SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Her Şeyi Kaybettiren: Ego

Çokça kez yazılmış ve irdelenmiştir “ego” elbetteki. Ben de birçok yazımda hırsa, egoya ve kendini bilmemeye değinip durmuşumdur. Ancak bu kez, gerçekten korkunç seviyeye ulaşan egonun bilinmezliğini ve kaybettirdiklerini bambaşka bir fırtınayla estirmek istedim.

Sona yazılacak ağır sözü başa yazarak başlamak belki daha etkili olacak bu sefer: Egonuz ruhunuzu tamamen sarmış ve sizi ele geçirmişse, artık dostlarınız size karşı sadece “susacaklar”. Asla düzeltmeyecekler ve siz gerçeğinizi duyamayacaksınız.

Benim için çok acı bir noktadır bu esasen. Tersten gidiyoruz madem, anlatalım. Düşünün bir; dost dediğin hata yaptığında uyarır, düştüğünde kaldırır, karıştığında toparlar. Ama egon seni ele geçirmişse ve bunu dostun fark etmişse sana artık hiçbir şey söyleyemeyecektir. Yani bindiğin o yanlış kayıkla, kayalara çarpa çarpa ama anlamaya anlamaya yüzeceksin. Hata yapmamak ve kendini doğruluğun içinde güvende hissetmek isteyen insanlar için, bu gerçeklik bana olduğu gibi ağır gelecek olmalı.

Bakın normal bir egodan yahut ortalamanın biraz üzerine çıkmış egodan bahsetmiyorum. Hatta gelin bir kategoriyi daha ayıralım. İnsanların bazı eksiklikleri ya da kendilerinde eksilen duyguları üzerine egoları zedelenir. Bu zedelenmiş egoları ile de sadece kendilerini vururlar. Yani örnek vermek gerekirse, bir ilişkide terkedilen biri zedelenen egosu yüzünden yeni flörtlerde üstün davranışlar sergileyebilir. Bu spesifik kırılan egoların yansımaları ve arızaları olağan ve geçicidir. Ben burada “Egozede” derken, gerçek anlamda saçından tırnağına, işinden her tülü ilişkisine kadar egosuna bulanmış insandan bahsediyor olacağım.

Egonun ruhu sarmasının hemen ardından insanın doğasında değişkenlikler olur. Her insanın içinde iyi ve kötü bütün detaylar var olduğuna göre değişkenliğinde buralarda olduğunu anlarız. İşte tam da bu nokta da şunu söyleyebiliriz: Ego sarmışsa ruhu, artık kalp kirlenir, zihin bilinçsizce düşmanlaşır ve kötü ne varsa meydana çıkar.

Ne acı ki; Egozede insan ise bu olanların asla farkında değildir. Farkında olmayan bu insanı da kimse fark ettirmeye çalışmaz. Çünkü tam olarak buna da o ego engel koyar artık. Akıl sağlığını yitirmek gibidir, hala akıllı sanması gibidir kaybedenin. Düşünün ki karşınızda çok kötü bir insan var ve kesin olarak iyi olduğundan emin. Üstelik size de iyilik taslıyor. Asla onu kötü olduğuna ikna etmek istemez hatta bunun bahsini bile yapmazsınız. İşte ruhunu egosuna teslim etmiş insan yeryüzünün bu yönüyle en acınası batağına sağlanmıştır.

Egozede insan kaybettiklerini de anlamaz. Kendini kaybetmesi ya da kendi egosunu bilmesi bir yana, hayatta kaybettiklerini de anlamaz. Anlamamakla da kalmaz, yine aynı egosuyla bu kayıpları bambaşka yorumlar. Ne bileyim karşısındaki alınganlık yapmıştır, eziktir, egoludur vs. olan olmayan ne varsa karşısındaki insanlara yükler olumsuzlukları.

Egozede insan en sık ve en çok dostlarını kaybeder. Aile bağları da zayıftır genel olarak. Hayatın olağan akışında, ego bu ya, kendilerini nasıl görüyorlarsa öyle de gösterirler ve bu yüzden yeni tanışmalarda yahut kısa süreli tanışıklıklarda sevilir, beğenilirler. Ruhlarını saran ego o kadar güçlüdür ki; bir süre etrafındakileri de etkisi altına alır ve yaratılmak istenen algıya ulaşılır. Ancak Egozede insan egosuyla kendini iyi satmış olsa da bir süre sonra ona kaybettiren şey de yine aynı egosu olacaktır.

Egozede insan genel olarak etrafındaki çoğu insandan farklı ve üstün olduğunu düşünür. Bu yanlış olsa da bu düşünce sırasında en azından kendi dünyasında sorun yaşamaz. Ancak bu düşünceleri bozulduğunda, yani rekabet duygusunu dürten durumlarda düşen egolarını yükseltmek için zehrini akıtır. Burada akan zehir iki yöne akar; biri kendi ruhuna diğeri yönelttiği insana. İşte egosu zedelendiğinde sevdiklerine ya da onu çok sevenlere (dost, aile, eş…) batırdığı iğne, karşısındaki insanı yaralar ve yaralanan insan da panzehir olarak Egozede insandan kaçar. Böylece akrep gibi kendini zehirleyen Egozede insan, hayatında önemli olan insanları kaybeder.

Egozede insanın bir takım istek ve arzuları için yapması gereken şeyler, egosunu zedeleyebilecek şeyler olur. Bu yüzden bu eylemleri gerçekleştirmez ve reddederler. Arzularını da bunlar için yapılması gerekenleri de reddeder. Ama bazen o kadar arzular ki, (kasıtlı gibi görünse de) artık ruhunu sarmış düşman ego yüzünden, aracı insan bulur. Yani hedefe ulaşması için yapılması gerekenleri sağlayacak birini adeta maşa gibi kullanır. Bunu bazen bilinçli yapsa da zihnine bile yayılmış olan bu ego artık otopilot devrede olduğundan bazı hareketleri de otomatiktir esasen. Manipüle ederek yönlendirme yapar ve basamak olarak kullandığı durum ve kişiler üzerinden hedefe ulaşır. Neticede aile, dost ya da eş gibi yakın değerde olan insanların bunu fark etmesi halinde bu insanlara verdiği şey hayal kırıklığı ve yıkımdır. Kendisi ise bu insanları ve değerini kaybeder. Yine söylüyorum bu olanlara rağmen bunu hiç ama hiç fark etmez ve duymazlar da.

Zihnin kayıp ve kazanç mekanizmasında kazanca ulaşmak için matriste kayıp ihtimalleri de değerlendirilir. Zihin amaca ulaşmak için yapacaklarının “olası kayıp” olması halinde bundan korkar. Ama mükafat sistemi nedeniyle de belli sonuçlara ulaşmak ister. Egozede insanda mükafat koduna konmuş bir isteğe ulaşması için asıl engeli kayıp mekanizmasındaki ego arızasıdır. Bu nedenle de zihin sıkışıp kalır belirli konularda, Egozede insanlarda. Fakat bu kişiler bu sıkışıklığı reelde zihinde olduğundan az hissederler. Kendilerini de manipüle ederek egolarını üst seviyede tutmak gibi bir alışkanlıkları olduğundan, bu durumu da reddederler işte. Normal olsalar en azından yapmaları gerekeni yapıp sonuca bakarak yaşamaları mümkünken, hayatlarını da zorlaştırırlar işte.

Ancak en vahimi bu insanların kendi hayatlarını zorlaştırmaları da değildir; kendinden ve yakın çevresinden kaybettikleridir. Evrene yansıyan en kötü tablo ise “çok çirkin görünürler”. Yani örneğin hayatından giden insanlar sadece küsmezler ya da kırılmazlar. Aksine egosundan zehri yemişlerse nefret ederler Egozede insandan. Üstelik Egozede İnsan kaybettiği insanlardan bu kaybın nedenini de asla duymamıştır ve duymayacaktır.

Egozede insanı egolarının yayıldıkları alandan tanıyabilirsiniz. Sadece iş hayatında ya da kadın-erkek ilişkisinde olan egolar bilinçaltında bir duygusal eksiklikten oluşur ve bu yalnızca ona sorun yaratır. Ama iş hayatına, ailesine, dostluklarına, çevresine, para ya da sosyal yaşam algılarına kadar dağılmış bir ego var ise, işte Egozede insandır karşınızdaki.

Bu yazdıklarım asla bir tespit değildir. Asla herkesin yazdığı gibi psikolojik bir analiz de değildir. Açıkça söylemeliyim ki; (ve sanırım bu bir sorun) etrafımda ve yakınımda bu türden çoktur. İğneyi yemişliğim ve zehri yutmuşluğum da epey çoktur zamanında ve zaman zaman. Bu yüzden, şimdi başa dönüp ince ince tekrar okuyun; çünkü aranızda bu hastalığa yakalanmış insan da çoktur ama haberi yoktur. Ve şahsım adına da söylemeliyim ki; Egozede bir insanın hayatından “susarak çıkmak” da epey yorucudur. Egozede insanla yürümek zordur. Yürümeyin, kazancı az kaybettirdiği ve riski çoktur, bunun ise zaten gereği de yoktur.

Ama ya haberin yoksa ve sen de ruhunu teslim etmişsen? Bu yüzden;

Yalvarın dostlarınıza, var ya da yok siz karar vermeyin. Her ne düşünüyorsanız düşünün, siz yine de dostlarınıza egolarınıza dair size gerçeği söylemeleri için yalvarın.

Yazının devamı...

Aşkın Kanunu Var mı?

Hukukun her şeyiyle bağdaştırırım ben hayatı. Ee bir yanım Avukat bir yanın yaşam sözcüsü olunca. Hep denir de “Aşkın Kanunu” var mı ve hayatın hukuku nedir, bir de benden dinleyin.

Özgürlüklerimiz parsellerimiz gibidir, çubuklarla çevrilip kadastrosu yapılmıştır hani. Müdahale olursa, “men edebiliriz” özgürlük parselimize kastedenleri. Ama yan parseller vardır mesela ailemiz, sevdiklerimiz gibi. Geçit hakkı vardır, elektriğini suyunu senden ona ondan sana geçsin diye. Birleşiktir çizgilerin, bağ vardır çünkü.

İcaba davet vardır ya hani hukukta ama gerçek hayatta da “davete icabet etmek gerekir”; işte öyledir flörtlerimiz, sabırsızlıklarımız ve tüm aceleciliklerimiz. İstediğimizi versin isteriz hayat; o gelsin, sevsin, peşimizden koşsun, af dilesin, alttan alsın. Ama icaba davet etmeyi unuturuz, egomuz ve gururumuz yapıcı olmanın hep engeli olur, yazdığı kanuna uymayan kanunkoyucu oluruz, unuturuz işte vazifeleri.

Bazen tasarlayarak yaşarız; intikam alırız, hırsımızı öfkemizi çıkarır, can yakarız. Üstelik çok sıkı sıkıya azmetmişsek ve hırsa dönüşmüşse mesele, artık evdeki hesap da çarşıya uymayacaktır mesela. Sonu hüsrandır baskılanmış her şeyin. Çünkü istediğin bir şeye veya bir isteğe saldırgan seviyede bağlandıysan ve aksi için hayal kırıklığı olacak kadar tahrik etmişsen kendini o işe, ipin ucu kaçacaktır kesin ve soykırım gibidir kendine suçun, hükmün ise ruhkırım.

Kadınsan mesela, kesin erkeğin iradesini sakatlıyorsundur punduna getirerek. Tespit etmek lazım, adama o sözü söylettiğinde temyiz kudreti yerinde miydi diye? Mutlaka yönlendire yıprata doğallığını bozmuşsundur adamın ya da akli melekelerini titretmişsindir meşruiyetsizce kıskançlık denetiminden. Ha tam bunu demişken, siz erkekler varsa hayatınızda bir kadın, ebediyen adli kontrol gibidir “dişil kontrol” hükmünüz bilirim. Şeklini bilemem, imza mı atarsın şehir dışı yasağı mı vardır, kamusal görevler mi bilemem ama ebediyeti vardır ebediyse varlığınız onu diyebilirim:)

İşe iade gibidir diğer tüm küslüklere kıyasla aşk ya da evlilikte barışmak. Öyle kolay mı “hadi devam” demek. Neredeyse 1 yıllık maaş ödüyorken işveren, gönül verecek olanın barışmak için kaç fırın ekmek yemesi gerektiğini bir de sen düşün. Oysaki daha dün “bir dönse, boynuna atlarım” diyen biz değilmişiz gibi. Deliler gibi acı çeken halimizi unutuverir, egomuzdan vazgeçip iyi halden affetmeyi bilmeyiz velhasıl. Ne kadar güzel olurdu çocuk gibi kalmak. Az önce küsüp birazdan oyun oynarken kendiliğinden barışmak gibi; ne güzel olurdu sakin, egosuz ve masum kalsak!

Aşkın siber suçu boldur kesinlikle, neler gördü bu gözler neler duydu bu kulaklar… Adeta sürekli devriyeye çıkar kıskanç olan. Elinde olsa çip takar evet, her türlü denetimi elinde bulundurmak için. Oysaki ne kadar güzel güvenirdik eskiden. Çağlar hızlı atlayınca demek ki, çağlaya çağlaya büyüttü şüpheyi insan. Ne bileyim, güvenmediğim yerde güvensizliği ispat yerine huzuru seçerdim ben olsam. Story açtı mı, en son kimi ekledi, beğendi-beğenmedi, çevrimiçi oldu yazmadı, görüntülü aramayı açmadı ve dahi telefonu çekmedi… Feyki bol keyfi azdır kripto aşkın, vazgeçin.

İftira gibidir olmadık korkular yaratmak. Ne zaman hangi kanallardan dolaştın da hiçbir gerçekliği olmayan o korkuyu kodladın zihnine kim bilir? Ruha aykırıdır, mesnetsiz korkularla yaşamak! Tek bir tedavisi vardır: İSPATLAMAK! Haydi her biri için kur Mahkemeni, hem davalı ol hem hakim, hem ikna olma hem savun korkunu. İspatlayabilirsen ve ikna edersen kendini, al hükmünü ve korkunu, icraya devam et. Ama yok ikna olmadıysan ispatına, gerçek ve somut hatta yazılı bir delilin yoksa gel sen de artık reddet bu yersiz davayı.

Hata yapmak bir anlık irade sakatlığıdır. Ya karşımızda biri sakatlamıştır irademizi ya da duygu ve isteklerimiz. Her zaman sağlıkla işletmez hayat bu yolu. Kanunları bildiğimiz nasıl farz ediliyorsa ve yine de kanuna aykırı bir eylemimiz olabiliyorsa; kalp de kırabiliriz, kalbimiz de kırılabilir mesela. Hata mümkündür ve bir hükümdeki maddi hata kadar önemsiz de olabilir. Sehven yanlış bir dönem bile yaşamış olabiliriz, bir hata uğruna onca zaman. Ve üstelik suçlamamalıyız kendimizi. Bu yüzden, bir daha aynı hatayı bu bilinçle yapana kadar masumdur zihnin unutma; ve bir seferlik hatadan zihnin yararlanacaktır elbette. Öğretisini almayı bilmeli bu hatanın ve masumiyetle devam etmeli yaşamaya, suçtan ıslah olurcasına.

Kapını bacanı kilitleyip, dikkat etsen de her şeye, yaşadıklarınla bozmamalısın hayatın masumiyet karinesini aslında. Her şeye rağmen güzel günler yaşamaya umudun olmalı ve inanmalı hayatın adaletine de geleceğin hayallerini getireceğine de. “Adaletin olmadığına inandığında adalet zaten yok olur, var deyin, inanın ve sahip çıkın ki yaşasın” derim hep; hayat için de aynıdır direncim yok olduğunu düşündüğün her şey zaten yok olur unutma!

Marka da sensin patentin de sensindir mesela. Kimsenin onayına ihtiyacın yoktur bilmelisin. İlla ki düşüncelerinin onaylanması, giyiminin, davranışının patentini vermeleri gerekmez. Ne yakınındakilerin ne de toplumun yaşadığı gibi yaşamak zorundasındır esasen. Arama yoktur aşkın kanunu! İstediğini düşünebilir, istediğini söyleyebilir ve istediğin bir hayal varsa mutlaka o hayalini gerçekleştirebilirsin. Düşünceler de ruhlar da özgürdür zira. En iyi ben bilirim ruhumu doyasıya delirtmiş ben. Yaşamadım sanmayın, aylar sürdü avukatlık cübbesinin arkasında korkarak hayallerimi görmezden gelişim. Mahlas mı kullansam yüzümü mü gizlesem diye çok dert yandım dostlarıma da, işte bakın misal ben buradayım! Ben nasıl bu hayatta bir dakika sonra ölebileceğimi biliyorken aşka ya da bir hayale susarım!

Susturmayın hayallerinizi ve düşüncelerinizi, birazdan buradan çıkıp gittiğimiz gibidir yaşamak ve yaşamamak sınırı, unutmayın...

Elbirliği ile mülkiyet gibidir “bir olabilmek”. Sevdiklerinle aynı nefesi alabilmeyi, aynı toprağı ekebilmeyi ve kimin ne ekip biçtiğini kefeye koymamayı bilmeli insan. Aşkın kanunu yok ise de, aşkın da hayatın da ortak ve değiştirilemez tek hükmü vardır:

Salt ve Saf Sevebilmeli İnsan!

Betül Yergök /Mentalizasyon

mail: info@mentalizasyon.com

İnstagram/Youtube: @mentalizasyon

Yazının devamı...

Doğru İnsan Olabilme Sanatı

Doğru insan olmak, dürüst olmak değildir sadece. Doğru insan, dürüst olmanın yanında yara almadan yaşayabilme sanatına nail olmuş insandır esasen. Dürüst olmak mayasıdır evet ama, iyiliğine yönelmiş ve yönelecek kötü niyetleri nasıl yöneteceğini de öğrenmişti o.

Kolay değildir doğru insan olmak ve olmuşsanız doğrunuz, kolay olmamıştır bu mertebeye erişme süreciniz evet!

Doğru insan olmak, “su gibi” olmaktır. Suyun önünde duramaz toprak da taş da. Saf ise, berrak ise su, mutlaka çıkacaktır yeryüzüne ve dahi nereye akmak istemişse. Taş çatlayacak, toprak yarılacak, kaya devrilecektir belli ki. Doğru insanın da mutlaka yolu kendi doğrusuna ve mutlak zaferine çıkacaktır.

Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar derler, belki doğrudur. O da doğru ve dürüst olmanın zorluğudur. Ama mesele şudur, o dokuz köyde bu doğrunun yaşaması da zordur. Yani kendi de istemeyecektir kirlenmiş bu dokuz köyde kalmayı. (O kovulmamış, istifa etmiştir belki misali ;) )

Doğru insan olmak, kendine insani sınırları çizmiş olup; kendi düz yolunda gitmektir. Ama bu, asla sabit fikirli olmak da değildir. Doğru insan, her adımında yere sağlam basıp basmadığına da yolun doğru gidip gitmediğine de bastığı yerin başka birinin hakkını gasp edip etmediğine de bakmayı iyi bilecektir.

Doğru insan hayatta en iyi iki şeyi öğrenecektir: 1- yara almamayı 2- kızmamayı

Sükûnetin en yakışanıdır doğru insan. O kadar berraktır ki artık, etrafındaki bulanık maskeleri anında görür ama zaten gördüğünden mütevellittir doğrulukta yemini. Bilir ya zorluğu hani; doğru olamayana da kızmayacak erdemdedir. Doğru olmak zordur, başarabilen mutlu olsa da başaramayan suçlu olmayacaktır ona göre.

İyiler hep kaybeder gibi gelir, kaybettiğini sananlara. Oysaki doğru insan yanlışlardan arınıyordur ve ortada bir kayıp değil temizlik oluyordur. Ha bir kaybeden olacaksa da mutlaka kaybedilen doğru insan oluyordur. Yani doğru insan iseniz, sizi kaybetmiştir kaybetmeye meyletmiş olanlar. Bu yüzden evren, iyi ve doğru insanın hayatından kusar kötüleri ve kötülükleri. E neticede konu kötü ve kötülük olunca temizlikten az evvel doğru insan en doğru haliyle görmüştür kötülüğü bir kere. Ama işte doğru bakmalı insan. Hayatın olağan akışıdır işte, iyi ya da kötü olmak da öyleleriyle karşılaşmak da yaşama dairdir neticede. Sen hiç sabah sildiğin camın öğlen yağmurla çamur olduğunu görmedin mi?

Doğru insan olmak, kimine göre bir varoluş hali olsa da yine de bir “seçimdir” aslında. Doğru insan olmayı seçmeyenlerin bahaneleri hayatın ta kendisi olacaktır her zaman. Onlara göre hayat doğru ve iyi olmayacak kadar zorluyordur insanı ve yaşamanın gereğidir aksine kumar oynamak iyi niyetlerle. Ne diyelim kötü kediler için doğru insan olmak mındardır belki de :)

Doğru insan için yaşam yolunda olan biten her şey hayatın deneyimleri ve öğretileridir. Aşkta kaybetmek, para kaybetmek, yalnız kalmak bile olacaktır elbette. Doğru insanı zorlayan tek sınır, olan bitenler üzerine nakavt olmamaktır. En zoru ve başarılması gerekeni de budur: düşmemek. Her şeyi kabul etmek gamsızlık da değildir zira. Kayıpları olağan görse de sevdiğini kaybettiğinde gözünden yaşı akıtacaktır neticede. Egosu da zedelenecektir, reddedilecektir, hata yapacak ve başarısız da olacaktır mutlak gerçeklikle. Ancak doğru insan için en önemli fark bu olanların akabindeki duruşu ve durumudur aslında.

Doğru insan, zedelenen egosunu başkasının egosunu zedeleyerek toparlamak yerine kendi içinde dönüşümler yaşamayı seçecektir. Mesela süslenecek ya da en kötüsü evinde bir süre melankolik olacaktır. Doğru insan, kendini güçsüz hissettiğinde, daha acınası güçsüzlük içinde yaşayanlara bakarak kedini iyi hissetmeyi yanlış bulacaktır. Güçsüzlüğünü kabul ederek, gücünü toplamak için bireysel olarak ne yapabileceğine bakacaktır mutlaka bir akşam. Tatile gidecek ya da uyuyacaktır günlerce belki. Eylemi de söylemi de şifası da acısı da kendi içinde dolanacaktır yani özetle. Doğru insan, başkaları üzerinden herhangi bir duygu, düşünce varlığını sürdürmeyi seçmeyecektir asla.

Doğru insanda “pişmanlık” az bulursunuz mesela. Yaşadığı her ne varsa, kalbini ya da aklını dinleyerek yaşamışsa eğer, aklına da kalbine de duyduğu saygıdandır olanı olduğu gibi kabullenişi. “O an öyle istemiştir ve öyle olmuştur” hani. Kimse için değil kendi için yaşar ya işte hayatını, kendi bildiğinin karşılıklarını seçmiştir sanki daha doğmadan. Kendi bildiğinde ısrarcı olmak da değildir bu yani. Düşünce ve duygularını sorgulamayı bilir, ancak istekler postacı gibi iki kez tıklatmışsa kalbi ya da zihni, o mektup yerine ulaşacaktır der. Gerekirse bile bile yanlış birine dair aşka düşecek, bile bile sevecek ve bildiği halde aşkın acısını da çekecektir neyse reçetedeki zaman dilimince.

Doğru insan doğruluğun doğrudanlığından cesaret alır ve söyleme sanatları dürüstlüğünden gelir. Duygu ve düşüncelerini bu yüzden doğrudan açıklayabilir, korkusuzca ve belki umarsızca. Ona göre yeşermişse bir duygu ve düşünce, muhatabına aktarmaktır doğru olan yine. Reddedilmek bile kolaydır; kendi doğrusunu yaptı ya, asıl mesele kendindekini ilam etmekti, redde neden üzülsün ve niye?

Doğru insanın kaybetmekten korkacağı ve kaybedeceği tek bir şey vardır, en kök en temel yerde: “doğruluğu” Gücü de duruşu da varoluşu da ondan gelir ya hani ve belki en büyük gururudur, yitirirse yok olacağı tek şey “doğruluktur” hani.

Doğru insanın en büyük duası doğru insanlarla karşılaşmaktır. Zira azdır ve özdür ya serisi türün, bulma lütfuna erişmektir dileği. Yanlışla uğraşmanın zorluğunu en çok doğru insan yaşar neticede. Suyun bulanması ve saflığının bozulması gibidir yanlışın doğru insanın sükûnetini bulandırması. Kızmasa, sakin olsa da, bünyesinin ağır algınlığıdır soğuk misali “yanlışı”.

Berrak olmanız dileğiyle…

Betül Yergök /Mentalizasyon

mail: info@mentalizasyon.com

İnstagram/Youtube: @mentalizasyon

Yazının devamı...

Beyninizdeki Sizi Değiştirin

Beyin fırtınası yapmak istediğim bu yazıyı, beynimde yazıp klavyeyle buluşturmakta zorlandım aslında.

Temel sorumu sorarak ve düşünmenizi isteyerek başlamak istiyorum. Sorum şu:

Derinlemesine düşünün, hayatınızı baştan yazacaksınız ve sadece 3 şey aynı kalacak. Bunlar neler olurdu ve geri kalan değişimler neler olurdu?

Basit bir soru gibi düşünmeyin ve basit düşünmeyin lütfen. Bütün detaylarıyla yazacaksınız “yeni sizin” hayali yaşam senaryosunu. Fakat 3 şey aynı kalacak. Bu üç şey, insan, iş, yer ya da bir karakter özelliği olabilir. Bu 3 şeyi seçerken de titiz olun, iyi düşünün. Yazının devamını okumadan önce, 2 dakika buna odaklanarak düşünmenizi tavsiye edeceğim. Aynı kalacak 3 şey dışında, nasıl bir insan olurdunuz? Fiziksel özellikler (saçtan, boya…), yaşadığınız yer, yaptığınız iş, hayatınızdaki insanlar, hobileriniz, aşırılıklarınız, sakinlikleriniz, çılgınlıklarınız, yaptıklarınız ve o an için daha yapmayı hedefleyen haliniz…

Bunu düşünürken iyi odaklanın ve saydığınız detayları unutmayın, kullanacağız. Gelelim bu düşünceden nereye varmak istediğimize:

“Akışta olmak” diye kullanılan bir tarif var biliyorsunuz. Akışta ve olağan olmak iyidir, stabil tutar insanı. Ama aynı hal süreklilik arz ederse, hep anlattığım gibi bir otopilot yaşam oluşur. Değişkenliklerinizi ya da değişmesi gerekenlerinizi görmezsiniz. Hayallerinizi ve daha doğrusu şu andan başka hangi halde, şimdikinden daha mutlu olacağınızı göremezsiniz. Bunun nedeni otopilot yaşamak ve kendinize dışardan bakmamak ve içerden de duymamaktır ruhunuzu.

Beyniniz doğumunuzdan şu an geldiğiniz yaşa kadar, örümcek ağı ya da matris olarak hayal edin, anılar ve kayıtlarla örülür. Beyindeki nöronlar birbirleriyle bağ kurar ve diğer nöronlarla birleşir. Böylece, anılarınız beyninize tasniflenerek işlenir. Bazıları zamanla silinir ve bazıları kalır ama önemli olan gördükleriniz, yaşadıklarınız ve deneyimlerinizin hepsinden beynin bir yaşam stili çizmiş olmasıdır. O, sizin içinde bulunduğunuz her durum ve yaşadığınız anı üzerine sizin bir anlık komutlarınızı alarak bir “siz” inşa eder. Ona göre “siz şöyle şöyle yaşıyor ve böyle böyle şeyler istiyorsunuz” söz konusudur artık. Mesela kırsal ve muhafazakar bir yerde yaşamış olsanız da ilerleyen yaşlarda daha tersi bir yaşam şekline geçmişsinizdir. Bunun nedeni, o ortamda tam da o anlarda başka bir şekilde yaşama arzunuzla verdiğiniz komutlardır. Bazıları ise, o ortamın aksi ya da bir değişik haliyle ilgili (yukarıda sorduğumuz soru gibi) bir değerlendirme yapmamış, bu olmayınca herhangi bir değişim komutu oluşmamıştır ve o hala aynı yaşam stilini sürdürüyordur.

Buradan çıkaracağımız sonuç şudur: 1- Yaşadığımız ortam, olaylar 2- bunlar üzerine tepkimiz beynimizi bize dair bir fikir sahibi yapmaktadır. Beynimiz, bu “olanlar” ve “tepkiniz” üzerine de bir “rutin siz” belirler. Aksi olunca Amigdala kaçakları olur, duygusal karmaşaya düşersiniz ve o ise sizi sürekli aksinden korumaya çalışır. Üstelik olan bitene sağlıklı bir kodlama yapmadıysanız da başıboş bıraktığınız içsel dürtü ve tepkinizin, beyninize size dair nasıl bir yanlış fikir vereceği ise şansa kalmıştır.

İşte bu yüzden insanın başı “beyin”, her şeyin başı “beyin” ama onun başı da sizsiniz. Önünüzde ise bir tek kırmızı buton var: “değiştir”

Sorduğum soruda kalmasını seçtiğiniz 3 şey, sizin asla vazgeçemeyeceğiniz temel taşlarınız. Bunların değişkenliğini sorgular mıyız bilemem ama önce değişenlere bakalım. Hangi gelen yaratımlarda değişik duygular hissettiniz ve mutlu oldunuz? Hiç aklınıza gelmemiş olan bir hayal oldu mu? Sizi hangi değişim şaşırttı? Ben aslında bu tür sorulara dümdüz ezber cevaplar vermenizdense, sessizce oturup gerçek arzuların kulağınıza fısıldamasını beklemenizi doğru buluyorum. Çünkü bu halde şaşıracağınız daha çok ve daha önemli veriler elde edeceksiniz. Şimdi yarattığınız siz ile mevcut sizi bir kıyasa tabi tutmanızı ve “keşke” diyebileceklerinizi seçmenizi istiyorum. Bunlar sizin gerçek arzularınız ve şu an bulunduğunuz yaşam biçimindeki memnuniyetsiz noktalarınızı verecek.

Tam olarak üç gün önce bu soruyu sorduğumda seve seve hayatımın neredeyse tamamını radikal bir değişimle sahnelemiştim. Üç şeyi seçmenin ardından, yazdığım “yeni ben”, inanılmaz derecede beni mutlu hissettirmişti. Ancak mevcudiyetimle kıyaslayınca da mevcut halimde bazı konularda ne derece bunaldığımı, neleri düzeltmek istediğimi fark etmiştim. Bir deneme sürüşünden sonra, arabayı bırakıp koşmanın daha güzel olduğunu hissetmek ve hızlıca koşmak gibiydi ertesi günüm. Kolları sıvayarak hemen eşleştirme ve eleştirmelerimin üzerine düğmeye basmıştım.

Şimdi çoğunuzun yanlış yaptığı (ah ne kadar uzman biriyim ki benim az yaptığım :) ) şeyi söylüyorum: Hayatlarından sıkılan insanlar çok büyük radikal değişimlere aç yaşarlar. Ancak bu radikal değişimi yapanların sayısı ise parmaklarla sayılacak kadar da azdır hani. Çünkü çok büyük bir adımdır ve atmak zordur. Yanlışlarımızdan dönmek, hayatımızı değiştirmek, seçimleri bütünüyle başkalaştırmak çok zordur. O yüzden yukarıda sorduğum soruya belki de sınır koyduğum için, hepsini aynı yapamamış olsanız da aynıya yakın yazmışsınızdır kendinizi. Sarışınsanız, bu sefer de kumral yazmışsınızdır saçlarınızı belki. Çok büyük değişim saydıklarınız da belki bir sahil kasabasında yaşamak, dünyayı gezmek ve bir şarkıcı olmak olmuştur, klişelerin tacını takarcasına. Gerçek arzunuzu arasak da gerçek arzu satır aralarında saklıdır. Sarışın iseniz yeni sizi esmer olarak yazmış olmanız, halinizden memnun olmadığınızı göstermeyecekti ve aslında sadece değişime ve devrimlere ne kadar açık olduğunuzu bulabilmeniz içindi.

Şimdi yavaştan yazdığınız sizi yeniden yazmaya başladığınızı duyar gibiyim ve hiç şikayetçi değilim. Devam edin derim :)

Ne diyorduk? Büyük adımlar her zaman atılması zor adımlardır. Doğru yöntem, doğru yolu belirlemek ve ufaktan başlamaktır. O yolu giderken belki bir anda sonuca varılacaktır ama, bir anda sonuca varmak üzere değil, “o olmak” üzere yola çıkmak gerekir; yol ne kadar uzun ya da kısa ve netice ne ise o olmak üzre…

Beyninizi yıllardır aynı otopilota alıştırmışken, yarattığınız değişimleri yaşamaya başlasanız da bir anlık durağan ve rutininizde istenmeyen tüyler gibi istenmeyen durumlar yeniden belirmeye de başlayabilecektir. Örneğin fedakarlık yapmaktan vazgeçer ve bunu uzun bir süre deneyimler ve hatta böyle olmaya alışmış bile olabilirsiniz. Sonra zaman gelir son dönemlerde çok rutin ve akışta yaşarken, aynı fedakarlıkları yaptığınız için “aynı yerden darbe yemek” dediğiniz türden sıkıntıya düşmüşsünüzdür.

İşte sağlıklı olan şudur:

Bilgisayar günceller gibi zaman zaman kendine dönüp bakmak

Değişim/güncelleme planları yapmak

Doğru yolu belirlemek ve sadece “başlamak” (“öyle oldum” değil, “o olacağım” ya da güncelleme zaman ve modu belirlemek)

Alışmak

Fire verildiğinde normal sayıp yeniden resetlenerek değişimi yenilemek (bilgisayarı yeniden açmak kadar olağan bir durum ve basit bir eylem)

Beyninizi neye alıştırırsanız onu yaşatmasını sağlarsınız kendinize. Sizi siz değil, sizin doğru ya da yanlış kod ve talimatlar (titreşimler) yüklediğiniz beyniniz yönetir. Dolaylı olarak sizi yöneten sizsiniz ama dolaylı olan her şey doğrudan olana kıyasla ara geçişler nedeniyle hata verebilir, bunu da bilesiniz.

Ne demiştik? İnsanın başı “beyin”, her şeyin başı “beyin” ama onun başı da sizsiniz. Önünüze ise bir tek kırmızı buton verilmiştir, o da: “değiştir”

Yazının devamı...

Aşk ve Özgürlük

Hepimiz aşka dair en önce aşkın kendisini diler ve bizi bulmasını isteriz.

Peki ne kadar özgürüz ya da özgürlüğü bu aşk duygusunun neresine oturturuz en doğru ve en yanlış haliyle!

Özgürlüğü, bir aşkın kendisinden bile, daha mı üstün kılarız? Yani bir aşktan daha büyük bir aşkla mı bağlıyız özgürlüğe?

Ana rahminden dünyaya düşme biçimimiz aşka düşmek gibidir; öyle kutsal, öyle derin. En büyük özgürlüğü o ilk nefes alışımızda tadarız. Yaradanın bizi yaratmak üzere kapattığı ve büyüttüğü o rahim dünyasından tonlarca büyük bir dünyada gözlerimizi kırpıştırıp, nefes alıp ve hatta sesimize kendimizin bile şaşıracağı kadar bağırarak ağladığımız o ilk doğum anımız en büyük özgürlüğü yaşadığımız andır. Tam da bu yüzden yaşam boyu en az bir kere doğum anında bu denli büyük bir özgürlüğü tatmış bir birey olarak özgürlük hissimize karşılık da onu koyarız. Yine tam da bu nedenle hiçbir zaman bu denlisini bulamayacağımızı kavrayamadan arayışlarla ömrü geçirir gideriz.

Tam ömür aynı özgürlük hissini bulmak üzere tüketilmişken de bu koca rahme düşerken aldığımız özgürlük hazzının en yaşlı dünyamızda ana rahmi kadar küçük tabutlarla toprağın altına konulmakla eş tutar ve böylece doğum ve ölüm anı kadar başka bir özgürlüğün olmadığını ömrün son tahtında anlar ve o gerçekle bu dünyadan göçer gideriz.

Ana rahminden bu koca dünya rahmine düştüğümüz o ilk özgürlük anından sonrasında nasıl da kısıtlı özgür bir yaşama girdiğimizi de unutuveririz. Kordonumuzun kesilmesi, popomuza şaplak atılması, ayaklarımızdan tutulup tersten aşağı soğuk su dökülmesi ve ne zaman yiyeceğimize, ne zaman uyuyacağımıza karar verilmesi, o ceninden bireye geçtiğimiz çokça değil bir gün içinde bile gerçeği anlatıyordu. Evet o doktor gibi popomuza şaplak atacak hainler olacaktı, kordonumuzu kesecek sevdalılar, ayaklarımızdan ters tutan bir dünya ve öylece yukardan aşağı soğuk su dökülürcesine gerçekler olacaktı bir ömürde. Kapitalist dünyanın ritüeli gibi ne zaman uyuyacağımız ve yiyeceğimiz de az biraz özgür seçimlerimiz kadar özgürleşebilmiş kodlamalarla sürünecekti dizlerinden zamanın yolunda.

Hal böyleyken özgür değildik ve asla tam olarak özgür olmayacaktık, doğduğumuz an ve öldüğümüz an dışında. Buna bir an daha ekleyebiliyordum aslında ben. Zaman zaman ışıkları kapatıp, bir mum yakıp, gözlerimi bir bant ile bağlayıp bağdaş kurduğumda önce beş dakika zihnimi dondurup, kendimi ana rahmine sıkıştırıp bir dünya ve özgürlük hayal ediyordum. Sadece hayal! İşte bütün gerçekliklerden ve olağanlıktan uzak o yaratım dakikalarında yaşamadıkça anlayamayacağınız bir özgürlüğü yaşıyordum. O yüzden, tüm rasyonel yaşam biçiminde imkansız olan özgürlük sözde olduğu gibi özde de düşüncede vücut bulabiliyordu. Ama bunu salt bir düşünce özgürlüğü ile kısıtlamayalım.

Özgürlük imkanlar ve fiiller kıstasında sürekli hissedilemez. Bireyin bir eylemi gerçekleştirme imkanından da öte önce onu yapmayı arzulayacak ve ona ulaşmayı özgür kılacak bir zihninin olması lazımdır. Yani önce bireyin zihni özgür olmalı ya da özgürlük için gereksinimlerini idrak edebiliyor olmalıdır.

Aşk ve özgürlük kelimelerine insanların can verip ondan bir şey bekler hale geldiklerini gördüm. Yani aşk ve özgürlüğü nesneleştirdiler. Oysaki onlar hiçbir zaman nesne olamayacaklardı. Aşk kalben, özgürlük ise zihnen var edilebilecek soyut ve muhteşem hislerdi.

Yani bir aşk kalıbı yoksa özgürlük kalıbı da yoktu. Kimine göre aşk, sadece sarılmak kimine göre ise tutkudan deliye dönmekse, kimine göre özgürlük de sadece dilediğinde koşabilmek kimine göre en deli haliyle sokakta dans edebilmektir. Belki de özgürlük bu yeryüzünde iyi olmayı seçebilmek, uyuyabilmek, bir uçtan bir uca dünya gezegenini dolaşabilmektir.

Kendimize yarattığımız özgürlüğün mutlak surette yine de bir sınırı vardı ve sınırsız biçilmiş bir özgürlük yoktu aslında. Özgürlüğün sınırları bir diğerinin özgürlüğünün sınırına kadar değildi tam da. Kimi zaman kesişmeler dahilinde de özgürlük sınırı iç içe geçmiş halde devam edebilirdi. Bunun için kesişmeleri büyük ve sınırları en geniş özgürlüğe kavuşabilmenin yolu sözcüklerdi, iletişimdi, zihin temasıydı. Yani insanlar konuşarak sınırlarını koruyabilir ve aynı zamanda genişletebilirdi.

Özgürlük diye benimsediğimiz isteklerimizi masada müşterek sınırlar dahiline sokabildikçe karşılıklı bu alanları geniş ve güzel tutabilirdik aslında. Ama öyle miyiz? Hayır!

Aşkın tam kendisinin de özgür olması nasıl olurdu? Üzerine oldukça bilimsel düşünmek gerekir sanırım. Aşkı bir nesne gibi görsek, özgürlüğü nasıl olurdu? Öyle el etmeden bıraksan kurur, donar, erir ve belki yok olurdu. Bir can versen, doğanın her canlısı için geçerli özgürlük sınırları içinde tam bir özgürlüğü kendi kendine bulamazdı, üstelik iki uçlu kordonla sarmalanmışken tam da. O halde aşkın kendisi de özgür olamazdı. Aşk, sınırlı özgür sahiplerince ancak sınırsız özgür anları yaşatmak ve sınırlarını olabildiğince zorlamak üzere yaratılabilirdi belki de!

Peki bir aşkta özgürlük nerde olmalı? Kişilerde mi? Aşkın tam da kendisinde mi? Ben bunu şöyle açıklardım: Bir aşk taraflarınca yaratılır, var edilir ve öldürülür. O halde tanrısal bir güç ile iki kişi bir aşk yaratıyor isek, dünyanın doğum ve ölüm özgürlüğünden birini seçer ve doğum özgürlüğünü uygulamayı yeğlerdim.

Bunun için de önce aşkı anarahminde yani gönül bağlarımızın tam ortasında ufacık fanus içinde koruyarak yaratmamızı, besleyip büyütmemizi seçerdim. Bu da öyle yavaş, öyle derin. Ardından daha özgür olası gelmişse aşkın ve suyu gelmişse rahmin, kordonuyla dünyaya düşürürdük öyle ağlayarak ve korkardık kordonun kesilmesinden ve tokadı yemekten ve belki de artık o özgürlüğü en dolusuyla yaşamışken.

Oradan sonra aşkın özgürlük savaşında ölmesini istemiyorsak ve hala, o zaman da hayale yatırırdık her gün ve her zaman biriminde ve ne kadar, nereye, nasıl varacaksa artık...

Çünkü yaşamak gibidir aşk ve özgürlük gibidir sevmek…

Çünkü zamanı tutamadığımız ve zamanımızı bilemediğimiz bir nefes alışa tutkuyla bakabilmektir özgürlüğe aşık olmak…

Çünkü zihne öğretilen özgürlük ile kalpte özgür bırakılan aşk ile güzeldi yaşamak!

Betül Yergök /Mentalizasyon

mail: info@mentalizasyon.com

İnstagram/Youtube: @mentalizasyon

Yazının devamı...

Gerçekliğimiz ve İsteklerimiz

Bazen herhangi bir konuda herhangi bir şeyin olmasını sadece isteriz. Peki gerçekliğimiz nedir?

Aşkı kalemiyle yaşayan ve yaşatan bu kadın olarak, zihnin istekleri ve gerçekleri de en iyi aşkın içinden örneklerle anlatmayı seçerim. Sizler elbetteki başka konular için de aynı tahlili bu yazı üzerinden yapabilirsiniz.

Bir ilişkimiz olsun ya da olmasın, varsa olanın kıyas ve analizi konusunda; yok ise de zaten aşkın bizzat gelmesi konusunda vizyonlar, tarifler ve beklentiler oluştururuz. Bu istekleri evrenin nasıl anladığı başka bir yazımın konusu olacak ama ben zihnin yarattığı tarif ile kişinin gerçekliği arasındaki uyum ve uyumsuzluk, neticede oluşan mutsuzluklar ve olması gereken değişimleri ele almak istedim esasen bu yazıda.

Örnekleyerek girelim. Bir ilişkimiz yokken, aşka dair hayaller kurar, hayalleri de beklentiye dönüştürürüz. Dizi ve filmlerdeki gibi aniden masadan bizi kaldırıp dans etmeli, romantik sözler söylemeli, hediyeler almalı, tutkuyla öpmeli, şarkılara ve dahi hayata bizden sebep anlamlar yüklemelidir. Hikayeye göre, kesinlikle aşkın tanrıçası veya tanrısı olmalıyız. Beklentilerin ana temaları ise huzur, konfor ve tutku üzerinedir ve geri kalan teferruatlar bunların üzerine inşa olur. Sadakat, sevgi vs huzurun, maddi ve manevi rahatlık konforun, aşkın yaşanılası her bir hücresi ise tutkunun detayını oluşturur.

Buraya kadar herkesin bildiğini anlatıyor gibi gelmiş olabilir ama şaşırtmayı severim bilirsiniz. Haydi şimdi zihin sondajına girelim.

Hepimizin bir yaşam biçimi, sosyal olguları, aile gelenekleri, alışkanlıkları ve özgürlükleri var. Bu yapılara ilişkin sorular, ya alanların ihlalinde ya da daha çok aile içinde meydana gelir. Genelde de yakın alanların, daha doğrusu birleşen çemberlerin birleşim yerlerinde pürüzler çıkar. Ama biliriz ki bunların hepsi bize dairdir ve bizi biz yapan şeydir.

Bu bizim gerçekliğimizdir. Bu gerçekliğe eklemeler de yapabiliriz. Çok duygusal değilizdir ya da çok iletişimli; sabırsız biriyizdir ya da çok evcimen; tatil yapmayı çok severiz ya da eğlenmeyi; veyahut sosyalleşmeyi pek sevmeyiz...

Bir de beklenti haline gelen hayal ve isteklerimiz nasıl oluşur, onu ayrı belirtelim: Zihin yaşadıkları kayıtlar ve konuşmalar arasında komut sanıp aldığı talimatlar doğrultusunda bizim nasıl mutlu olacağımıza dair bir olasılık yaratır. “Çok tutkulu biriyle mutlu olabilirim” der mesela. Tam burada koca bir “Tüh!” demek istiyorum. Çünkü zihin çoktan inanmıştır buna ve çoktan sizi de inandırmıştır bu oluşuma. Artık siz de böyle biriyle mutlu olacağınıza inanırsınız, bunu hayal eder, bekler hale gelirsiniz.

Ama bu oluşumlar sizin gerçekliklerinizle ne kadar uygundur? Hep derim “zihnin yarattığı her şeyi bir daha sorgulamak gerekir.” Hele ki yaş ilerledikçe, zihnin yaşanmışlıklar üzerine yanlış algı ve oluşumları yaratması ihtimal dahilindedir. Bu sebeple zihnen yahut fikren diyelim, beklenti ya da inanış haline getirdiğiniz şeyleri her zaman yeniden yeniden sorgulamalısınız.

Gerçekten öyle mi gerçekliğim?

Örneğin: Ben ne kadar uygunum hayal ettiğim insana veya o bana? Bu eşleşme gerçekten mutluluk verir mi? O halde en kök arzum nedir?

Beklentilerimiz dışarıdan bize yönelmesini istediğimiz ilk ya da olağan bir eylemdir. Bu eylemin sürekliliğini ya da paylaşımın devamlılığını kurgulamayız çoğunlukla. Sevgilimiz romantik olsun isteriz ama romantizm bazen melankolik de gelebilir. Ya da biz romantik değilizdir. Gerçekte bir erkeği romantik sevmeyebiliriz. Bir kadının romantizmi fazla bağlılık gibi geliyor olabilir. Beklenti ya da istek haline getirdiğimiz konuda gerçekten biz nasıl biriyiz ve bu isteğin gerçekleşmesinin devamlılığında ne kadar mutlu olabiliriz, en önce bunu bilmek lazımdır.

Mesela iletişimi iyi biri değilsinizdir; iyi değil derken, çok sık iletişim kuran bir yapınız yoktur. Ama zihniniz “hep arayıp sorsun” demiştir ya hani, hadi diyelim oldu, siz aynı iletişimi sürdürebilecek misiniz? “Öyle sarılsın, hiç ayrılmayalım” demiştir zihniniz; ama kendi bireyselliğinize fazla düşkünsünüzdür ya gerçekte mesela, bu çağırdığınız özellikte biriyle bu ilişkiyi sürdürme ihtimaliniz ne kadardır sorarım?

Bir dizide ufak bir senaryoya atıf yapalım tam yeri gelmişken: erkek oyuncu sevdiği kadının sevgisinden emin değildir, güvenmek ister ve kadına “sen benim için ne cesareti gösterirsin ki, herkesin içinde beni sevdiğini bile söylemezsin” benzeri söylemlerde bulunur. Kadın özür dilemek ve sevdiği adamı kazanmak için bir meydanda sevdiğini söyleyerek bağırmaya başlar ve hatta TV röportajı yapılan yere gidip tüm Türkiye’nin duyacağı şekilde mikrofonu alıp bir daha aşkını ilan eder. Erkek çok utanır, hiç sevmediği bir davranıştır aslında. İşte bu örnekteki gibi beklentilerimiz gerçekliğimizle alakasızdır çoğunlukla.

Bazen de “beni sadece sevsin” deriz ama daha dostlarımızın ya da ailemizin bile yalın sevgisiyle yetinmeyen, ilgi ve sık görüşmeyi seven biriyizdir belki de. Demek ki gerçeğimiz “sadece sevgi” ile yetinmeye uygun değildir. Bu istek ile gerçeğimiz de uyumsuzdur ve buna göre çıkılmış her yolun sonu hüsrandır.

Gerçekten maço bir erkekle uzun süre olabilir misin, fazla romantizm beklentisi olan bir kadına uzun süre karşılık verebilir misin gibi sürdürülebilir gerçekliği sorgulamak gerekir.

Bunun için istekler ve gerçekleri tüm çıplaklığı ile analiz etmek gerekir. Hatta bunu değişken tüm zihin ve zamanlarda tekrar tekrar sorgulamak bile gerekir. Yaşımıza göre değişkenlik gösterdiği gibi ruh halimize göre değişkenlik gösterir hayattan taleplerimiz.

Daha dün öyle salaş bir ilişkiyle zaman geçirmeyi düşünmüş olabilir insan. Ve fakat dünkü “kendini salma arzusu” bugün yerine neredeyse evlilik isteğini, yarın tutkulu bir aşkı bırakabilir. Yani değişkenlikleri de izlemek, normal saymak ama analizlerle de kontrolü sağlamak gerekir.

Buradaki yanlış istekler, yanlış hayaller ve yanlış seçimler hep “kendini tam olarak bilmemek/tanımamak” nedenine dayanır aslında. Bazen de tutkuyla bağlanan isteklere ya da kişilere göre değişebileceğini düşünür insan. Ama bütün bu ihtimalleri bir kenara bırakıp, çok uzun süre için belirlenen isteğin gerçekleşmesi halinde sürdürebilir olmayı seçmek gerekir.

Bunun içinde mutlak ve değişmez gerçekliğimizi bilmek gerekir.

Yazının devamı...

Korkular, Kaygılar ve Fobiler

Kendine yarattığın kaygıları, korkuları düşün; ondan daha niceleri var.

Yürürken düşmekten korkarsın, belki bu hayatta hangi yolu yürüdüğünü bile bilmiyorken... En masum hayvanlardan korkarsın, hem de onlar senin ondan korkmandan daha çok senden korkuyorken… Para kaybetmekten korkarsın, oysaki parayı yanında götüremeyeceğin bir son veya yaşarken tadına bile varamayacağın yoksunluklar varken...

Mutsuz olmaktan korkarsın ama aslında mutluluk olasılıkları yaratmak ve ona doğru koşmak yerine, mutsuzluk imkanlarını tekrar tekrar zihninde canlandırırken hem de... Başarısız olmaktır en büyük takıntın ya, en azından bir gün daha yaşamayı ve bir tebessüm etmeyi bile başarmaktan tat almayı bilemeyecek kadar...

Eleştiriden korkar, ilişkiden kaçarsın, hayatını değiştirmekten korkarsın, şu an her ne içindeysen bu alanda kalmayı seçersin. Adrenalin ve dopamin dolu aktiviteler fobidir senin için, daha hiç deneyimlememişken…

Çoğunlukla bugünün işini yarına bırakmazsın ama bugünü yaşamayı yarına bırakırsın ya, işte yarın hala yaşıyor olacağından emin olmana hayran kalırım.

Bütün fobiler, korku ve kaygıların nedeni, senin bir zamanlar bir durum karşısında olgunlaşmamış zihin yapınla, gerçek olmayan tanımlamalar yapman veya başkalarının hikayelerini yanlış bir biçimde kendine almandan kaynaklanıyor. Her zaman dediğim gibi, bir kod ya da yanlış durum kişinin kendi içsel sebepleri ya da dış etkenler üzerine olmak üzere iki durumda ortaya çıkar. Üstelik korku, kaygı ve fobilerin yer etmesi sadece çocuk yaşlara da dayanmaz; bugün şu an, yarınları sana zehir edecek bir kodu yaratıyor bile olabilirsin.

Basit birkaç örnek üzerinden açıklayayım. Hayvanlara karşı gelişen korkular küçükken karşılaştığımız durumlar üzerine gelişiyor. Zihne kodlanan bu durum, daha küçük bedenimizin normal olarak korkması üzerinedir. Bu sebeple bu tarz korkularla ilgili zihne ispat sorusu yükleyerek o kodu kırmak uygun yöntemdir. Gerçekten korkmak için haklı bir neden olup olmadığının cevabına bakınca, o korkunun yersiz olduğu ortaya çıkıyor.

Başkalarının yaşadığı ilişkilerdeki aldatmalar ya da şiddet, geçimsizlik hallerini görerek ilişkilerden ya da evlilikten korkmak da böyledir. Kıtlık bilinci de geçmişte ya da yakın zamanda geçirilen mali krizler üzerine yerleşir. En basiti bir dönem işsiz kalmışsan, çalıştığın yerden memnun olmasan bile işten ayrılmaktan korkarsın.

Nedenini bilemeyebilirsin düşmekten korkmanın, arabanın hızlı gitmesinden yahut motosikletten korkmanın; ama zihnin ya daha önce yaşadığın fiziksel benzer bir durumu yaşaman ya da örneğin denge hassasiyeti yaşamış olman benzerliği üzerine gelişmiştir.

Zihin “hayatta kal” kodu ve buna karşılık ya da harici bir biçimde “güvenli ortam” arayışında olur. Bu durumda da yerleştirilen güvensizlik algısı korkuya, kaygıya dönüşür. Bu yüzden arabayla hafif hızda gitmekten ya da motosiklete binmekten korkmak güvensizlik hissi veriyordur.

Uzun yıllar yaşamamış olsan da 35 yaşında ilişkilerde güvensizlik problemi yaşamaya başlamış olabilirsin. Üstelik buna done olacak çok şey yaşamamış olsan da, zihnin bir önceki ilişkin ya da çevrendeki bir ilişkiden bu anlamı çıkarmış ve kendini kod olarak yerleştirmiş olabilir. Bir danışanım gerçekten somut bir tane bile örneği olmadığı halde biten ilişkileri yüzünden ilişkilere güvensiz bakıyordu. İlişkiyi bitiren kendisiydi ve çok beğenmediği için bitirmişti. Karşı tarafın güvensizlik verdiği hiçbir eylemi de yoktu, en ufacık bile. Ama ya daha evvel bu kodu yerleştirmişti ya da bir ilişkiye yüklediği anlamlar çok yüksekti ve kaygıya dönüşmüştü. Kaygı kendini beslemiş, aynı yerden ilişkiyi vurmuş ve üstelik orada artık bir sonraki ilişkilerine yansıyacak bir güvensizlik koduna evrilmişti.

Başarısız olma kaygısı da başarı ya da başarısızlığın karşısına yüklenen anlamla birlikte kod haline gelir. İnsan ya başarılı olduğunda sevildiğini düşünmüş ya da başarısız olmayı gülünç olmak gibi bir negatif anlamla taçlandırmıştır. Mükafat ya da kayıp sisteminde yüklediği bu anlamlar üzerine başarısız olmaktan dehşet korkar hale gelmiştir insan.

Birçoğunuzda vardır yönetme takıntısı. İşler hep kontrolünde olsun istersin. Kontrolü elinde olsun ister bazıları işte, ve bu kontrol yitimi korkusu ve kodu halini alır. Bir aşka düşer gönlü, aşkın kontrolü yoktur ve bu yüzden bu aşktan kaçar; ya da bilmediği işlere girmez, ortak olmaz. Parasını bile borsaya yatırmaz, kendi kontrolünde olmadığı için.

İşte bütün bunlar bahsettiğim şekillerde durumların karşısına koyduğun anlamlarla birleşerek kod haline gelir.

Peki nasıl aşarız bu fobileri, korku ve kaygıları?

Profesyonel destek alma tercihiniz ayrı ama, ben size kendi kendinize yapabileceğiniz bir yöntem yazıyor olacağım. Alın elinize bir defter kalem, oturun yanımdaki koltuğa. Şimdi, önce sırayla bütün korku ve kaygılarımızı yazıyoruz.

Ardından sırayla bakıyoruz “ne anlam yüklemişiz” olayın kendisine diye. Mutlaka somut bir açıklama bulmalıyız. Bu tespiti 1 dakikada yapıyorsanız bile, üzerine 5 dakika daha düşünmelisiniz. Acele acele geçişler yaşadığınız için çözemiyorsunuz meseleleri. Üzerine düşünmek doğru sonucu verir. Her bir korku ve kaygının üzerine düşünüyoruz. Çocukluktan en yakın zamana kadar doğrudan bir yaşanmışlık var mı bu tanıma uyan? Örneğin hayvan korkusunda başına gelen, başarı ya da ilişkilerle ilgili seni güvensiz hissettiren, ürküten bir olay yaşadın mı? Sende yoksa etrafında ne görmüş olabilirsin? Birebir neden bulamadıysan türetmelisin. Örneğin yüksekten atlamaktan korkuyorsan yere sağlam basamamak ya da düşmek ya da uzaktan görememek ile ilgili bir olay geldi mi başına, böyle emsal arıyorsun.

Buldun ya da çok düşündün bulamadın, en son aşamaya geçiyoruz. Kendini ikna et! Buna şimdiki aklınla, bedeninle, gücünle, şu anki gerçekliğinle “aynı gerekçeyi” söyleyebilir misin? Gerçekten o korku ve kaygı için haklı neden mi bu bulduğun ya da bulamadıysan şu an haklı bir neden bulabilir misin? Farz edelim diretiyor beynin aynı cevapta. Söyle ona ikna etsin seni. Otur şimdi ikna etmeye çalış. edin misal. İspatla, deliller koy ve ikna olmamaya çalış ve ikna etmeye çalış! Sahne senin, sonuç senin! Aslında böylece ağır korku ve kaygılar olmasa da çoğunu halledebilirsin.

Ama önemli bir not: Böyle şeyler tek seferlik değildir. Tekrarlar korku ve kaygılar. Tekrarlar olduğu anda aynı soruyu sormaya devam et, hem de korku ve kaygıyı o an yaşarken?

Hiç duymadığın ve hiç sesini duyurmaya çabalamadığın bir zihnin var, gör onu! Konuşunca deli olunmuyor! Kendinle konuşmak kendinde olanı bilmektir. Kendine sorabilmek ya da söyleyebilmek, kendini yönetebilmektir. En şahanesi mi? İstediğin kalıba dönüşebilmektir…

Ruhun ve zihnin bir avuç topraktır. Yine söylüyorum, hangi tohumu serpersen mahsulün o olur. Mahsulü azaltamazsın, yani attığın tohum mutlak surette başak verir. Ne ekersen onu biçeceksin! Korku mu? Kaygı mı? Huzur mu?

Betül Yergök /Mentalizasyon

mail: info@mentalizasyon.com

İnstagram/Youtube: @mentalizasyon

Yazının devamı...

Harekete Geç

Geçen hafta sosyal medya hesaplarımızdan bir sürpriz planlamıştık. Katılım gösterenlerin yüzdesel çoğunluğunun farklı farklı konularda “harekete geçmek” ile ilgili sorusu ve sorunu vardı. Kimisinde aşk kimisinde iş, kimisinde ise hayal ve hedefler konusundaydı. Ben de tam bu konudan harekete geçerek bütün okurların zihnini açacak bir “harekete geç” yazısı yazmak istedim. Harekete geçmemizi engelleyen zihin kodlamalarımız, bunun neden ve nasıl oluştuğu, nasıl kırmak gerektiği ile birlikte, gelin hayatın bakılması gereken penceresinden bakalım ve oraya sardunyalar koymayı başaralım.

En başta harekete geçmenin iki etkeni olduğunu belirlemekte fayda var: 1- İç etkenler 2- Dış etkenler. Tuhaftır ki iki etkenin de kök negatif kodu aynıdır. İç etkenlerde kişinin harekete geçmek istediği konu hakkında kendinde yarattığı negatif durumlar, örneğin kaygı, korku, stres veya hedefleyememe durumu ile dış etkenlerdeki negatif durumlar örneğin karşımızdaki kişinin yerine düşünmek, toplumun yaklaşımı, yakın çevrenin düşünecekleri aynı sonucu verir: Harekete geçememek.

Birinden uzun zamandır hoşlanırız ama adım atamayız, biriyle flört ediyoruzdur ama hep adımı ondan bekliyoruzdur, işimizden memnun değilizdir ama patronların bu sorunu çözmesini bekliyoruzdur ya da hayallerimiz vardır ama hedef haline getiremeyip mutsuz oluyoruzdur. Hepsinde çözümcül değil kaotik alan yaratırız ve bu alanda debelenip dururuz. İşin kötüsü “güvenli alan” dediğimiz şey de devamlı kalınan yer olduğundan, belirsiz ve kaotik bu alanda uzun zaman kalınca da burası bizim için -kendi içinde hoşnutsuz olsak da- alıştığımız güvenli bir yer halini alır.

En bariz örneklerinden biri “uzaktan sevme” halidir. Uzaktan sevmeye o kadar alışırız ki; bu bizim için onunla olduğumuz güvenli bir alan haline gelir. Elbetteki her güvenli alan insanı mutlu etmez. Yanlış kurulmuş bu denklem içinde huzursuzluklar baş gösterir. O alandan çıkmayız, adım atmayız ama bu aşkta kavuşma zamanının da gelmesini bekleriz. Bir takipçime bu konuda “kaybetme korkusu” içeren cümlesi kurması üzerine şunu söylemiştim: “Oysaki kazanmış da değilsin!” Yani beyin onu hayal edip, uzaktan seven hale alıştığı için, bunu bir yaşam biçimine dönüştürür ve bu yaşam biçimini kaybetmek istemez. Oldu ki bir adım attı ve reddedildi, sevdiği kişiye dair tüm ihtimalleri kaybetmekten daha çok onu düşünerek ve bekleyerek geçirdiği çokça zamanı kaybetmek ağır boşluk oluşturur. Sevda işçisinin işsiz kalması gibidir adeta, sevdayı yitirmek. İhtimalleri yitirmek hafif kalır ve artık boşalan koca bir yaşamı ne ile dolduracağı meselesi zihni ve ruhu sarar. Bir anda çıplak kalmak gibi, tanımadığı ülkeye gitmek gibi, ne yapacağını bilemez hale düşer. Çünkü otopilot olarak alışmıştır böyle yaşamaya. İşte bu sürenin uzunluğu arttıkça, “harekete geçmek” artık imkansız seviyeye erişir. Açıkça söyleyeyim canına tak etmedikçe hareket etmez insan, bu hale gelince. Biliniz ki çoktan uzun zamandır uzaktan uzaktan seviyorsanız, unutana kadar ya da bir mucize olana kadar böyle sürdüreceksiniz kendinize biçtiğiniz günlerinizi.

Dış etkenlerden de karşı taraf odaklı düşünmeyi de ekleyelim buna. “Harekete geçmek” durumundaki hareket eyleminin sonu her zaman karşı tarafla ilgili tanımlanır. Bu durumda da harekete geçmek için çokça heyecan ve stresle süslenmiş cesaret toparlanmadıkça, hareket gecikir ya da hiç olmaz. Çünkü bilemediğimiz bir sonuçla uğraşırız boş yere. Ne yaparsak ne olur, ne düşünür, ne yapar gibi sürüyle tahminlere sürükleriz kendimizi. Ya reddederse, ya istemezse, ya geri teperse, ya kovaladığımı düşünüp kaçarsa, ya başka biri varsa, ya sevmezse…

Bazen de hep ondan bekleriz. O arasın, o ilgilensin, bakalım gelecek mi gibi bir düzine beklentiyi ekeriz bize ulaşan yollara. Engel koyulmuş yolları evren istememe hali olarak algılar. Bunu kendimiz için bile yaratıyoruz çünkü. Hayallerimizi düşünürken engelleri de düşünürsek, evren engelleri negatif algılar ve o yolları engelli görür, yollarımızı açmaz. Bu durumda sevdiğimiz kişiyle olmamız için onun bize adım atması şartını ve engelini önümüze koyar isek bu iki insan arasında engel enerjisi yayılacaktır buradan evrene.

Netice olarak kendimize iki alan yaratırız her konuda: 1- belirsizlik 2- güvenli alan. Bunlardan ilki hep dürter ve rahatsız eder, ikincisi de varlığını hissettirir ve hareket ettirmez. İkisini de biz yaratırız ama bize etkilerini yaratamayız. Bu alanları yok etmedikçe etkilerini de yok edemeyiz. Belirsizlik, hedefi doğru belirleyememekten kaynaklanır. Gerçekten ne olmak istediğini, nerede ve nasıl yaşamak istediğini, mutluluk deyince kendine nasıl bir hedef koyabildiğini, aşka dair bu kişiyle ne olması gerektiğini veya istediğini belirleyemeyince bu belirsizlik başlar bizi çimdiklemeye. Beyin ise, kaosun içinde çıkışı zihnimize göstermezsek ya da çıkışı biz de belirleyemezsek kaosun içinde kalmayı güvenli bulur. Çünkü beynin en temel kodunun “hayatta kal” olduğuna göre, çıkışı görmeyen ya da emin olmayan her durumda beyin, olduğu yerde kalmayı güvenli sayar ve hayatta kalmak üzere doğru alan olarak görür. İşte bütün bunlara bakıldığında hep diyorum ya, zihin bir orkestra ve bizler de birer şefiz; yönetebiliriz ve yönetemezsek de seslerin arasında kaybolup gideriz.

Peki “Harekete geçmek” için ne yapmak gerekir?

Öncelikle size en büyük yanılgıyı vermek istiyorum. Genelde okuduğunuz kitaplardan, kişisel gelişim videolarından öğrendiğiniz “pozitif düşünce” içinde olmak ya da “kendini sevmek” konusunda hemen geçici düşünce haline giriyorsunuz. “Evet öyle bakıyorum, kendimi seviyorum”! Öyle kolay bir şey olsaydı bu, aylardır kendini bitmiş bir ilişkinin acısından çıkarır ya da hemen kendine hayal ettiğin hayatı kurardın. Demek ki bu böyle bir cümle ile olmuyor. Bunun için mevcut yapınızı anlamanız gerekiyor.

Önce kusurlarınızı tespit edip, cümlelerle değil kendinize dair hedeflerle yapabilirsiniz bunu. Bu zamana kadar hep karşınızdaki insanlara baktığınızı, hedef belirleyemediğinizi, geleceğe dair hayaller kurmadığınızı, çabalamadığınızı söyleyin kendinize. Bunun için ise hiç dönüp de kendinize bakmadığınızı, o masum ve minik ruhunuzu nasıl da ihmal ettiğinizi görün sonrasında. Ardından her şeyden ve herkesten önce kendinizi mutlu etmeniz gerektiğini kabul ediniz.

Şimdi ben size “harekete geçmek” durumundaki hareketin sonucuna “kendinizi yazın” deseydim, en önce, işte bunu yanlış yapacaktınız. Bu yüzden önce yukarıda anlattığım gibi hataları ve yanlışları görüp kabul etmeyi, ardından kendinize yönelmeyi ve değer vermeyi seçmiş olmanız gerekiyor.

Gelelim “harekete geçmek” düşüncesinde hedefe ne koyacağımız konusuna. Hayal ettiğiniz her ne ise, hedefe o hayale ulaşan ya da ulaşmak için çabalayan sizin “mutlu halini” koymalısınız. Dikkat edin gerçekleşmesini değil, bu hayalin verdiği mutluluğu ruhunda hisseden kendinizi görmenizi istiyorum. Bunun için sorular sorun kendinize: 1- Bu konuda ne istiyorum? 2- Bu isteğim için ne yapmam gerekiyor? (başkasına akıl verir gibi objektif bir bakış ile) 3- Bu yaptığım sonucunda kendim için hangi pozitif sonucu alırım? Bu soruların tümündeki cevaplar sadece size ilişkin olmalıdır. Örneğin birine aşıksınız, bu sorunun cevapları “ikimizin de mutlu olacağı karşılıklı sevgi ile mutlu olmak istiyorum” ya da “onunla evlenirim” gibi birine ilişkin sonuçlar olmamalı. Örnek üzerinden gidecek olur isek; 1. Sorunun cevabı kesinlikle “duygusu olan kalbim için nihayet istiyorum ve mutlu olmak istiyorum” olmalıdır, kişiden bağımsız sadece sizin için doldurulmuş. 2. Sorunun cevabı, “bu durumu nihayete taşıyacak bir adım atmalıyım” olabilir, 3. Sorunun cevabı ise kesinlikle “olumlu ya da olumsuz kendime nihayet alarak, kendimi belirsizlikten çıkarıp mutluluğa taşırım” olmalıdır. Cümlelerin hiçbirine hiçbir kimse dahil olmamalıdır.

Kendine bakmayı unutanların çoğu, hep karşısındakinin mutluluğu ile oluşan kendi mutluluğunu koyar hedefe. Yani hep karşı tarafa bakar. Bu kulaklar “O benimle olunca huzuru bulacak biliyorum” “Onunla ilişkimiz olursa çok mutlu olacak o biliyorum ve ben de mutlu olacağım” sözlerini bile duydu. Nedensizce sanki onu mutlu etmek istiyoruz sadece. Hedefteki durumun duygusal sıralaması adeta, “1-ilişki hali, 2- onun mutluluğu, 3-benim mutluluğum” şeklinde. Bırakın onun yerine düşünmeyi ve hissetmeyi; hedefe koyacağınız kişi sizsiniz, hedef mutlu haliniz, hedef her türlü huzurlu nihayettir. Bu uğurda gerekli her şeyi yapmak ve her ne olursa olsun karşı taraf adına düşünmeden, negatif kaygılar barındırmadan sadece ve sadece huzuru verecek nihayete erişmeyi istemek gerekmektedir.

Hareketin sonunda siz olmalısınız ve hareketin sonundaki siz için de pozitifliği doğru görmelisiniz. Hayatta her zaman mutluluk ya da mutsuzluk yoktur. Hepsinden ve her şeyden vardır. Hepsi yaşamaya dairdir ama mühim olan, kendini seçmiş isen, kendini bilmeden yaşayanlardan daha kısa sürede mutluluğa geçeceğindir. Acının ya da belirsizliğin süresi kişinin bilinciyle azalır. Yok etmek yoktur ama azaltmak vardır.

Tohum attığın her yerden mahsul çıkar. Önemli olan nereye hangi tohumu attığındır. Kaygı serpersen üzüntü yaşarsın, korkuysa korktuğunu, belirsizlikse siyah yapraklar sarar etrafını ve kapıları göremezsin.

Kendine kendi mutluluğunun tohumlarını serpersen, kendine baktığın pencerenden işte o sardunyaları göreceksin.

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.