olunca da, hemen herkes bu değişim rüzgarına atıveriyor kendini. İşte bu plansız ve hızlı dalış, insana en başta kendini kaybettiriyor. Sonunda başarılı olma ihtimali var ise de, bu yolda kaybolma ihtimali de yüksek oranla karşısında duruyor ama göremiyor insan.

Hedefe varma niyetiyle kalkışılan değişim yolculuğunda unutulan tek şey “insan olduğumuz” gerçeğidir. İnsan demek hata yapmak demektir. Ve insan hatalarla yapılanır, şekillenir. Hata, yanlış, yalan, yenilgi, acı, üzüntü, kaybetme, başarısızlık... bunların hepsi insanın doğalında ve doğasındadır. Olacaktır, olması gerekecektir.

Değişime kalkışmış insanlar, değişim kararı vermiş olmayı büyük hayati bir karar gibi hissediyordur belki de.Ama tekrar söylüyorum,değişim bir niyettir, değişim bir başarıdır ama değişim mutlak mükemmellik sunmaz. Robot olmadıktan sonra insan insana münhasır olaylar yaşanacaktır ve bu firelerin ya da hataların değişim ihlali olduğundan bahsedilmeyecektir.

Değişim kişinin ruhunda gerçekleşir. Yani insan yine hata hatta aynı hatayı yapabilir. Değişen bu hatalara bakış açısıdır. İnsanın hayat görüşü, mantığı, istekleri ve istemedikleri, dili, giyimi, yaklaşımı, iletişimi, sevgisi değişir ama bütünüyle insanın davranış dünyası değişmez. İşte bütün bu evrene bakan gözü ve aklı değişir. Hata yapar ama hatayı yorumlayan aklı değişir. Hataya kalkışan niyetini bilmeyi, pişman olmamayı bilen iradesi değişir. Kendini durdurabilen ya da özgürlüğü kendine sunabilen ruhu değişir. Yine ağlar, yine acı çeker ve yine kaybeder ama acıdan ağlayan kalbinin gücü değişir. Acının günü değişir, saplanan zihnin saati değişir, uzayan yolların sayısı değişir.

İnsan değişmek isterse zihnen ve ruhen “bakışı” değişir. İnsan yaradılışını bütünüyle değiştiremez. Üstelik zaten hayat ve doğa değişmedikçe yaşanacakların ismi değişmez. Sayısı ve şekli değişir.

Doğru bir değişim niyetinde zihin ve ruh bakışı doğru değişir. Bunu bilmeden kalkışanların ise var olan kimliği değişir ama yeni bir kimlik de var olamaz. Maya bozulur, insana has yaşanılacakları kabul etmeyi unutunca yaşamayı unutan insan için yaşamanın ne demek olduğu değişir. Kendine baktığı gözü değişir.

Ufak adımlar atın, diyete gerek yok, bakışınızda olması gereken ufak değişimler için niyetlenin. O değişirse yaşadıklarınız aynı olsun ya da olmasın olanlara bakan gözünüz, kalbiniz değişir. Değişimle uğraşırken öz varlığınızı unutmayın, zorlamayın, dayatmayın; kendinizi cezalandırmayın. İnsan olduğunuzu unutmayın. Düşün, ağlayın, yenilin ama olanlara nasıl bakacağınızı ve ne yapacağınızı değiştirin.

Fanus değil aydınlık bir zihin yaratın kendinize.

Üstelik en önemlisi, herkes ve her şey değişmek zorunda değildir. Bir gezegen düşün zayıflıkları, psikolojik rahatsızlıkları, ağır hikayeleriyle bilinen ünlü ressamlar, şairler, yazarlar vs. sanatla kendini tamamlayanlar ya da anlatanlarla dolu. Bu yüzden kusurlarıyla da mutlu ve güzel olmayı bilmek gerekir. Hatta belki o eksiklikler ve kusurlar insanı başka bir şey ile tamamlayacak ya da o insanı o kusurundan sebep yeryüzünde kutsal biri yapacaktır.

Mükemmel bir ruh, zihin ve hayat yoktur. Mükemmel bir “hissetme” vardır. Ve bu en büyük ruhsal hastalıkları olduğu halde fırçasıyla dünyayı boyayan ressam için de, besteye dökülmüş sözü yazan için de, aşk acısından kendini hayattan koparmış kadın için de, iflas etmiş adam için de ortak tek gerçektir.

Tek değişim ve tek gerçek “hissetmektir”. Onun dışında çok da değişim diyetine girmemek gerekir. Bunu abartmak kaybolmak demektir.

Baktığınız gibi hissedeceğiniz bu dünyada ne hissetmek istiyorsanız öyle bakmayı seçin, sadece bunu değiştirin.

Yazının devamı...

Sevme Korkusu

Herkes Leyla olmak peşindedir. Kimse Mecnun’un çilesine katlanmayı göze almaz zira! Bilirler ki Leyla olmak sevilmenin en güzelidir ama kimse Mecnun’un mücadelesindeki hazzı bilemez mesela...

Her şey daha kolay akmaya başlayınca hayatta, her alan savaşsız kaldı sanki. Savaşmadan sevişmek istiyor Dünya. Sevmekten önce sevilmeyi garantilemek, sevileceğinden eminse sevmek, karşılık bulacağı garantiyse yürümek, bırakmayacağını söylerseler elini tutmak gibi şartlı sevdalar revaşta.

Çoğunun buna sebep kalp yorgunluğu ve kırgınlığı var elbet, anlarım. Ama çocukken düşünce annemize gidip “ben düştüm, olmamışım yürütmeyin beni, geri gönderin hatta” demediysek ve emeklemekle yürümek arasındaki o zorlu mücadeleyi o minnoş ayaklarımızla sürdürdüysek eğer, sevda yorgunu kalbi tekrar sevgiyle kavuşturmak da yaşamaya dair, unutmamalıyız.

İlişkilere yüklediğimiz “emek” kavramının aynısını da o halde hayata da yüklemek gerekmez mi? Mesela “ben az düşüp yürümeye çalışmadım çocukken, gazımı bile çıkarmaya muhtaç oldum, ağladım ve güldüm, sevildim ve sevilmedim ama büyüdüm” diyebilmek gerekmez mi? Ve daha anlamlı değil midir cenininden erginine yol kat etmiş varlığımıza “yürü” demek!

Sevmek ne zaman korkulacak bir hal aldı, milat sayalım. Ne oldu, nasıl oldu, bulup düzeltelim. Bir tökezleme sonrası nasıl “vazgeçilir bir nesne” vasfını edindi? Kalbin duyacağı his, ne zaman aklın söyleyeceği bir ultimatom oldu?

Vazgeçin aklınızı kalbinizin amiri kılmaktan. Vazgeçin sevgiye şart koymaktan. Vazgeçin kriterler belirlemek ve mantıkla uyum aramaktan. Vazgeçin önce sevilme çabasından.

Varsa karşınızda böyle biri, ondan da vazgeçin hatta. Zira sevmenin güzeli "karşılıklı şartsız" olan ve "karşılık aranmaksızın" kalben duyulandır. Dikkat edin iki aykırı duruma. Hem karşılıklı şart koşulmayan olmalı hem de karşılık beklemeden hissedilmelidir gerçek bir duygu.

Bardakta şekil almaz sevda, terazide tartılmaz, veresiyesi olmaz ve paktı imzalanmaz yolun başında.

Gerçek bir sevme, Nasrettin Hoca’nın göle maya çalması gibidir. Kalbini açacaksın; öyle saf öyle istekle, ki sevda tutsun.

Sen kalbini tutup aklını konuşturmak yerine, açsan kalbini ve baksan aşkla:

Ya tutarsa?

Betül Yergök /Mentalizasyon

mail: info@mentalizasyon.com

İnstagram/Youtube: @mentalizasyon

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.