SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Kuralsız Yaşama Kuralı

Her nerede, kiminle, nasıl ve hangi şartlarda yaşıyorsak yaşayalım, o yaşam şeklinin biçilmiş kuralları vardı, bize içten ya da dıştan dayatılan. En özgürümüzün bile içten içe bunlara boyun eğdiği ise bir başka gerçeklikti hatta.

İstemesek de reddetsek ya da yanlış bulsak da mayamıza işlemiş kaideler, içimizden dışımıza ses verir: “Bu yaptığın, düşündüğün… yine de yanlış”

Belki bunu en iyi, kendimi masaya koyup örneklendirerek anlatabilirdim. Ki haydi öyle yapalım: İçimde deli özgür bir varlık olsa da içten gelen kaide seslerine kapıldığım doğrudur. Üstelik her konuda olabildiğince bir kural vardı etrafımda. Avukattım, öyle fotoğraflar çekilmemeli, koymamalı, çok kahkaha ile gülmemeli ve en önemlisi stiletto giymeliydim duruşmalara giderken. Grantuvalet giyinmek mesleğin etiğiydi adeta. Ofiste mizah videosu çekip instagrama attığımda, aldığım eleştirinin kilosunu bir ben ölçebilirdim mesela:)

Çıktığım yolculukta, yazdığım kitaptan bu köşeye yazdığım konulara ve dahi dağıttığım şifaya kadar saçma gelmişti çoğu insana. Üstelik “avukatlık mesleği” tanrının kutsal saydığı bir meslek gibi geliyordu insanlara. Şöyle gibi: Bu denli kutsal bir meslek bileziğini koluma takmışsam, köşe yazısı yazmak yanlış ve tü kaka bir durumdu. Yani iki seçenek var da ben yanlışı seçmişim gibi. Takipçilerime gönülden yardım ediyorken, bunun bir maliyeti olması ve ticarete dökmem gerekliliği devreye girdi daha sonra. Ardından özgürlüğü iliklerime kadar hissedip öyle yaşamaya başlayınca, sanki “saygınlığımı yitirmiştim” bu kaideli insanların gözünde. Çünkü her nasılsa onlara göre “Avukatlık” ile saygınlık kazanmıştım ve bu dünyayı yönetmek kadar vazgeçilmez bir vasıftı bu da:)

Çektiğim videoları koymaya karar verebilmem bile aylarımı aldı. Kitaplarımı yazdığım halde yayınevine ilk kez gönderişim, yazdığımdan bir buçuk yıl sonraya tekabül etti. Zira hayatımı yazmıştım ve okunmasının saygınlığıma gölgesi beni de içten içe zehirlemişti.

Günün birinde vazgeçtim içimdeki sessiz söylenen sesi yok saymaktan. Önce onu var kabul ettim. Ardından bilerek, bile bile ve bile isteye seçtim bilakis ona karşı olan bu yolu.

O yüzden “kuralsız yaşamak” bu evrenin en şahane eylemi. Tek sakil mutluluk ve yegane varoluş. Bir kere sahip olunca hiç kaybedilmeyen ve vazgeçilmeyen bir şehvet. Kuralsız yaşamak özgürlüğün beden bulmuş tek resmi. Ama yeryüzünün en zor işi.

Çünkü onun da bir kuralı var: “mış gibi yapmamak”

Yani önce toplumun, çevrenin ve bedenin içinden gelen zehirli sesleri duymak, duyduğunu, maruz kaldığını ve dahi etkilendiğini kabul etmek gerekiyor. Oysaki hepiniz özgür olmadığınız halde özgür olduğunuzu, mutlu olmadığınız halde mutlu olduğunuzu, etkilendiğiniz halde dış dünyaya kulaklarınızın kapalı olduğunu iddia ediyorsunuz. Dedim ya, yeryüzünün en zor işi bu kaideleri duyduğunu kabul etmek ve sonra duymamayı başarabilmek. Etraftan gelen sesleri duymak, duymaya başlamak, bu duymanın neticesinde içinde olan etkilenmeyi yakalamak ve bu yakalama sonucunda, o yakaladığını içinden söküp atmak gerekiyor. Ve bir sır olsun size, bunu her seferinde ve defalarca kez yapıyor olacaksınız.

Hayat hatalarla ve tekrarlarla doludur. Bir kere başardığınızın sürekliliği bile her seferinde aynı hendekleri atlamayı başarmakla mümkündür. Bu yüzden etkileşim her zaman var olacaktır. Sadece duymak, görmek ve içinizdeki etkileri fark etmek ve içinize aksini seçtirmek gibi bir eylemsel mekanizma yaratmaktır, bu kuralsız yaşamanın kuralı.

Mesela artık bir günün içinde her şeyim: Avukatım, arabulucuyum, sosyal medya danışmanıyım, yazarım, yaşam koçuyum, kadınım, aşığım, besteciyim, dansçıyım ve insanım… Ben yaşamın her yerinde, her ne istiyorsa ruhum, o’yum. Hepsinde tutkulu ve hepsinde kurallara maruz ama kuralları ruhuna alıp kusan ve yola kuralsız devam edenim, hepsinde tamım, hepsinde varım, hepsinde kuralsızım. “Duy, hisset, dön ve yürü” tek kuralım.

Kuralsız değildir hiçbir şey, kuralsızca yaşamak bile.

Ama gelin siz de kuralsız yaşamanın kurallarını uygulamayı seçin, en nihayetinde en şehvetli yaşama biçimine erişebilmek uğruna…

Üstelik hangi savaş, hangi mücadele bundan daha anlamlı olabilir ki?

Betül Yergök /Mentalizasyon

mail: info@mentalizasyon.com

İnstagram/Youtube: @mentalizasyon

Yazının devamı...

Alaçatı'dan Hayata Notlar

 

Madem yazın tam kavruk bölümündeyiz ve çoğunuz herhangi bir kıyıda ya da serin bir yerde bu yazıyı okuyor olacaksınız, ben de Alaçatı’dan size topladığım hayat notlarımı aktarayım.

Beni bilirsiniz, neredeyse yediğim lokmadan bir hikaye çıkarır, onu oradan alır hayata vurur, bir seyre oturturum evreni. Yine zamanın yakınında Alaçatı’ya değen gözlerim, bedenim tatil yapsa da gördüklerini kaydetmekten vazgeçmedi. Ve yazmadan yazı bitiremezdim:)

Dostlarımın yeni oteli sevimli bir teddy olmakla kalmayıp benim için hayata dair mesajları mühimdir. Onlarla gönülden samimiyetin ne demek olduğunu anlatmak, birçok hikayeden daha kolaydır benim için. Çünkü deli tarafımı bildiklerinden, yazın ortasında aniden gitme kararıma tebessümle ama her türlü çabayla karşılık verirler. Ben onlara “lobideki koltukta da yatarım sorun değil” derim, onlar bana en iyi odayı ayarlamaya çalışırlar. Bütün beach ve mekanları bilip, senin karakterine ve arzuna göre senden önce rezervasyon ve planları yapan Ali Ejder herkese lazımdır bu yüzden, evet:) İşte bu güzelliklerin cümlesi net ve tektir: “Sen kalbini nasıl açarsan, kalbine aynı karşılığı alırsın” Benim aidiyetim ve samimiyetimin sonucudur aldığım. Ve sadece benden değildir elbetteki; onların aile olma niyeti ve söze dökülen güzel kalpleridir karşılığı veren.

Ama beklentisiz, talepsiz ve gönülden birlikte olmak niyetinde olursan mutlu yaşarsın işte; bunu yapmadığın her yerde eksik kalırsın. Ellerinizdeki tuşlarla her şeyi eleştirmek ve değerlendirmek üzere yaşıyor gibi bakarsanız her mekana, her kişiye ve dahi yattığınız yastığa, umarsızca ve keyifle uyumayı becerebilmeyi unutursunuz. Kuralsız bakmak gerekir kuralsızca yaşayabilmek için. Ve kuralsızca insan sevmek lazım ki kalbin kadar sevilesin.

Hayata dair derslerinden ceplerim aşağı sarkarak döndüğüm Alaçatı’dan sonra, hasta yatmamın sebebi de güzel insanların sunduğu güzelliklerden uykusuz kalmaktı kuşkusuz. Yurtta kalan öğrencinin kapanış saatinde yurda dönmesi gibi, her akşamı Disco Alaçatı’da nihayetlendirmem de ondandı. Klimadan sakınmak, sahneyi görmek diye diye neredeyse her masasında özgürce dolaşabilmek ve her noktasında memnun edilmek, evimde kendime sağlayamadığım konfordu, bu da kesin:) Sinan’ın bu özel dostluğunu kazanarak dönmek, iskeleden sürekli muzurca denize atlamak gibiydi. Karşılıksız biçimde sadece mutlu etmenin mutluluğunu yaşayan bu güzel insanı bulunca, delice sevinesim geldiğini belirtmeliyim. Onu şöyle hayal et: Sen bir şarkının arasında bir yerden bahsedersin, o gelir “ayarladım” der. Ertesi gün yurt müdürü gibi “yoklamada yoksunuz, gelin” der ve sen tütsülenmiş gibi ellerin havada Disco’ya koşarsın:)

Ha zaten, İstanbul’da dinlemem yetmez, benim bal sesli dostum Ayla Balyemez’i şarkısı gibi aşkla, “aşk olsun” diye diye ve bir de arkadaşım Güntaçthis’i “öyle demek istemedim” dese de, onlar için her yere giderim, bu da ayrı. “Cehenneme gideceksek güzel sesli sanatçılarla aynı yere düşelim” diye dilek tutsak yeridir yani.

Sadece hizmet almışsın da onlar figüran sen esas aktörsün gibi insanları görmezden gelmezsen eğer, saygıyı kucak kucak alırsın aslında. Böyle olduğum içindir, sohbeti ve saygıyı esirgemediğim her bir temasın üzerine, insanların tatilden sonra arayarak hatır sorması ve yolun bir daha düşmesinden önce saygısını masaya koyması.

Mesela sadece hatırla gitmiş olmanla kalmaz bir mekandaki zamansal varlığın; gidip hatırını sorup, kıymeti kucağına bir buket çiçek gibi bırakabilmeyi gönülden yapabilirsen. Asla insana değeri göstermeyi atlamadığım içindir, masaya gelen Eyüp Şef’in sonrasında da memnuniyetleri sorması ve sonsuz daveti. Alaçatı’nın limondan tatlı, limon kadar olmazsa olmaz tatil durağı olması bu yüzdendir elbette.

Oradan çıkıp hemen karşısındaki mekana, ben sadece Nuri Dal ile en komik iki muhabbetin belini kırmak için bile giderim. Gidip ona söylediğim senaryoyu onun yaşamış olması ve döner dönmez aynı şekilde benim hastanelik olmam, gülmenin trajediye dönmesidir elbet ama, yine de anının gülmelik devamıdır işte ne yapacaksınız:) Gülmenin en güzel halidir o da ve ağzı kapalılığı saygınlık sayanlara inat, gülmenin ömür sayısını arttırdığını anlatmak için en güzel hikayemdir.

Bilirim, siz de bilin ki bu övme ve reklam değil, iletişimin resmidir. Karşılık beklemezken karşılık veren “İnsan sevmenin şahaneliği”dir.

Neden anlattığımı her bir nüansın içinde azıcık ucundan demişsem de, hikayenin bütünündeki sözlerim şudur: İnsan sevin, kendinizi sevin, hayatın verdiği her bir ‘an’ı sevin, hissedin. Karşılık beklemeyin, sorgulamak ve yargılamak üzere kurulmayın. Kimseyi değerlendirmek gibi bir görev üstlenmeyin, siz sadece bu hayatı nasıl yaşadığınızı değerlendirin. Gülmeyi unutmayın. Kalbi güzel insanları bulun ve kaybetmeyin. Her ne ile karşılaşırsanız karşılaşın, kalbinizi siz nasıl açarsanız aynı şekilde karşılığını alırsınız unutmayın. İşte tam da burada ne aldıysanız ne verdiğinizi sormayı da bırakmayın.

Kuralsızca yaşamanın kuralını başka bir yazıda yazacağım ama, en önce siz hayata kurallar koymayın. Gelin güneş çekip gitmeden kuralsızca ve en şehvetlisinden bu yazı ruhunuza doldurun. Şimdi, hemen işe insan sevmekle başlayın, sevgi tüm renkleriyle gelsin diye…

Yazının devamı...

Yaşadığınız Hikayelerin Nedeni

Hiç düşündün mü, hayat belki varman gereken yol için ilerliyordur. Sen olana ve olmayana kafa yorsan da, aslında olması gereken olsun diye rota öyle işliyordur.

Bu yazı, diğer köşe yazılarından çok farklı olsun, kendimden yazayım, emsalle hissederek anlayın ne demek istediğimi. Ve ilk defa da kısa ve öz yazayım, bu benim için zor olsa da : )

Bir zamanlar isyan ettiğim büyük aşk hikayesinde sorduğum en kadim soruydu, neden reva olmayışı.

Sonra mesela, aile bağımdan kopan en büyük yaram çok acımıştı ve bu kez ona da neden reva demiştim.

Sıkıştığım yerler için çok kez isyan etmiştim, umarsızca yaşamayı dileyerek ve hesap sorarak.

Kavuşamadıklarımın hayali hep canımı sıkmıştı mesela.

Para mı bana gelmeliydi ben mi ona koşmalıydım, hiç bu denklemi çözememiştim belki de.

Zihin ve ruh orkestrasını, sırf kendi orkestralarımdaki bozukları çözerken keşfettiğimde, bu yetenek beni mutlu edecek yere kendimle verdiğim mücadele yormuştu aslında.

Her seferinde yemin etmiştim geçmişte, orantısız fedakarlıklarımı ve manasız sevgi sevdamı tarihe gömeceğim diye. Yediğim dost kazıkları ya da can kırıkları üzerine de başaramadıklarım için kendime çok kez öfke duymuştum, itiraf olsun.

Ha bir de lafı geçmişken, bir ortaklığı da bir evliliği de “başarı takıntım” yüzünden bitirememiştim ve savaşıp çözdüm sanırken, üzerine eleştiriye açık hayallerim uğruna koşmayı geciktirmiştim mesela.

Neden bu kadar güçlü ve güçsüz olduğumu, neden bu kadar sevdiğimi ve sevilmek istediğimi ya da olmayanların olmayışını anlayamamıştım da beynimi yatırıp masaya, yazmaya başlamıştım bir gün, çok sonra, bir “ben yolculuğu” uğruna.

Ama sonra işte anlayıverdim bu rotanın sebebini. Bugün şu an olduğum yerden bakınca çok açıktı. Çünkü olanlar şu an ki “ben” içindi. İlginç olan, gerçekten o olanlar olmasa ya da o olmayanlar olsa, ben şu an ki ben katiyen olmazdım.

Mesela mutlu bir aşkın kitabını yazamazdım. Kavuşulmamış aşkı yazıp, üzerine bir de kendi yolculuğuma çıkıp bir kitap daha yazamazdım.

Babam babalığından gidince, babamı hayatıma, hayatımı aşka bölüp kendi özümü çıkaramazdım ve hatta o kitaplardaki hikayeler, sırf bu kanayan yerin dili sayesinde, bundan daha da güzel anlatılamazdı.

Belki ben anneme omuz olunca, o dağ gibi büyümüş ve gelip noktayı koymuştu bitmeyen kanamalı yarama.

Kendimi bulmak üzere bir yolculuğa çıkma gereği duymaz, birçoğunuz gibi var olduğunu sandığım suni bir benlikle yaşardım, yani bu şahaneliği tatmadan ölürdüm belki de.

Zaman bulamazdım kim bilir, kafamı gömdüğüm Avukatlıktan burnumu çıkarmasaydım hayatın başka kokularını alamazdım, bu kesin bilgi yayalım.

Hayat sınarken delirtir ya insanı, bu denli delirtmeseydi beni, deli gibi özgür olamazdım mesela. Kesin umurumda olurdu kimin ne diyeceği ve kımıldayamazdım hayallerime doğru.

Doğruluktan sapmış olsaydım, ki bunun bütün şartları mevcuttu bu hayatta, ruhumun kirini ölsem de artık atamazdım ve dahi bu denli temiz duyguları gönülden burada sizlere yazamazdım.

Mesela ne istediğimi kesinlikle tam olarak bilemezdim, çoğunuz gibi. Ve ne istemediğimi.

İlginç bir yetenek olarak durugörüyle tanışmazdım, ah var olanı hala sıradan sayardım bu da mutlak ihtimal. O şahane duyguyu, birazdan neler olacağını ya da insanların enerjilerini okumanın verdiği hazzı bilemezdim ve kıyasla sunsalar bilmediğim bu duyguyu seçmezdim ve çok şey kaçırırdım belki de.

Çok zengin olurdum ve Dünyayı karış karış dolaşırdım belki ama yorulurdum. Öyle olsaydım, o zaman da astral seyahati tadamazdım mesela. Bir yerlere gitmeden tüm evreni dolaşabilmenin tutkusunu göğsümde solumazdım, ah ne yazık olurdu.

Hayatımda mutlu bir aşk, mutlulukla dolu anılar ve zenginlik olsaydı, her şey tamam sanırdım kesin. Sanki şimdi yok ve olmaz sanmayın. Derim ya her şeyin bir zamanı var ve nedeni vardı.

Oradan bakınca sizin gibi, ne acıdır ki belki de önüme koysalar diğer beni seçerdim o zamanlar. Zira bu dikenli yolu seçmek bendekinden de fazla yürek isterdi belli ki.

Dedim ya her şeyin bir zamanı ve bir diğer şey için neden oluşu vardı. Yani olanlar ve olmayanlar ile gelecek arasında illiyet bağı mutlaktı (illiyet bağı, hukukta neden-sonuç ilişkisi demektir.).

Çok basit bir örnekle izah edebilirim mesela: Yani o adına bir kitap yazdığım adam elimi tutmuş olsaydı, o elin parmakları özgürce yazamazdı. Çünkü adına kitap yazmışsam da o asla bu yeni benim varlığıma müsaade etmeyecek adamdı. O bugünümün mimarı olmakla kalmayıp, hayatımda olmayışı ise geleceğimin sebebiydi. Önüme koysalar onu seçerdim ve fakat bir süre sonra aşk ölür, bu yeni ben ise hiç doğmamış olurdu.

Bu bir kedi-ciğer olayı değildir. Bu hayatın tam olarak gerçeğidir. Bugün ne yaşıyorsanız ve dün ne yaşadıysanız, hayat sizi varmanız gereken yer için yolcu ediyordur. Mutlak bir rota vardır, aralarını sizin ördüğünüz. Ha geriye o araları siz öreceğiniz için, yaşanmışlıklardan dersleri çıkarıp yolu kısaltmak da sizin maharetiniz olacak.

Ama şunu bilin ki, sorsalar seçmeyeceğiniz her ne hikaye varsa yaşadığınız, gün gelecek “iyi ki” diyeceksiniz. Gelecekte ne olması gerekiyorsa olacak ve siz ona hazırlana hazırlana gideceksiniz. Olacaklara siz uyumsuzsanız değişeceksiniz, ya da mutlak yollarınız için şekil değiştireceksiniz ve her sonsuz son zamanı gelince başlıyor olacak. Yani bugün olanlar ya da olmayanlar, yarın olacaklar uğrunadır.

Tıpkı bugün, bu yolun bu durağında, dünlerin sayesinde ve delice bir özgürlükle, benim bugünü ve yarınları kucakladığım gibi siz de:

Betül Yergök /Mentalizasyon

mail: info@mentalizasyon.com

İnstagram/Youtube: @mentalizasyon

Yazının devamı...

Sosyal Medya Bizi Bozdu mu?

Hepimiz biliyoruz ki çok hızlı giriş yaşadık sanal dünyanın sarmalına. Bir an için durup düşündüğümde, kaç zaman ya da kaç yıl olmuştu diyorum, sanki böyle doğmuşuzcasına…

Para transferlerimizi yahut iş yazışmalarımızı bir sanal araç üzerine gerçekleştirirken, bize zaman kazancının olması alkışlanmaya değer gelmişti, ki keza halen daha öyledir bu kısmı için. Birçok kez yüz yüze görüşmeye gerek kalmadı ve artık dakikalar ya da saatler süren yolculuklar yaparak bir işi neticelendirmeye çalışmak yerine peş peşe e-posta yazışması ile işleri halleder hale geldik. Bazen aylarca iş konuştuğumuz ve iş yaptığımız insanları belki de hiç görmedik ve tabi ufacık bir profil fotoğrafını görmedi isek.

Sanal dünyanın getirdiklerini elbette ki yabana atmayacak ve fakat burada onları methetmeyeceğim. Bana düşen, sanal dünyanın fayda alanından çıkıp zehirlenen benliklerimizi kaleme almak olacaktır bu yazıda. Neticede benliğimize sunulan bu şahane güzellik, içinde zehrini de taşıyordu; belki kimimiz yakalandık, kimimiz ise belki o elmayı daha hiç ısırmadık.

Bize teknolojinin ilk geldiği zamanları hatırlar mısınız bilmem. 90’lı yılların sonlarına doğru Bilgisayar Eğitim Sertifikası almak üzere kursa gitmiştim. Önümüzde şimdi görsem gözlerimin dolacağı eski kasa makineler vardı. Eğitim, siyah bir ekran üzerine kuruluydu. Birtakım kodlar yazıp cevap alıyorduk. Şimdi ne olduklarını hatırlamasam da pek de mühim olmadıklarını kesinlikle söyleyebilirim. Hele ki internetin dahi olmadığı o bilgisayarlarda renkli harflerle isimlerimizi oynatıp ekran arayüzünde onun oynamasını izlemek eğitimi tamamlamış gibi bir his uyandırıyordu, düşünün. Ondan sonra çevirmeli internet bağlantıları ile başladık ufak ufak. Çok değil, gerçekten de her biriniz hatırlarsınız böyle ceviz kırmak için bile kullanabileceğiniz takoz telefonlarımız vardı, çağrı atmak üzere kurulu sanal iletişim dünyamızda. İşte tam bu noktadan sonrası ile bugünün arasındaki kronolojiyi yok sayıyorum adeta.

Peki dejenere mi olduk?

Dejenere olmak, bir toplum olarak kendiliğinden olan bir şey değildir. Yayılma ile başlayan bu eylemde yayılmanın hızı, toplumu oluşturan kişilerin kalıbını hızlı değiştirebilmesi ve yeni bir kalıba hemen uyum sağlayabilmesinden gelir. Dünyanın her bir yanında aynı zamanlarda (ve ki birçoğunda çok daha önce) girilen sanal dünyanın, hangi toplumları çok daha hızlı dejenere ettiğini irdeleyecek olur isek, teknolojinin doğum yeri sayılacak ülkelerdeki toplumlarda (örneğin Çin veya Japonya gibi ülkelerde) teknoloji ve sanal dünya, gerçek anlamında ve yoğun olarak yukarıda bahsettiğimiz gibi yaşamı kolaylaştırıcı ve iş dünyasını hızlandırıcı faydaları üzerine kullanılıyor.

Türkiye topraklarında var olan toplum ya da toplumların, topraktan mıdır sudan mıdır bilinmez ama çok hızlı çağ atladığını, çağ atlarken de ara boşlukta rezonans dengesini kaybedip boşluğa düştüğünü söyleyebiliriz. Çok hızlı Avrupa dili geliştirdiğimizi, öz dilimizi çok hızlı tükettiğimizi, o tanrısal övgülere konu olan hoşgörümüzü boş görüyle değiştirdiğimizi, herkesten daha çok çıplak olmak, herkesten daha çok küfür etmek, herkesten daha çok dövme yaptırmak, herkesten daha çok içmek, herkesten daha çok ihanet etmek, herkesten daha çok her şeyi bilen olmak gibi ego patlamalarımızın olduğunu haydi yok demeyin, kabul edin ve buyurunuz hazmedin.

Oysa ki çağ atlarken önce ateşi bulduysak da ateş üzerine çokça şeyi geliştirdiğimizi biliyoruz. Örneğin bugün yemeklerimizi ultra lüks ocaklarda pişiriyor, sıvı ve gaz dolanımı sonucu doğalgaz ile ısınıyoruz. Sevdiğimiz insana romantik bir masa için mum yakıyoruz. Aydınlatma gereksinimleri ile birçok noktamıza ışık tutuyoruz. Gece yolda önümüzü görmek için araç farlarımızı yakıyoruz. Sokak lambalarımız var ıssızlığı aydınlatan. Islanmaktan hoşlanmadığımız için şemsiye icat ediyor ve kullanıyoruz. Bedensel güçsüzlüklerimiz için kemikleri güçlendirecek metal parçaları ile ayakta durma eylemimizi güçlendiriyoruz. Sütten yoğurt yapmak, önce soğanı kavurmak biz bu dünyaya geldiğimizde zaten var olan şeyler değildi değil mi? Bütün onca şey ihtiyaç ve çözüm üretme dengesiyle ortaya çıkan öğrenmelerdir. Bize bir nesne armağan edildiğinde, önce onu öğrenip sonra onu kullanarak başka nesneler üretmeyi öğreniyoruz. Bu öğrenme, benliğimizde ihtiyaçlarımız oldukça büyümektedir.

Örneğin 1679-1681 yılları arasında, Pekin’de Cizvit misyoneri Ferdinand Verbiest tarafından Çin İmparatoru için oyuncak olarak bir buharlı araç yapıldı. Düşünün ilk araçlar bir yerden bir yere gitmeyi sağlamak üzere yapılmadı. Zamanla insanlığın ihtiyaçlarını karşılamak üzere farklı materyaller ve uygulayıcı kaynaklar geliştirildi. Tim Berners Lee bile 1989 yılında World Wide Web sistemini geliştirdiğinde, internet dünyasının endüstri ve bilim alanlarında daha işlevsel olmasını amaç edinmişti. Zira o zamanlar yoğun kullanım alanları bu şekildeydi.

Aslında bu çağa kadar gelişimimizde öğrenmelerimizin neticesinde hep “üretme” eylemi gerçekleştirdik. Çoğunlukla “tüketme” ile sonuçlanma yaşadığımız bir netice olmamıştı. Biz her bir basamakta, malzemeden yeni şeyler ürettik ve önceki basamakları da yeni basamağı da hayatımızda daimi kullanım olarak tuttuk. Ancak teknoloji bize armağan edildiğinde iş böyle olmadı. Aksine tamamen çılgınca bir tüketim üzerine kuruldu bu keşif. Ben teknoloji deyince bizleri Elmyra duff (çizgi film) karakterine benzetiyorum, bulduk ve çok sevip canını çıkartacak kadar kucakladık.

Sosyal medya ile nasıl yaşar olduk?

Şimdilerde sanal aşkların trend oluşundan yahut her türlü gösterişin sanal dünyada yaşanmasından bahsetmek satırlara bile sığmaz. Yediğimiz içtiğimizi herkesin görmesi için yemeden içmeden koyulan fotoğraflar, ilişkisiz ilişki arayışları, fenomenlik denilen bir mesleğin trend olması, fenomen olmak uğruna yapılan en akıl dışı video-paylaşım yarışları, birilerinin hayatlarını yakın takibe almak ve seyretmek bir yana hayatımızı o kutu içinde yaşadığımızı kabul etmeyenler çıksın meydana. Dostlar bilir, bir sohbet esnasında sosyal medya açan olursa sohbeti keserim genelde. Çünkü insanların kabul etmediği önemli gerçekliği test ettim ben yaşantımda. İnsanlar o kutu içindeki akışla meşgulken, zihin bir matriks akışına kapılmakta ve paralelde odağı azalmaktadır. Bu yüzden de sosyal medya kurcalarken insanları yeterince dinleyemez ve anlayamazsınız. Daha mühimini söyleyeyim, sosyal medyaya koyacağınız pozlara odaklanırken yediğinizden zevk alamaz ve derin bir nefesle hayatı içinize çekemezsiniz.

Çok kadın ve çok erkek görürsünüz küçük yuvarlaklar içine profilleri yerleştirilmiş. Çoğuna ulaşırım sanırsınız, elinizdeki ilişkilerin ve sevenlerin kıymetini bilmezsiniz. Kaybettiklerinizi “stalk” dediğimiz bir hastalık ile yakın takibe alırsınız (Hatta dava açsa haklı çıkacak kadar tacizkar). Herkesin her paylaşımına söz edebilecek yaşam gurusu sanırsınız kendinizi, ünlülerin ya da ünsüzlerin hayatlarına yahut bir anlarına dair paylaşımlarına demediğinizi bırakmazsınız, jüri gibi beğenmediklerinizi lanetlemeden geçemezsiniz. Kızdıysanız birine, edebinizle sırtınızı dönmek yerine engellemeden duramazsınız. Sözleri de vardır “görmesin de kudursun, anlayınca deliye dönecek” gibi gibi intikam ve hırs dolu sözler ve eylemler.

Oysa ki çoğunlukla da ilgilenmez diğer taraf bu konuyla. Ardından merak başlar kimleri eklemiş, kimi beğenmiş ve en son mutlu muymuş diye? Üstelik bu bir ilişki de olmak zorunda değil; sardı ya bu illet, tanıdık tanımadık herkes için bir anda başlayabilir bir dürtüdür artık.

Ama en esası, konuşmayı unuttunuz. Öyle en düzünden söylemeyi, söylenecekleri. Sanal dünya her şeyi o kadar hızlı yapar oldu ve o kadar minik hareketlerin büyük anlamları oldu ki, olaylarda insanların sizi aynı oranda çabucak anlamasını, sorunların o denli çabuk çözülmesini, ilişkilerin çabucak başlamasını, hemen evlenme teklif etmesini, hemen silmesini ve az konuşup çok bilinmeyi beklediniz. En uzun cümlelerinizi internete koyduğunuz fotoğrafların altına yazdınız belki de, sırf bir gönderme uğruna. Ama desem bana kendinizi “hashtag” anlatın diye, tam işte bunla en iyi anlatacak bir dünya kurdunuz kendinize.

Yani anlayacağınız kutudan izlemeye başladınız hayatı ve yaşamayı unuttunuz. Sevmeyi unuttunuz ve en önemlisi “söylemeyi”. Konuşmayı unuttunuz, birden fazla cümleyle paragraf olacak kadar kendinizi anlatmayı unuttunuz.

O halde gerçeklerimize dair Albert Einstein’in yine üstün öngörüsünü hatırlatarak:

Şimdi sakince elinizdeki o sanal kutuyu yavaşça yere bırakın ve hayatınıza doğru uzaklaşın.

Betül Yergök /Mentalizasyon

mail: info@mentalizasyon.com

İnstagram/Youtube: @mentalizasyon

Yazının devamı...

Delilik Cesaretin Neresinde?

Cesaret ile delilik arasında ince bir çizgi var demeyeceğim. Cesaret ve deliliği kıyaslayarak, çok önemli benzerlik ve farklar üzerine, hayatı nasıl yaşamak gerektiğini, yine fısıldamaktır niyetim. Nihayetinde, cesaret ve deliliği ruhunda coşturarak yaşayan bu kadından da dinlemek gerekir diyelim:)

Cesaret ve deliliğin en sevdiğim benzer yanı, ikisinde de pişmanlık diye bir duygunun hiç olmayışıdır. Türkçe diline aykırı hareket ederek “pişmanlıksızlık” demek istiyorum. Bu sonuç her ikisinde de aynı olsa da, sonuca giden sürecin içeriği farklıdır elbetteki. Deli olunca, eylemin bilinci olmadığından gelir tabi bu pişmanlıksızlık; cesarette ise cesaretin doldurulabildiği kalbin gücünden gelir mağrur duruş ve pişman olmayış. Cesaret ile atılmış adımlarda, bilincin yerindeliği her durum için tartışılsa da, kalbin bir istekten dolayı insanı durduramayışıdır cesaret hali. Ha tabi, kalbi durdurmasa da kalbini hiç dinlemeyen insanlar tanıdım çokça ve çok kere hayatın tadından “eksik anılarıyla”.

Bir ananın dokuz ay karnında taşıyarak dünyaya getirme cesaretinde bulunduğu insanın bizzat kendisidir, doğduğu hayatı yaşamak istediğinden daha azına mahkum eden. Bir de burada yaşamak istediği hayatı hiç ruhunda duymayanlar, dinlemeyenler var ki, onlarla da yaşlandıklarında konuşalım derim. Zira sonradan anlarlar, hep sonradan ve “keşke” ile başlayarak dile dökülür cesaret, geçmişi getirme imkanı olmadan.

Deli olunca, yaptığın hareketin sonuçlarından sorumlu tutulamazsın ve zaten sorumluluk nedir onu da bildiğin yoktur. O yüzden, olmayan akıl ve bilinçsizlikle yaparsın, o an ne esiyorsa. Hayatın cesurları ise, yaptıklarının sorumluluğu kısmında sorumlu olduğu kişi olarak sadece kendini yazar tahtaya. Yani cesaretiyle yaşamaya karar vermişse insan, sadece kendine karşı sorumludur. Kendine saygı duymuş mudur, isteklerini dinlemiş midir, aklını sorgulamış ve kalbini hissedebilmiş midir ve yaptığı kendini tatmin etmiş midir, buna bakar. Cesareti seçmiş insan için sonuç önemli de değildir üstelik. İşte burası da tam delilik haliyle aynıdır. Deli olma halinde, bağırmanın ya da gülmenin sonucunda almak istediğin bir nihayet yoktur, sadece güler ya da bağırırsın ve zaten o, o an istediğin ve seni yapınca rahatlatacak olan şeydir. Cesareti de seçmiş isen, kalbinin arzu ettiği şey için cesurca adımlar atar, seçimler yapar ya da söylemlerde bulunursun ve sadece eylemin sana verdiği hazdır aldığın temel sonuç.

Delilik ve cesaret arasındaki en egosal (özgüven demeyi tercih ederim) fark ise, eylemin verdiği hazdan gelen “güçtür”. Deli olunca, eylemin sadece rahatlatıcı bir serbestliği hakimdir. Deli, yaptığı delilikten güç almayacaktır elbetteki. Cesareti seçmiş insan ise, cesaretiyle yaptığının sonucu her ne olursa olsun, kendini bu cesareti gösterebilmiş olmaktan dolayı güçlü hissedecektir (ki genelde elde edilmiş başarılı sonuçlarda mutluluk hakimdir ve bu dediğim olumsuz sonuçlar hali için geçerlidir:)). Çünkü yeryüzü cesaretiyle yaşamayanlarla doludur ve cesaret neredeyse nadir rastlanan yetidir. Yani, cesaretle yaşamak, yaşamanın tam olarak kendisidir.

Yine cesaret ve deliliğin en gülümseten benzerliği “alışkanlık” halidir. Deli olunca, genelde haz veren eylemler sıklık ve tekrar gösterir. Deli olan insan, ya hep güler ya hep bağırır ya ağlar ya dolaşır vs., genelde aynıdır işte. Çünkü rutine girmiştir, hazzı ya da duygusu. İşte bunun gibidir, cesareti bir kez tatmış bir insanın her konuda hemen cesaretini kuşanması. Çünkü o, cesaret gösterdiği vakaların sonundaki hazzı sevmiştir ve her zaman deli gibi gülümsemeyi bilir cesareti sonundaki başarısızlıklarına bile. Alışmak cesareti göstermekten daha kolaydır anlayacağınız:)

Cesaret ve deliliğin, kısıtlanma durumunda koşul ve kişilere gösterilen öfke hali benzerlik gösterse de, diğer insanlara duyulan “öfke” konusunda kısıtlanma haricinde farklılık vardır. Delilik halinde, diğer insanların çok akıllı ya da deli olmaları önemli değildir, ki yine diyeceğim zaten bunun analizi bile deli için söz konusu değildir. Cesareti yaşayan insanlar, cesaretsiz yaşayan insanlara karşı tahammülsüzdür ve öfkelenir. Üstelik, bunun için maruz kalmış olmaları da gerekmez. Bunun nedeni, cesur insanların yaşamanın ne demek olduğunu keşfetmeleri üzerine, insanların neden “yaşayan ölü taklidi” yaptıklarını düşünmeleridir.

Bir niyetine ulaşmak ya da bir niyet konusunda nihayeti almak üzere cesaretiyle yürüyen insanlar, niyetini göle çalıp ellerinde ömür saatleriyle bekleyenleri hiç anlamazlar. Daha doğrusu olaya tam da böyle bakarlar. Göle çalınan niyetin sessizce beklendiği sırada ise giden en büyük değer “zaman”dır. Cesaretin gereğini bilen insan, aynı zamanda “zamanın kıymetini” bilen insandır. Bu yüzden de zaman kaybetmeyi sevmez ve sağlıklı düşünür, yapılması gerekeni yapar ya da içinde öyle tutamıyorsa arzu ettiği adımı atar, söyleyeceğini söyler cesur insan.

Bu dediğim, iş hayatında ve hayallerde olduğu kadar, en belirgin duygular konusunda örneklidir. Cesur insan, duygu konusunda da ne istediğini bilen insandır. Bu yüzden de kalbi herhangi bir güzel an için atmışsa durup beklemeyecek, sadece bir “an” için olsa bile sözünü sakınmayacak, niyetini de saklamayacaktır. Bu yönüyle, hayatı seyreden değil, seyir defterini dolduran olacaktır cesareti seçmiş insan. Evinde oturup duygu taşıdığı insanın habersizliğine rağmen acısını çeken ya da egosuyla burnundan kıl aldırmayan, adım atmadığından bir dakika içine ekilecek mutluluklardan kendini mahrum eden ve dahi kendini mahkum ettiği sessizliğinin içine fışkırttığı sabırsızlıklarla tırnaklarını kemiren insanlardan daha mutlu olacaktır cesareti seçmiş insan. Çünkü ya mutlu bir “an” yaratacak ya da yeni anları yaşayabilmek üzere anı kapatacaktır hiç gocunmadan.

Yine ikisinin en bariz benzerliği her iki özellikteki insanın da “deli” olduğunun düşünülmesidir. Gerçi deli olanın deli olduğunun düşünülmesi doğrudur da, cesur insanların da cesareti bilmeyenlerce deli sanılması pek aşikardır. Tam da bu yüzdendir anlaşılamayışları cesurların. Kimilerine göre, eylemi ya da söylemi fazla gelecek, deli sanılacak ya da tam olarak masaya niyetini açıkça koyduğu halde -şaşırıldığındandır ki- başka gayeler aranacaktır sözünün altında.

Şu an son dediğimden olsa gerek, karşılığını bulamayışlarındaki “canlarının acımayışları” da aynıdır ve fakat maalesef bilinciyle yaşadığı için, cesur insanların karşılık bulamaması hali cesaretsizlere ve hatta deliye göre bile daha “yazık”tır. Ama, bu “yazık” tespitinin karşısına eze eze koyacağım ve söylediğim farkı hatırlatacağım: Cesaretle yaşamak, gerçek anlamda yaşamaktır. Gerçeği ve hayatı yaşayan cesurlara karşı asıl yazık kendi gerçeklerine bile cesur olamayanlara reva olacaktır.

Cesaret ve deliliği harmanlayıp hayatı özgürce yaşayabilmenin sırrını, kendi hayat hikayelerimle de hep anlatmış isem de (çıkacak kitaplarımda diyelim), özünde kendime sözüm şu idi:

Sona gelince, bu yazıyı okuyan birçoğunuz belki gösterdiğiniz evvelki cesaretlerini hatırlayacak. Gerçek bir cesur olup olmadığını sorgulaman için sorularım şudur: Cesaretinde ne umdun, ne buldun ve aldığın nihayette ne oldun? Ha bir de kaç kez cesur oldun? Zira dedim ya, cesur insan gösterdiği cesaretin hazzı ve gücündedir, nihayetinde değil. Nihayetinde aldığı nasibi ve dersidir. Benim Türkçeye aykırı tabirimle “pişmanlıksızlıktır”, en büyük aşktır ve deli bir alışkanlıktır cesaret, bu yüzden öyle bir iki örnekle “cesurum” diyebilecek kadar kolay da değildir.

Deliyle benzer ama deliden ari, delice ve doluca yaşamayı keşfetmektir cesaret…

Betül Yergök /Mentalizasyon

mail: info@mentalizasyon.com

İnstagram/Youtube: @mentalizasyon

Yazının devamı...

Neden Manipüle Edilirsin?

Genelde, insan doğası kendine yönelmiş eylemlerin sadece yöneltilmesi ve yöneltenin istemi üzerine algılarını geliştirir. İnsan bu ya, “manipüle ediliyorum”, “kandırılıyorum” gibi söylemlerle, hep olayın diğer muhatabının eylemleri ve davranışları üzerine kızgınlık, güven kaybı ya da üzüntü yaşar.

Oysa ki bu zamana kadar yazdığım her yazı ve her konuda dediğim gibi, ortada bulunan olaya iyi bakarak, kendinde olan tetikleyiciyi bulmak gerekir. Ha yok mu, o halde manipüle edenin niyetini sorgulama sırası işte o zaman gelir. Elbette ki hiçbir şey tetiklemese de manipülatif insanlarla karşılaşmak da mümkündür zira.

Peki nasıl olur bu tetikleyici durumlar ve manipülasyonlar?

Manipülatif insanlarla karşılaşmış olmayı ayrı tutmakla birlikte, bu yazıda, insanın genel doğasında manipülasyona açık olması ya da maruz kalmasının, zihinsel ve davranışsal tetikleyiciliğine bakmaktır niyetim.

İnsanın, nasıl ki beden sağlığı için gerekli özeni göstermesi ve bunun için sağlıklı beslenmesi yahut iyi uyuması gerekiyorsa; aynı oranda ruhsal sağlığına özen göstermesi beklenir. İşte tam olarak beden sağlığına özensizlikteki gibi, ruhsal gereksinimlerdeki eksikliklerimiz başımıza iş açıyor. Ama ben olayın başka noktasındayım tabi. Hani insan beslenmesine dikkat etmez ama bunun farkındadır ya, “ruhsal açıkların ve eksikliklerin de farkında olmalı” diyorum ben. Tam olarak meydana gelen olay, durum, üzüntü, her ne ise çoğunlukla yapılmayanı yapmanızı istiyorum: “Önce kendinize (1-ruhunuza 2-zihninize) bakın!”

İnsanız ve bu yüzden de hayat hangi yaşta olursak olalım bize hata yapma ihtimali ya da zarar görme ihtimali sunuyor. Ve daha önemlisi, hayat, hep yeniden her yeni gün ya da her yeni yaşta yine “öğren!” diyor. Öğrenmek için ise kitap okur gibi olanları ve en önce kendinizi okumanız gerekiyor. Gerçek anlamda kendinizi ve olanları analiz etmediğiniz her hikayenizde, bir kitabın arka kapağını okuyarak fikir sahip olmak kadar yetersiz kalıyor olursunuz. Ve işte ondan sonra “benim başıma hep bu geliyor” diyorsunuz. Neden mi? Hayat size öğretemediğini öğrenesiniz diye aynı dersi önünüze getirip duruyor.

Mesele temcit pilavında değil onu yiyen sizde yani!

Manipülasyon, zaten etkileme ve yönlendirme anlamına geldiğine göre, anlamını çözümlersek ilk sonucu alırız. Manipülasyon ediliyor iseniz etkileniyor ve yönlendiriliyorsunuzdur yani. “Peki insan nasıl etkilenir ya da yönlendirilir?” sorusunun cevabı basittir: Buna müsait ve meyillisinizdir. Manipülasyon, insanın açığından yakalar ve sızar. Ve bu herkeste farklı nokta da olabilir. Duygusal yönden ya da iş hayatından veya aile bağlarından gibi herhangi bir noktada zaafınız ya da zayıf bir yanınız; yani açık bir kapınız var demektir. Ve niyeti olanı buradan çeker ve manipülasyona uğramanıza siz sebep olursunuz genelde.

Üstelik eğri oturup doğruyu da söylemek gerekirse eğer; bazen karşınızdaki insanın sizi manipüle etmek gibi hırsı ve kastı da olmayabilir. Bu şaheser evrenin inşası gereği, insanların birbirlerinden önce beyin frekansları konuşur. Bağlantı kuran insanlardan birinin zihinsel frekansı, diğerinden frekans bilgilerini ve dahi insanın açıklarını algılar. Biz bunu sanki davranışlarından anlıyor gibi sansak da davranıştan yorum çıkaran da beden değil zihin olduğuna göre söylediğime itibar ediniz:)

İşte bir zihin diğer zihinden bu frekansı aldığında, bilgiyi alanın kasıt ve kötü niyet taşıması gerekmiyor ve bilgiyi alanın zihni (kayıp-kazanç sistemi) kendine şöyle bir not düşüyor: “bu insana dair bir şeyi kaybetmek istemiyor ya da kazanmak istiyorsan şu yoldan gideceksin”. Üstelik bu insanın en ilkel kodu “hayatta kal ve savaş” kodu üzerine gelişiyor. Yani, insan beyni ulaşmak istediği kazançlara ulaşmak için gidilecek yolları belirliyor. Doğru ilerlemesi insanın elinde olmakla birlikte, zaman zaman da işte bu frekansların algısıyla yönlendiriliyor. İşte belki de bu bilgi üzerine kim kimi manipüle ediyor bile diyebiliriz.

Bu yüzden olayların hangi tarafında olursa olsun, mutlaka kendine bakarsa insan, ne manipülasyona açık olur, ne muhatabı olur, ne de olası düşmeyle manipülasyonu uygulayan olur. Çünkü hayat tuzaklarla ve musibete bağlı nasihatlerle yürür, yol boyunca yanı başınızda. Ve en iyi kendi ruhunun cephesinde savaşabilir insan, kendi cephelerini iyi bilince…

Bu yazıdaki öğreti de katiyen “gardınızı alın” değildir. Okuduğumuz ya da yaşadığımız şeyler üzerine sert ve ağır hükümler oluştururuz. Hayır! Tek ve ısrarlı öğreti: “Kendinize bakın!”

Kusurlarınız ve hatalarınız için suçlamayın kendinizi. Bunların da hayatın olasılıkları olduğunu bilin. Kaç yaşına gelirseniz gelin 5 yaşında arkadaşının oyuncağını kıran halinizden farklı değildir ruh gerçeğiniz. Her şey mümkündür yani. Yanlış, hata, yanılgı, vs. Önemli olan iki şey vardır? 1- Niyetin doğru mu? 2- Olandaki payın ve değiştirmen gereken nedir?

Yaşadığımız üzüntüler, uğradığımız manipülasyonlar sonucunda, küsmek, sinmek ya da gardımızı almak değildir doğru olan. Kendimizdeki tetikleyici eksikliği, açığı, fazlayı, nedeni bulmak, maruz kalınan eylemin diğer etkenlerini okumak ve neticesinde dersi alıp revize ettiğimiz halimizi kuşanıp yola devam etmektir doğrusu. Ha bir de, kuşandın diye iki kilometre sonra başka bir olay yaşamayacaksın anlamına da gelmeyecektir bu çaba.

Hayat bir yoldur, yürüdüğünden ilerisini bilmediğin. Ve gördüğün ve bildiğin kadardır son adımın. Her köşede, her hikayede ve her yeni yaşında bir sen eklenecek sana, kabul edebildiğin. İlk düzlüğe kadardır seni kurtaracak son olandan öğrenip değişebildiğin.

Hayat bir yoldur, yürüdüğünde ilerisini bilemediğin. Kendine bakarsan, daha doğru sokaklardan geçtiğin, bakmazsan aynı yollara girdiğin bir çıkmazdır hayat...

Ve unutma doğduğunda şoku atlatasın diye atılan şaplak gibidir çoğu hikaye, ağlamak yerine yaşamayı öğrenmek ve yaşamak gerekir…

Betül Yergök /Mentalizasyon

mail: info@mentalizasyon.com

İnstagram/Youtube: @mentalizasyon

Yazının devamı...

Enerjiyle Neler Başarabilirsin?

Birçok insan, şu enerji konusunu saçma buluyor belki de. Anlıyorum, ben de öyleydim eskiden. Ama gelin size yönetebileceğiniz enerjilerinizle neler yapabileceğinizi, çığır açacak biçimde anlatayım.

Önce zaten adını koymadığınız gerçek örneklerinizi sunayım da biraz daha cezbedeyim sizi:

Şu aklınıza geldiğinde gelen kişinin araması ya da olacak bir şeyin içinize doğmasından bambaşka gerçekler var hayatımızda. Akış sağlamak ve karşılığını almak sihrini vereceğime göre, bu kısmın gerçeklerini görelim.

İnsan ilişkilerinizde, örneğin kimi insanlara çok güvenirsiniz ya da size çok güvenirler. Bu güven konusu, insanların yaydığı enerjiyle mümkündür. Bazı insanlar bütünüyle berraktır ve herkes için güvenilir insan olurlar. Çünkü berrak olmaları ve güven duyulacak dürüstlükte olmaları aynı enerjiyi yayıyordur. Enerjinin yayılmasından kastım ise bunu diğer tarafın alma biçimidir. Yine, aynı şekilde bir insanın enerjisinde şüphe ya da sevgiyi hissetmek de böyledir.

Bir dostunuzun size söylemese de üzgün olduğunu hissetmeniz ya da sizden bir şey saklandığını anlamanız da böyledir. Bu aslında, insan canlısının bir an içinde ve bir bütün içinde karşılaştığı şeyleri süzgeçleme ve özümseme biçiminden gelir. Yani bir insan vardır karşınızda, size bir şeyler anlatıyordur ve siz gözünüzle ona bakar, kulağınızla duyar, kalbinizle hisseder, empati kurar ve zihninizle algılamaya çalışırsınız. Bedeniniz ve zihniniz bunu bir orkestra halinde tahlil eder. Beden ve zihninizin tahlili ise enerjilerin özümsenmesiyle gerçekleşir. Yani karşınızdaki insanın cümleleri kağıtlara yazılıp beyninize bir dosya halinde gönderilmiyor değil mi?

Hatta karşınızda oturan ve bir şeyler anlatan insanın, anlattıklarının aksine bir şey olduğunu misal sözlerinden değil hal ve tavırları, hatta belki enerjisinden anlarsınız (Enerjileri iyi yöneten, aldatıcı kişileri ayrı tutalım tabi). İşte zaten aslında, her ne oluyorsa olan değil, yaydığı enerji sonuç veriyordur. Eşinizin bir yanlışını görmemişsinizdir ama hissediyorsunuzdur bir şeylerin ters gittiğini, soğuduğunu, bağınızın koptuğunu vs. İşte gerçekte görmediğiniz, duymadığınız şeyler de içinize işliyordur. Bazen bunun örneği acı da oluyordur zaman zaman. Örneğin bir adamın ya da kadının sizi sevdiğini düşünmek isteseniz ya da döneceğini hissetmek isteseniz de içinizde bunun olmayacağı hissi vardır ya, işte o gerçek bir enerji akışının verdiği histir ve üzgünüm gerçektir çoğunlukla.

Peki hayatımızda birilerinin yaydığı enerjiyi anlıyorsak ve biz de yayıyorsak, bunu hangi emellerle, hangi biçimde yönetebilir, şekillendirebiliriz?

Anlatacaklarımı elbetteki kötü emellerinize alet etmeyiniz:) İyilikler için kullanılması dileğiyle anlatayım:

Ben çalışmalarıma gün içi ufak tefek denemeler ile başlamıştım. Gün içinde bir pastaneye girmeden önce aşırı mutlu enerji yüklenmiş ve aldığım sonuçlara bakmış; bir diğerinde üzgün, bir başka anda öfkeli, bir başka anda ise aşırı dişil enerji ile hareket etmiştim.

Yüklendiğiniz ve hissettiğiniz enerji kadar karşılığını alırsınız.

Geçenlerde yakın bir arkadaşımın serzenişte bulunması üzerine sordum “gözlerini kapat ve hemen cevap ver, yüzde kaç dişisin?” Hemen %33 demişti. Ona derin bir nefes alıp gözlerini bir daha kapatmasını ve yine bir yüzde söylemesini söyledim. İkinci ya da üçüncü turdu %61 oranına gelmiştik. Daha büyük bir yükseliş sağlamak üzere “gözlerini kapat ve ayaklarından saçlarına kadar hisset, ardından nefes al ve yüzdeni söyle” dediğimde artık %86 idi oranı. Orada bıraktım, fazlası zarar diye:)

Aslında her birimizin normal oranları var her konuda. Bunlar kan değerleri gibi, ortalama oranda kalıyor ve zaman zaman (gıda ya da yaşamsal beslenmeyle orantılı olarak) azalıyor ya da artıyorlar. Eğer istiyor isek istediğimiz enerji oranını ufak hareketlerle yükseltmemiz mümkün oluyor anlayacağınız.

Enerji yükseltmenin sürdürülebilirliği zor olsa da yenilenebilirliği gayet mümkün. O yüzden istediğiniz an istediğiniz enerjiyi yönetebilir, azaltabilir ve yükseltebilirsiniz.

İstediğiniz enerji oranlarını bedeninizde ve ruhunuzda sabitlemenin dışında bir de yönelterek sonuç almak istediğiniz durum ve kişiler olacaktır. İşte onu da yapmanız mümkün olacak ama odaklanarak. Güven vermeyi, sevginizi hissettirmeyi, dişil ya da eril enerjinizi hissettirmeyi, saygı görmeyi vs. sağlayabilirsiniz büyük ölçüde. Bunun için önce, o konu için kendi enerji oranlarınızı yükseltmelisiniz. Kendi enerjinizi yükselttikten sonra bu enerjiyi açtığınızı ve yönlendirdiğinizi hissederek odaklanabilirsiniz bir kişiye doğru, bir duruma ya da bütünüyle evrene yönelik.

Zor değil gerçekten kolay. İşi zorlaştıran yegane şey kişinin kendi enerji oranı düşükken dilekte bulunmasıdır. Örneğin beklediğiniz para hedefine ulaşmak için gözlerinizi kapatıp sorduğunuzda olabilirliği ya da o hedefle uyumunuzu (örnek zenginliği) yüzde ellinin altında hissediyorsanız, paraya dair dilekleriniz elbette ki gerçekleşebilir ama gecikebilir. Bunun için haydi en önce hangi konuda olursak olalım, derin birkaç nefes alıp enerjimizi yükseltelim. Hissetmek için ise yüzdeleri soralım kendimize.

Mesela şimdi:

Yüzde kaç mutlusun?

Yazının devamı...

İlişkilerde Eşleşme ve Uyum

Evlilikler, ilişkiler ya da dostluklar; her neresi için okursanız okuyun, ince ince okuyun derim. Gelin insanların nasıl eşleştiğine, denkleştiğine, karşılaştığına, paylaştığına ve bağlarının koptuğuna ışık tutalım. Neden bu uyumlanma, uyumsuzluk ve kopuş?

Oldukça büyük bir laf etmeliyim: En yakın aile fertlerinin, ananın ya da babanın bile insanın hayatta vadesi, miladı ve misyonu vardır. Onların bile verecekleri ve evladın alacakları bellidir aslında. Bu alışverişteki eksikleri ise hayatın devamında başka hikayelerle yaşatır evren insana.

İnsan öğrenmesi gerekeni öğrenmedikçe, bir sarmal gibi öğretmek üzere gelen aynı hikayelerde yaşar öğrenmesi gerekeni. Tekerleme gibi oldu ama tüm gerçeği içinde taşıyan ve hatta ana fikri bir çırpıda aktaran cümlemdir belki de.

Bir adamı ya da kadını seversin misal, yaptıkların, yapmadıkların ve sana onun yaptıklarıyla yazılır hikaye. Her hikayenin kara kutusunda, her iki taraf için de bir olma nedeni saklıdır.

Peki neden eşleşir insan bir diğeriyle?

Muhteşem bir evren matrisi içinde eşleşmeler oluşur yaşam boyu. Bir yanda ise her insanın zihin matrisi vardır, ve bu da evrenin matrisiyle iletişim halindedir. Biraz ütopik geliyor olabilir ama yeryüzüne ineceğim bekleyin, az biraz bilim kurgu tadında okuyarak sabredin derim.

İşte her birimizin zihin matrisinde alınmamış dersler, reddedişler, kayıp kazanç sistemine yüklenmiş kayıp ve kazanç kodları, mükafat sisteminde istek olarak kaydedilmiş bir mükafat ve dersleri alınan alınmayan anılar vardır ve her biri bir enerji yayar insandan evrene.

Hani “ne istediğine dikkat et” denir ya, sen sadece “sarılarak uyuyacağın bir aşk” dilersin ve işte bu yüzden sarılabildiğin ama mutlu olmadığın insanı koynuna yatırıverir evren. Hiç de suçlayamazsın, sen aynen de öyle demiştin zira. Bu istek gibi isteklerle birlikte, “ben çok emek verdim” gibi negatif kendini suçlamalar beyinde “dersimi almadım” şeklinde kodlar enerjisini yayar. Bir yanda ise kader çizginde ya da evren matrisinde (nasıl okumak istersen) seni tamamlayacak öğrenmeler eksik olarak kayıtlıdır. Ve bir hikayeden insanların farklı öğrenmeyi sağlaması için yollarının kesişmesi sağlanır. Belki de sadece biri öğrenecektir.

Bununla birlikte ayrılık acısı çeken insanlar neden istenmediğini sorgular ve aslında uyumlu olduklarını düşünerek acı çeker. Aslında herkes ya öğrenmesi için bir hikaye yaşar ya da onu tamamlayanla tamamlanırlar.

Bir de bu “tamamlanma uyumlanmasını” izah etmek isterim. Aşk acısı çekenler bilir (az çekmedim ben de :) ), insan karşısındakinin kendisini tamamlayıcısı olarak görmemesinden acı çeker ve onun kendisinin bir diğer yarısı olduğunu düşünerek üzülür. Eğer gittiyse başka bir kadına ve erkeğe, onda ne bulduğu sorusu ise, fırsatı olsa bir şehir insan toplayıp fikir ve cevabını arayacağı bir soru halini alır. Sanki gittiği kadın ya da erkek ondan daha iyidir, daha güzel ya da daha mutlu edicidir. Oysaki durum her zaman öyle değildir.

Belki öğrenmediği bir şeyi öğrenmesi için kesişmiştir yolları, ya da bir diğerine öğretilecek şey için figüran seçilmiştir. Ya da en olabiliri, pozitif ya da negatif bir uyum söz konusudur. İlla daha iyi olmak veya daha güzel olmak zorunda değildir. Sende olandan daha fazlasını bulmuş olması da gerekmiyor yani.

İnsanlar negatif uyumlanma da yaşayabilmektedir sonuç olarak. Örneğin, egolu bir insan aynı oranda eşit biriyle de uyumlu olabilir ya da oldukça pasif bir insanla denge bulabilir. Kaostan beslenen insanlar vardır mesela ve onlar için de en uyumlu insan biçimi aynı şekilde kaostan beslenen insandır. Bazı insanlar bütünüyle yönetilmeye muhtaçtır ve bu aile yetiştirmesinden kaynaklanabilir. Bu halde daha dominant bir partnere ihtiyaç duyacak ve dominant ya da baskıcı bir karakter ile uyumlanabilecektir. Çılgın bir tip mesela, olabildiğince naif biriyle de uyumlanabilir ve bu sırf onun çılgınlığını belirli düzende tutma ihtiyacından kaynaklanabilir. Yani onunla daha keyifli yaşaması değildir eşleşmenin dengesi.

Netice olarak uyumlanmalar ve eşleşmeler ya birinin/ikisinin bir dersi alması için olmuştur ya da pozitif ya da negatif bir uyum söz konusu olduğundan gerçekleşmiştir. Bu yüzden bunun kesin sonucunu bilmeniz imkansızdır. Sadece kendi hayatınızdan gelip geçen insanların size neden geldiğini ve ne öğretmek üzere bu hikayenin yaşandığını, zihninizi zorlayarak bulabilirsiniz. Ve bu bulabildiğiniz cevabınız kadar şanslı olursunuz gelecek hikayelerinizde. Çünkü öğrenmedikçe, yeni olumsuz bir hikaye yaşama ihtimaliniz de vardır. Öğrendikçe tamamlanır ve tamamlandıkça öğretisiz yaşarsınız hayatı. Ama sizin hayatınızdan gelip geçmiş bir insanın, bu hikayeden ne almak üzere hayatınızla kesiştiğini ya da bir diğeriyle neden/nasıl uyumlandığını bilmeniz imkansıza yakındır. Bunu ancak objektif analizle bir uzman yapabilir diyelim. Bu yüzden başkasının hikayelerini, karşınıza çıkan ya da giden, sizi üzen insanların hikayelerini, derslerini, neden gittiklerini ve ne yaşayacaklarını bilme merakınızı çöpe atın.

Siz sadece kendinize bakın

Uzun zaman sonra kendimi aşka açmaya karar verdiğimde, sırf bu korkuyla bir gün boyunca oturup geçmişimi gözden geçirmiştim. Gülmeyin! Gerçekten yaptım bunu. Siz de yapın derim. Neticede sonradan bakınca daha holistik bakar ve atladığım bir ders varsa onu da yüklenirim diye bakmıştım. Ne olur ne olmaz, öğreti uğruna bir teğet hikaye daha istemediğim ve tam olmak istediğimdendi bu.

Sen hangisini istersin geleceğin için? Haydi dönüp bak hikayelerinde öğrenmediğin ne var diye. Ve giden, biten hikayeleri serbest bırakıp, dostlukların ya da aşkların için “doğru” olanı dile. Başkalarının hikayelerinden daha mühim olmalı hikayen!

Betül Yergök /Mentalizasyon

mail: info@mentalizasyon.com

İnstagram/Youtube: @mentalizasyon

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.