SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Suçun Oluşumu

Suç, toplumlarda bireylerin arasındaki ilişkiyi zedeleyen, dayanışmayı zayıflatan, geniş bir açıdan bakıldığında ise toplumun sosyal yapısını zarara uğratan bir problem olarak algılanır. Bu kavramın insanlık başlangıcından günümüze dek çeşitli formlarda kendini gösterdiğini de düşündüğümüzde suç işleme ya da suça meyil etme durumu sıklıkla kendini var kılar. Peki, birey, neden suç işler ya da suç işleme potansiyeline yaklaştıran motivasyonu nasıl edinir?

Suçlu olduğu iddia edilen veya suçlu olduğu kesinleşen bir bireyin motivasyon kaynağını irdelediğinizde, suçun mevcut potansiyel ile meydana geldiğini görebiliriz. Karşımıza çıkan argümanlar kişiden kişiye değişiyor olsa da suçun temelinde olağan bir akış mevcut. Bu durum olaylara paralel bir şekilde gelişirken, suçu işleyen birey nezdinde haklı gerekçeler olabilir. Çünkü her suç, kendine özgü sebepleri içerisinde barındırırken, terazinin bir ucunda sonuçlar diğer ucunda ise katılımcısı bulunur. Bu bir sosyal vaka olduğu kadar, toplumda yer arayışı veya bireyin kendine özgü güdülerin ayyuka çıkmasıyla alakalı da olabilir. Bir cinayet ya da hırsızlık suçunu işleyen bireyin motivasyonu birbirinden tamamen farklıdır. Bu açıdan bakıldığında, her suç tipi başlı başına ayrı bir biçimde incelenmesi gerekilen bir olgudur.

"Yoksunluk ve Dürtüler"

Hırsızlık suçunu işleyen bir birey, eğer kleptomani değil ise büyük ölçüde herhangi bir olgunun yoksunluğunu çekiyor olabilir. Hatta yoksunluğunun yanı sıra, daha fazlasına sahip olma ya da toplumda kendine yer bulma isteği sebebiyle de suça karışabilir. Birçok açıdan bu eylem, farklı psikolojik dayanaklara sahip olsa da temelde birey, eyleme geçmeden önce aldığı riskleri göz önüne alır veya alma gereği duymaz ama suçun büyüklüğü, eylemin nihai sonucuna ya da başlangıç noktasına dair ipuçları sunabilir. Bunu biraz daha açmak gerekirse, hırsızlık suçunu işleyen bir birey, eğer başka bir şansının olmadığına inanıyorsa eyleminin sonucunda her şeyin planladığı gibi gitmemesi halinde olacakları kabul eder bir biçimde eylemini sürdürebilir ama kendisiyle yapmış olduğu adalet terazisinde sonuçlardan çok nedenlerin ağır bastığını söylenebilir. Çünkü suç, kişisel olduğu düşünülse de toplumsaldır ve suç, bu sebeple topluma mal olur.

Sürekli olarak artma eğiliminde olan hırsızlık suçunu, birey ve toplum nezdindeki zararları değerlendirildiğinde, artık gelirin, hakların ve daha birçok olgunun adil bir biçimde dağıtılmadığı için neredeyse suç sayılmıyor. Suçun büyüklüğü uğrattığı zarar ile hesaplanıyorken, yine bir başka açıdan da suçun ayıplanıyor oluşu yalnızca değer algısı ile oluşturuyor. Nitekim bu da eylemin derecesine yönelik bir tavır takınılmasına ve suçun boyutunun bu ölçütte şekillenmesiyle değerlendiriliyor. Unutmamak gerekiyor ki; hırsızları fırsatlar yaratır ve bu fırsatlar genellikle sorunların varlığıyla fark edilir hale gelir. Suç, bireyin içerisinde tavşan uykusuna yatmışken belki de toplumu hırsızlar değil, hırsızları toplum bu uykuya uğurluyordur.

Yazının devamı...

Endişe Bulutu

“İnsan, sosyal bir varlıktır” terimine tam anlamıyla katılmıyor olsam da belki de bir bakıma haklılık payı bulunabileceğini düşünebilirim. Fakat duygusal bağlamda kapı duvar bir gerçeklik algısı yanı başımızda duruyorken, bu düşüncenin varlığı dahi büyük ölçüde bir tehdit durumudur. Bu bağlamda insan, var olma hissine alışkın ve yok olma ihtimaline uzak bir yaşam sürdürüyor.

Hiçbir tehlikenin olmadığı, her şeyin olağan bir şekilde geliştiği ama mantık dışı korkular nedeniyle tehlikede hissetme hissinin nüksetmesi normal mi? Veya çeşitli sorunlarla cebelleştiğimizde veya endişe duyup korkularımıza yenildiğimizde olacaklar bizi tenkit edici oklara maruz bırakır mı?

Elbette varoluşu gereği insan, çeşitli öncelikleri sebebiyle korkuya kapılan, endişe duyan ve bu güdülerle yaşamaya alışan bir profil çiziyor. Endişe rahatsızlığıyla ilgili verilere bakıldığında her yirmi kişiden biri bu tanıya mahzar. Çoğu kez yetişkinlik döneminde bizlerin yakasına yapışıp silkelese de çok önceki dönemlerde de kendini var edebiliyor.

Zaman zaman endişe duygusunun kabarması olağan ama endişe bir rahatsızlık olarak atfedilse de korkuların düzeyi gündelik yaşamlarımızı büyük ölçüde aksatacak hale gelene dek içerisinde olduğumuz durumun ciddiyetine varamıyor olmamızdan kaynaklanıyor. Fakat gerçekten de endişe duymadan yaşamayı nasıl öğrenebiliriz?

Unutulmamalı ki; endişe, korku ya da kaygı, adına ne derseniz deyin, bunların tümü hayatın normal bir parçası. Yaşantılarımızda herkes farklı konularda benzer kaygılara kapılıyor ve bu durum büyük ölçüde bizim günlük sorunlarla baş edebilmemiz için teyakkuzda olmamızı, karar verip içerisinde bulunduğumuz durumdan çıkış yolu bulmamızı sağlıyor.

Endişelerimiz hafif seyretse de ağırlığı büyük gelebilir ama normal olduğu gerçeğini unutmazsak eğer baş edilebilir bir düzeyde olduğu görülebilir. Şüphesiz böyle anlatınca da her şeyi normalleştiriyor gibi görünüyor olabilirim. Evet, doğru, çünkü her şey gerçekten de normal seyrinde ve olması gerektiği gibi işliyor. Bugün, dünden farklı olmayan her şey şu an ne yaptığımızla alakalıdır.

Evhamlı olmanın pek de matah bir şey olmadığını anladığımızda, bizi bu gerçekliğin içerisine iten endişelerin aslında ne denli iyileştirici bir fonksiyon olduğunu anlayacağız. İlerleyen yaşla birlikte insanın kaygı seviyesi de artıyor ama insan, geçmiş ile gelecek arasında düşünüp dururken, bu iki zaman arasında kanat çırpan telaşlı bir güvercine benziyor. Zaman, bizi yaptıklarımız sonrasında durup düşünmenin lezzetinden mahrum ederken, gerçekliğine küskün olduğumuz her an ezber fikirlerin peşinden koşarak bize endişe bahşediyor.

Yazının devamı...

Mutluluk Fikri

Mutluluk, ne tartılan ne de ölçülebilen bir olgu değil. Kimi insanlar başına gelen tüm kötü olaylar silsilesini olgunlukla kabul edebiliyorken, bazı insanlar ise bu yükün altında ezilip, bükülüyor. Bu, bana hayatın elinde bir kamçı olduğunu ve sadist zevklerden hoşlandığını düşündürüyor olsa da yine de bazen gelecekte yerine ödüller bırakan küçük, masum birer hisler açmazı gibi de geliyor. Size de öyle geldiği oluyor mu?

Aristotoles, mutluluğun hissedilebilir bir durumdan ziyade bir hayat tarzı olduğuna inanır. Nietzsche ise mutluluğu ideal tembellik durumu olarak görüyor. Schopenhauer ise mutluluğu hayatın doğasına aykırı bulur yaşama mutlu olmak için gelindiği şeklindeki yanlış önyargının yol açtığından bahseder. Bu durumda, mutluluğun kavramsal açıdan değişken olduğunu anlamak olasıdır ama daha muhtemel bir şey de mutsuzluğun olağan bir durum olması mıdır?

"Rasyonel Mutluluk"

Düşününce her biri birbirinden belki de farklı bakış açıları yaratan fikirler ama oysa her birine verilebilecek tüm cevaplar daha komplike bir hal yaratabilir. Belki de söyleyeceğim subjektif bir şey olacak ama rasyonel mutluluk, gerçek olamayacak kadar değişkendir. Çünkü yaşadığımız toplumda mutluluk, bir norm haline erişti. Hatta öyle bir hal aldı ki; "mutlu olmalısın, yoksa hayat yaşanmaz" denir. Gerçekten de yaşanmaz mı? Mutluluk bir gereklilikse mutsuzluk bolca dağıtılan bir lütuf mu?

Acı, ondan korkmayana yapışırken; mutluluk, hayatın olağan akışına aykırı bir durummuşcasına normal karşılanıyor. Fakat herkesin melankolide bulduğu haz farklı ve belki de bu yüzde mutsuzluk, mutluluk kadar önemsenmiyor. Duyguların iyi ya da kötü olarak kategorize etmenin doğruluk payını oluşturduğunu düşünmediğim gibi bu ayrıştırmacı üslubun bu iki duyguyu rekabete ittiğine inanıyorum.

Acı ya da hüzün, mutluluk veya sevinç... Aslında hiçbiri birbirinden farklı iki tip duygudurumu değil. Çünkü duyguları kategorize etmek gerçeğin ağırlığını hafifleterek durumu zorlaştırıyor. Peki, insan mutluluğa nasıl ulaşabilir veya mutlu olmak için ne yapmak gerekir? Bulununca sürdürülebilir mi

ya da sürdürülebilirsek de alışıp onun adına halen mutluluk der miyiz?

Olumlu anılar oluşturmak, algıları keskinleştirmek ve özümsemek belki de bu durumda bizlere en belirgin çözüm öbeğidir. Yazının girişinde birkaç düşünürün konu özelindeki söylemlerini aktarmıştım. Sebebi ise mutluluk düzeysel olarak arttırılabilir, öğrenilebilir. Fakat mutluluk kadar insana mutsuzluk da gerekiyor. Acılardan ders almıyor, kasvetten hoşlanmıyoruz ve sanki hiç pişmanlık yakamıza yapışmıyormuş gibi tüm bu duyguları yok saymaya çalışıyoruz. Belki de eksik yaptığımız şey budur.

Kimi kandırdığımızı sanıyorsak, kendimize bile dürüst değiliz ve her ne kadarı yetecekse hep daha fazlasını istiyoruz. Mutluluk, sürekli neşeli ve keyifli olmak değil. Elbette bir insan da sürekli yüzüne astığı bir gülümsemeyle dolaşır halde olamaz. Fakat mutluluk, olumsuz olan bir olgunun etkisinden kurtulabilme yeteneğiyle birebir orantılıdır. Nasıl bakıyorsak öyle görüyoruz veya yeterince göremiyor muyuz? Bunun cevabını asla bulamıyorum. Bulmak istiyor muyum, onu da bilmiyorum.

Yazının devamı...

Düşünce Düzlemi

İnsan, doğası gereği sırların peşinde koşar. Yaşamını sürdürmek için bu giz peşinde ömür çürütür. Çözmeye çalıştığı gizem, parçası olduğu hayatın ta kendisidir ve yaşamı daha anlamlı hale getirme çabası neticesinde kendini tanıması gerçekleşir. Çünkü insan ancak düşünceyle kendini tamamlar ve gerçekleştirir.

Düşünmek eylemini irdelersek; bilgileri incelemek, karşılaştırmak ve aradaki dinamikten yararlanarak fikir üretir diyebiliriz ama zihinsel yetiler oluşturmak çeşitlilik gerektiren bir olgu olmasının yanı sıra, bu yaratım arayışın nihai sonucunda düşüncelerin ilerleyişinde değişiklikler olur dememiz de gereklidir. Düşünce bu nedenle incecik bir ip üstünde yürümekle eşdeğerdir. Yalpaladıkça denge kaybolur. Denge kaybolursa da yer çekiminin kuvvetini bilir hale geliriz.

Düşünceler de çeşitlilik içerdiği için iki grupta değerlendirilir. İlki; hiç şüphesiz yaşanılan deneyimden ders çıkarma safhasıdır. Feyz alma sürecini izleyen şey ise kişiye kattıklarından oluşur. İkincisi ise deneyim sonrası hayıflanmak olabilir. Çünkü eksilen noktalar ele alındığında “sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yer” tanımına erişiriz. Yani düşünce son derece sübjektif bir kavram olsa da keyfi çıkarsama, seçici soyutlama, ya hep ya da hiç kurallarının ortaya çıktığı rahatlıkla görülür.

Felaketleştirme, yani geleceğe aktarım sağlandığındaysa en nihayetinde kişinin yaşadığı bu olumsuz deneyim, geri dönüşü olmayan yargılar sunmaya dek varır. Peki, insanın tüm bu düşünceler sonrasında oluşan bu tabloyu zorunlu bir yaşam koşullanması olarak mı görür?

Sokrates’e göre “Sorgulanmamış hayat, yaşanmaya değmez.” Sokrates’in bu düşüncesinden yola çıkarsak, insan, kendi özünde yaşamını sürdürme ve kendini koruma gibi temel kabiliyetlerle değil, akıl denilen bir güçle hareket etmelidir. Aksi halde insan doğasına aykırı bir tutum sergilemiş sayılır. Fakat unutulur ki; insan, her şeyden önce düşünen bir varlıktır. Bu düşünce onu diri tutara ama insanın, düşünme eylemini gerçekleştiren bir varlık olarak olduğunun kabul etmek kolaycılık olur. Sebebi bilincin uyanışı ile ifade edilebilir.

Sokrates sonrası verebileceğimiz ikinci anektod örneğiyse Shakespeare’in Hamlet’inde bizlerin karşısına çıkar: “Hiçbir şey kendinde iyi ya da kötü değildir, her şey o şeyle ilgili düşüncemize bağlıdır.” Bundan yola çıkarsak; düşünce, en başta zihinsel bir etkinlik olsa da duyumsama ve anlamlandırma üzerine şekillenir. Yani düşünce, sığ ya da derin, yalın veya çok detaylı olabilse de nesne ve kayda değer bir konu olmadıkça varlığı çok da matah sayılmayan basit bir olgudan ibarettir.

Bilgileri ayrıştıran, birleştiren, çözümleyen ve fikri daha anlamı kılan yine insandır ama düşünceyle erişilen noktada eylemin tutarlılığı önem arz eder. Faydasız düşüncenin bir dizi dizge haline ulaşmaması için anlamlandırma yapmak gereklidir. Üstelik bu çabanın insanın bilinci üzerindeki tahakkümü kendi ve kendisi dışındakileri fark edebilme kabiliyetiyle biçimlenir. Örnekler üzerinden gideceksek, mutlaka Hannah Arendt’in şu cümlelerine de değinmeliyiz. “Özgür olmak, yalnızca korku ve baskının yokluğu anlamına gelmez, toplumsal süreçlere müdahil olmaktır, kişinin kendi sesinin olması, duyulması ve hatırlanacak olmasıdır. Kimsenin elimizden alamayacağı bir özgürlüğümüzdür bu!”

Arendt’e göre “kendi sesimiz” dediği şeyi açıklayacak olursak eğer, gerçek ses değildir. Dolayısıyla bu sesi eylemimiz olarak düşünmeliyiz.. Çünkü kendi sesimiz düşünme ve eylemde bulunmayı gerektiriyor. Bu noktada düşünceyi durdurma pek mümkün değildir belki ama öğrenilen çeşitli teknik ve çalışmalar, düşünce döngüsünü yavaşlatmaya yarıyor. Düşünceler arasında sürüklenmeyi engellemek yalnızca iyi hissettiren düşüncelere odaklanmakla mümkün. Bunu yapmaya çalışmadan da özgürlük diye bir şey mümkün olduğunu pek de düşünmüyorum.

Düşünmenin ve düşüncenin gücünü hafife almadan yaşamanın bize getirisi belki de düşüncelerin yaratım gücüne sahip olmalarından kaynaklıdır. Çünkü düşüncenin yaratım gücü gerek fiziksel gerekse psikoloji bir olguyken; özgürlük ve kendi sesini dinlemek için düşüncenin sırrına erişmek gerekli. Bu gize ulaşmak için de pozitif yaklaşımdan beslenmek zorundayız.

Yazının devamı...

Değişim

Değişmenin zor olduğunu biliriz. Değişim denildiğinde ise akıllara birdenbire mucizevi bir durum olduğu gelmesin. Zira değişim denilen şey öyle bir durum değil. Tam da aksine, süreçte kalmak değişimin ilk adımıdır. Ki insan, ancak isterse değişebilir ve yaşantımızda yanlış giden bir şeylerin olması bizleri değişime itmek zorunda değildir.

Değişime dair ihtimaller denizinde boğulmadan önce neyi, nasıl değiştirmek istediğimizi bilmemiz gerekiyor. Bazen cevapların tümünü bilir ama bir türlü kabul edemeyiz. Sebebi acaba zor olduğu için mi? Aynı kalma, soyutlanma ya da kendini geri çekme isteği… Tüm bunlar anlardan kopuş gerektiren, değişim isteğini sezgiler dışında yönlendirememekle alakalıdır. Fakat hayatta başımıza gelen her olay da bizleri farklı şeyler düşünmeye itmez mi?

Farklı şeyler düşünmeniz ve farklı davranmanız durumu kabul edilebilir evet ama son günlerde okuduğum İtalyan gazeteci Giovanni Papini’nin kitabı “Kaçan Ayna” adlı kitabındaki bir pasajda şöyle yazar: Bakın, değişmek istiyorum ama ciddi olarak değişmek! Benimle hiçbir ilişkisi olmayan, benimle en küçük bir iletişimi bile olmayan, hatta beni hiç tanımayan, hiçbir zaman tanımamış olan bir başkası olmak…

Değişim, Papini’nin dediği gibi ise bu adım nasıl atılabilir? Kökten bir değişim sancılı olabilir evet ama adım adım izlenecek yolların tümü zihinlerimizce tutukluysa ne yapabiliriz? Buna verecek bir cevap bulmak zor ama belki de hayattaki güvenli alanlarımızı bulmak ilk adım olabilir. Çünkü bulduğumuzda o alanı terk etmemiz gerekli. Güvenli alan, insanın kendisini güvende ya da tehdit altında hissetmediği bir yer değil, kendisine iyi gelmese de tanıdık bir yerde olmasıdır. Bildiğimiz ve tanıdık gelen her şey güvenli denebilecek o alanımızın içindedir. Böylesi durumlarda o alana yaklaşmadıkça uzaklaşamazsınız. Benim düşüncem sorunun merkezine yolculuk etmekten geçiyor. Belki zor ya da adeta deli saçması ama güvenli gibi görünen ama hiç de tekin olmayan sularda yüzer halde olmak da böyledir.

Yüzme bilmeyen birine, suyun kaldırıcı kuvvetinden bahsetmek anlamsız. Güvensiz alanın kıyıları da tıpkı böyledir, dalgalıdır. Çoğu kişi, çoğu zaman bu alanı korkutucu bulur. O güvenli alandan uzaklaşmak, vazgeçmek, cesur bir adım atarak suyun üstünde yürüyebilmek ise değişimin ayak izi gibi, sessizce ardımızda iz bırakır. İnsan zihni, rasyonel düşüncenin merkezi olarak kabul edilir. Çünkü neredeyse tüm olayları neden ve sonuç olarak irdeler. İnsan doğası gereği bütün yönlerini çıplak görme yetisine sahip olamaz ama bunu başardığında ise gerçeğin çarpıcı olduğunu görür. Değişim de sanırım ilk olarak tam bu noktada başlıyor.

Etkin bir çaba sarf etmeden bu değişimin rastlantısal olarak gerçekleşmeyeceği kesin. Değişim sürecinde edilgin bir biçimde mi savrulacak yoksa zamanın büyüsüne mi kapılacağını öğrenmek ise güç. Değişim, yüzeyselden köklü bir biçime evrilir. Bu evrim, insanın zihninde başlar ve doğduğumuz andan itibaren bir döngü içerisinde devam eder. Heraklitos “Aynı nehirde iki defa yıkanılmaz" der. Çünkü ona göre, evrende hiçbir nesnenin hiçbir özelliği yoktur. Bu çıkarım bize değişmeden kalınmayacağının ispatıdır. Belki de değişim, değişim değil keşfetmekten ibarettir.

Alışkanlıklar, bir denizin güvenilir limanları olarak görülmeli. Hatta bazen daha iyi bir liman bulabilme arzusuyla savruluşların sebebi de bu. Bu söylediklerimi aşk ya da sevgiyle bağdaştırmak akıl karı değil çünkü çok daha fazlasını içeriyor. Acılar, aldanmalar, haksızlıklar ve bir anda nükseden başını alıp gitme arzusu bizlerin ayağına pranga bağlayıp o denizin dibine batmayı sağlıyor olabilir. Evet, bilinmez korkutucudur ama göz alıcı yanları da vardır. Değişmek de işte böylesi hırçın sularda sağ salim kalabilmekten başka bir şey değil.

Yazının devamı...

Kendilik Algısı

İnsan doğası gereği her birey birbirinden farklıdır. Fakat düşündüğünüzde herkesin aynı olan yanları da bulunur. Bunların ne olduğunu düşündüğümüzde bazı faktörler öne çıkar. Bunlar belli belirgin kabulsüzlüklerdir. Türlü sebepten dolayı sahip bunlar gün yüzüne çıkar ya da ustalıkla gizlenir.

Törpülenen hisler neticesinde birey, temelde kendi kabulsüzlüğüyle yüzleşmez veya yüzleşmekten çekinir. Bu durumun iki olumsuz sonucu var diyebiliriz. İlki kendisiyle olan ilişkisidir, bir diğeriyse bu kişiliğiyle başa çıkmakta zorlanması gösterilebilir. Çünkü birey, hep iyinin ve idealin peşinden koşar. Hatta kabul düzeyi o kadar yüksektir ki; savurgan bir rahatlıkla değişir.

Bu değişimin sebebi olarak çevre, koşullar, tecrübeler bireyin kendi olmasının önüne set çekebilir. Kendini bulmak ve korumak bu sebepten ötürü çok zor bir hal alır. Maskeler takar. Fakat maskesini çıkarıp atacak sebeplerin bir araya gelmesi de tam da bu zamanda kendi benliğini bulur.
 
Kendimiz olamamanın sebebini düşünüldüğünde ilk göze çarpan şey incinmişlik hissi olabilir veya ideal olamamak da seçenekler arasındadır. Kendi olan bir bireyin bu duygularla olan ilişkisi ne gibi bir tablo ortaya çıkartır dersiniz? Şüphesiz buradaki cevabımız bireyin kendisiyle arasına koyduğu mesafedir. Çünkü insan kendi olmak istiyorsa ilk önce benliğini bulmak zorundadır.
 
O duvarların aşılması için önce bireyin kendini aşması gerekiyor. Belki de sonrasında bu an yerini kendini gerçekleştirmekle son bulur. Nitekim deneyim, verdiği ders niteliğinde olaylar bütünüyle bizlerin içerisinde değişmiş olarak çıktığımız en somut şey değil de nedir?
 
"Dürtüler"

Her koşulda şartlar değişir. Değiştiği için de sürprizin tadını kaçıran ve beklenmedik deneyimler eşliğinde karar yürütmek etkin yollar sunabilir. Tam da bu anlarda birey kendinden uzaklaştığında değişimin farkındalık yaratması olağan. Dürtülerimiz bizlere öncesinde farkındalık, sonrasındaysa seçim hakkı sunar. Freud’un teorisine göre de dürtü, akla uygulanmış bir uyarandır.
 
Yaşamlarımız boyunca bize kodlanan, yüklenen, dayatılan ya da adına empoze edilen birçok modelleme bulunur. Bu da zihinde ideal bir şablon yaratır. Bu şablona uyulması bir beklentidir ve bu beklenti karşısında birey kendisi olabilmesi için ancak bir çaba sergilemek zorunda kalır. Bu zorunluluk mükemmelliği, tamlığı, kusursuzu yaratma ideasıyla da birleşince kıyamet kopar hale gelir ama unutulan şey, bir bireyin kendi olması bir süreç bütünüyle oluşmaz. Çünkü her gün o süreç yeniden başlar.
 
Buradan çıkarılacak sonuç, her gün beklenilen kişi olmak zor ve yorucu bir eylem olduğudur. Bunun yerine alınması gerekilen aksiyon kesinlikle gerçekçi düşünme ve gerçekçi olabilmektir. Ne de olsa her geçen gün ideal kavramının içi boşalıyor. Bu sebeple davranışlar, kaçışlar ve kaçınmaların gölgesinde olmamalıdır. Tam da işte bu yüzden, yüzleşmenin sahiciliğiyle tanışmak, bireyin kendi olabilmesinin belki de ilk adımıdır.
 
Unutulmamalı ki; bireyin kendisiyle ilişkisinde kendini kendinden gizlemesi akla zarar bir durum. Şüphelerden, utançlardan sıyrılmanın tek yolu kim ne derse desin cesaretten geçiyor. Gerçek anlamda bir bireyin kendi olabilmesi için, beklentileri karşılama çabalarından arınmalı, hata yapabilecek olduğunu kabullenmeli, olanların farkındalığıyla bir arada kalabilmesi ve kendisiyle yüzleşmelidir.
 
Kendimizi sıklıkla savunduğumuzu da düşünürsek, savunmadığımızda bir yanımızın incitilmiş taraf olduğunu düşüneceğiz. Evet, bu his dahi bireyin kendini kendinden bile saklayarak korumaya çalışmasına bir sebep oluyor olsa da bu tamamen mekanik bir davranıştır. Çünkü değersizlikten kaçmayı bırakıldığında tüm bu duygular buharlaşır. Korkular kaybolur. İşte tam da bu anda birey, kendini artık savunmaya ihtiyaç duymayan, ispat çabasında olmayan birine dönüşür. Artık kendisi olabilmeyi başarabilmenin formülü budur.

Yazının devamı...

Doğa Yasası ve Eylemlerimiz

Geçmişi ve bugünü sorgularken "neler yaptım" ve "neler oluyor" sorusu zihnimizi oldukça meşgul eder. Bazen hayatımızın tıkandığı noktalarda neden sürekli aynı şeylerin tekrardan ibaret olduğunu düşündüğünüz ve hayıflandığınızda cevabı bulmaya başladığımı hissedersiniz ama bu sizi tatmin etmez. Bu noktada düşüncelerimizi ve davranışlarınızı değiştirmediğiniz takdirde kendimizi tekrar eden olaylar bütününde buluruz. Bu senaryoda kişiler farklı olsa da sebepler aynı olduğunu görürüz. Bu durum Tibet Budizm'inde iyi ve kötü karma yaratan aksiyonlar olarak ifade ediliyor.

Kavram bilimsel olmadığı için sıklıkla tartışılıyor. Fakat daha ağır basan yanının felsefi olduğunu söylemek gerekiyor. Sebep ve sonuç yasasının doğru olduğunu düşünenler ve başa gelen her şeyin bir ceza ya da ödül olarak algılandığı günümüzde ise bu kavram için objektif bir ayrım yapmak belki en zor olanı ama belki de en doğrusu.

Karma felsefesi bence Newton yasasına tam anlamıyla eşdeğer. Çünkü biliriz ki; her eylemde eşit ve zıt bir reaksiyon bulunur. Düşünmek, konuşmak, eyleme dökmek ve bundan doğacak hareketle tepkiler görmek... Aslında en basit tabiriyle kuvvet, karşısında bir kuvveti doğuruyor. Nitekim kişi, geçmişte yaptıklarından kaçamazken, şu an yapacaklarından da sorumludur. Gerekli şartların gerekli şekilde oluşması gerektiği için bu şartları yaratan aksiyonlarının bulunduğunu bilmesi gerekir. Beden, dil ve zihin de bu noktada devreye giren aktörler. Nihayetinde aksiyonlarımızın temeli buna dayalı.

Her şey olması gerektiği gibi. Yaşamımız doğal bir akışta, eylemlerimizin bütünü olarak var oluyor. Bu doğa yasası olarak kabul edileceği gibi, “ne ekersen onu biçersin” sözünün de en uygun örneği. Hayattaki eylemlerimizi bir bumerang gibi düşünürsek, başımıza gelen her şeyin de bununla alakalı olduğu gerçeğini kavrarız. Son süreçlerin bana bunu öğrettiğini itiraf ederken, yaşadığımız her şeydeki sorumluluğunun bize ait olduğunu bilmek gerekiyor.

Nerede hata yaptığımız ya da ne şekilde düşündüğümüzün önemini kavrayacak olursak, eylemlerimizin bütününden sorumlu olmak en akılcı karar. Demiştik ya, doğa yasası... Kesin ve mutlak, hepimiz düşüncelerimizden doğan eylemlerden sorumluyuz. Aksi halde başımıza gelen her şeyi şanssızlık olarak düşünmek belki de kendimize yapacağımız en büyük haksızlık olur.

Her ne yapıyorsak yapalım, bu felsefe bizi başladığımız yere geri döndürecek türden. Çünkü yaptığımız hiçbir hareket geriye döndürülemez ve olan her ne ise o da olmamış sayılmaz. Yüzleşmenin hafifliği ya da ağırlığı, her neyse ne, o bizim zihnimizin bir ürünü olarak bizim yükümüz. Ya yanlış bir düşünceye sahibim ya da bugünden sonrası benim için en doğru karar. 

Böylece, eylemlerimizin sonucunda geleceği şekillendiren şeyin yaptıklarımız olduğunu düşünmeliyiz. Gelecekte, geçmişteki gibi davranmanın da fayda sağlamayacağını anlamak gerekli. Bu yüzden belki de hayatımızın yönünü tam aksine çevirmek zorundayız. Yarın geç olmadan, bugün ise henüz erken demeden yola koyulmak bizi içten içe mutlu etmeli. Kendimizi bulmak ve bulduklarımızla mutlu olabilmek sanırım en güzeli. 

Yazının devamı...

Hak Edilmeyen Suçluluk

Suçluluk duygusu, bireyin kendini kınaması, suçlaması ve eleştirmesine yol açan bir iç ses olarak hissedilir. Bu duygu zamanla yerini değersiz hissetmeye bırakır. Kişilerin kitlesel veya toplumsal değer yargılarıyla oluşan kurallar neticesinde bu hisse kapılıyor olsa da bilinçli veya bilinçsiz gerçekleştiğinde ise kuralların çiğnendiği fikri kişinin tüm duygularını alt üst eder. Fakat suçluluk duygusunu hissetmek her insanda aynı tepkimeye mi yol açar? Veya her insan suçluluk hisseder? Ya da bu suçluluk hali kişiden kişiye nasıl seyreder?

Nasıl olsa insanlar olarak bizler türlü türlü geçmişe sahibizdir. Geçmişteki yaşantılarımız bugün bizi var eden belki de ilk şey. Kişi, bir şeyleri yanlış yaptığını düşündüğünde kendini affedememesi de çocukluk döneminde gelişen bir dürtü. Düşünceler yerini gerçekçi bir bakış açısına bırakmadığı sürece hayatı tekrarlar üzerine kurulu hatalar dizinine sahip olur. Böyle anlattığıma bakmayın, çünkü herkes kadar ben de bu dürtülere zaman zaman kendimi kaptırırım. Kaptırdıkça da yara alırım. Fakat bunları aşmak için yine zihnimi ve mantığımı kullanırım. Bunların devreye girmediği anlarda ise tabiri caiz ise bir his hortlar: alışılmış suçluluk...

"Hakedilmeyen Suçluluk Hissi"

Suçluluk duygusundan kurtulamayan kişiler genelde hep geçmişi hatırlar ya da geçmişe takılı bir biçimde yaşar. Yaşadıkça da kişi, yavaş yavaş kendi bireysel çöküşünü hazırlar. Bunu geç bir yakın son ile anımsadım. Ardından peşi sıra gelen suçluluk duygusu, dünya üzerinde bulunan neredeyse tüm güzel duyguların üzerine basıp geçecek kadar güçlü ve baskındır. Kişinin kendini suçlaması ya da kendine iyilik yapmaktan kaçınması da alışılmış suçluluğun dinamiğine fayda sağlamaktan çok da başka bir şeye yaramaz.

Eylem ya da eylemsizlikler, doğru veya yanlışlar kişinin seçimleriyle alakalıdır. Bu seçimler fiziksel, duygusal veya başka türlü şekillerde ortaya çıkar. Örnek veriyorum, tamamen farazi olacak belki ama eğer kişi karşılaştığı olumsuzluk sebebiyle bir şeyi doğru yapmadığını anladığında suçu kendinde araması ve hatta bulması da buna yorulabilir. Küçük anlık patlamalar, gerçekleri öğrenmek yerine bir şeylere inanmayı seçenler için çok daha kolaydır. Bu bence sürpriz yumurta etkisinden başka bir şey de değil. İçinde tahmini olarak ne yer aldığını bilirsin ama nedense yine de o yumurtayı alırsın. Çünkü farklı bir şeyin çıkacağını umut edersin. Yetişkinlikte çocukluk hali... Oysa hayat da tıpkı pazarlama teknikleri gibidir. Kişiye, kişinin amaç ya da isteklerine göre değil doğrudan veya dolaylı yoldan sisteme hizmet eder.

Suçluluğun bir duygu halinden çok daha farklı anlatılara sahip olduğunu yargılardan anlarız. Sebebi olarak kişi, kendini başkasının gözünden yargılamalıdır. Eğer yargılayamıyorsa objektif bir sonuç almanın da durumu imkansızlaştırmaktan başka bir amaca hizmet etmediğini unutmamak gerekiyor. Şüphelerin iç kemirici olan o yanını suçluluk duygusu doldurur. Bu durum da huzuru törpüler. Çağımızın hastalığı da belki de budur, ne dersiniz?

Yine de bilinmesi gerekilen bir şey var. O da hiç şüphesizdir ki; suçluluk psikolojisinin aşılmaz bir engel olduğu gerçeğidir. Hayır öyle değil. Objektif bakabilmek, kişinin kendisine dışarıdan bakabilmesi belki de bu eğilimlerden kurtulmaya yetecek. Fakat hata yapılabileceğinin ve özellikle bu sebeple öğrenilebileceğinin hatırlanması gereklidir. Rus filozof Ayn Rand şapka çıkarılası sözünde şöyle der: “En büyük suç, hak edilmeyen suçluluğu kabul etmektir. ”Konuya nokta koymaya yetecek olan bu cümlesi belki de konunun tek cümleyle özeti değil de nedir?

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.