SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Pozitif Disiplin de Neymiş?!?!

Disiplin kelimesini ilk duyduğunda insanın yüzünde memnuniyetsiz bir ifade oluşur. Nedense sert, sorgulanamaz, kişisel hak ve özgürlüklerin kısıtlandığı kurallar yığını olarak algılanır. Belki de çoğumuz 'disiplin cezası' kavramı ile eğitim öğretim gördüğümüz içindir. Korkutularak çocukları düzene sokmaya çalışan bir eğitim sistemimiz olduğunu kimse inkar edemez. Allahtan yeni yetişen eğitimciler var da bu durumun sakıncılarını bilerek, farklı anlayışlarla yaklaşıyorlar çocuklara.

Peki henüz okul çağına gelmemiş ufacık, yaramaz bir velede nasıl davranmalı? Doğruyu, yanlışı ayırt etmesini nasıl sağlamalıyız?

Çocuklar, toplum düzenine, genel-geçer kurallara ancak ebeveynlerinin, büyüklerinin, öğretmenlerinin rehberliğinde uyum sağlayabilirler. Onlar taklit ederek öğrenmediler mi her şeyi? Öyleyse neden toplum kurallarını öğretirken, cezalandırma-korkutma gibi kavramlar olsun ki hayatımızda? Biz göstereceğiz, anlatacağız, örneklendireceğiz; doğruyu yaptığında ödüllendireceğiz ve yüreklendireceğiz. Hata yapmasına izin vereceğiz ki, doğruyu sorgulayarak bulsun. Ona zaman tanımadan, hakkında hüküm vermek haksızlık olmaz mı?

Limitleri olduğunu bilecek ancak bu sınırlar içerisinde özgür olacak. Ona seçme hakkı vermek, onun birey olarak görmektir. Onun düşüncelerine saygı duymak demektir. Pozitif disiplinde, çocuğumuzun kötü davranışlarını onları sözel veya fiziksel olarak incitmeden ortadan kaldırmaya çalışırken, olumlu davranışlarını destekliyoruz. Zaten 2 yaş sendromu da çocuğumuzun bağımsızlığını kazanma savaşı değil midir?

Pozitif disiplin denilen de yukarıda anlattıklarım aslında. Çocuğu döverek, ona cezalar vererek doğruyu anlamasını sağlamanın mümkün olduğunu düşünmüyorum. Şiddet=korku olduğuna inanıyorum. Üstelik çocuk hatalı davranışını, nedenlerini anladığından değil sırf ceza veya dayak korkusundan dolayı bir daha (en azından bir süre) tekrarlamayacaktır.

Uzmanlarından Pozitif Disiplinin tanımı: Olumlu davranışların ön plana çıkarıldığı, eğitimcilerin 'kötü çocuk yoktur, iyi ve kötü davranışlar vardır' fikrini benimsediği bir filozofi. Tarihsel olarak göz atarsak; Pozitif Disiplin Ebeveynliği ve Sınıf İdaresi Modeli 1920'lerde Alfred Adler ve Rudolf Dreikurs'un ortaya attıkları fikirlere dayanıyor. Dr.Adler çocuklara saygı gösterilmesi gerektiğini savunmuş. Her iki uzman da kibar ancak kesin bir yaklaşımla çocukların demokratik şekilde disipline edileceğini savunuyor.

:

Pozitif Disiplin derken... Ne yapacağız?

Ne yapmayacağız?

Pozitif Disipline, disiplin demeyenler çocuklarını nasıl eğitmeyi planlıyorlar merak ediyorum!

www.slingomom.com

Yazının devamı...
Yazının devamı...

Jet-lag ile başa çıkma yolları - Saat farkları 0-2 yaşı nasıl etkiliyor?

Yarı yıl tatili yaklaşıyor. Planlar yapıldı. Bazı aileler yurt dışı seyahatlerine çıkacaklar ve küçük çocuğu olanlar biraz da endişeliler. Jetlag nasıl atlatılır? Çocuklu aileler tatil planları yaparken öncelik çocukların rahatıdır. Uyku ve beslenme düzeni mümkün olduğunca devam etsin ister anneler. Babalar da bu annelerin iki dudağının arasından çıkacak kelimeleri beklerler. Anne onaylamazsa yolculuk ve tatil programını, mümkün değil gidilmez. Ancak bazı durumlar vardır ki, uyku-beslenme kuralları bir süre rafa kalkmak zorundadır: Okyanus aşırı ve saat farkının 2′den fazla olduğu bölgelere seyahat.

Bırakın çoluğu-çocuğu, bebeği; biz yetişkinlerin bile dengesi bozuluyor. Yepyeni bir saat düzenine vücudunuzu, beyninizi uydurmak zorundasınız. İngilizcede JET-LAG olarak tanımlanan bu süreçte yorgunluk, uyku bozuklukları, bağırsak hareketlerinde değişiklik, baş ağrısı, bulantı, susuzluk, huzursuzluk, salaklık halleri görülebiliyor. İşin ilginç tarafı yetişkinleri çocuklardan daha fazla etkiliyor olması. Jet-lag için uçuşun, kuzey-güney veya ters yönünde değil, doğu-batı/batı-doğu yönünde olması gerekiyor. Doğuya doğru yapılan seyahatler insanı daha çok etkiliyor çünkü saat kaybediyoruz. Yolda geçirilen 10 saatin sonunda nerdeyse 16 saat ileride olduğunuzu anlıyorsunuz. Hiç yaşamadığınız 6 saatlik bir kayıp var. Batı’ya doğru giderken zaman kazanıyoruz. Dinlenmek ve toparlanmak için daha fazla zamanımız oluyor.

Her yerde yazılan ve bizzat uyguladığımız yöntem bulunduğumuz yerin yerel saatine göre yaşamak. Yani uçaktan indiğinizde yapacağınız ilk iş kolunuzdaki saati değiştirmek olmalı. Zaten ister istemez yerel saate göre yaşamak zorunda kalacaksınız. Güneş varken uyumak oldukça zor ve gece yarısı kalkıp yemek yemek daha da zor.

Sık seyahat eden ve özellikle de saat farkının oldukça fazla olduğu şehirlere seyahat eden bir aile olarak bu konuda deneyimimiz çok. Burada en önemlisi yukarıda da bahsettiğim gibi uçuş yönü. Ailelerin çocuklarıyla çıktıkları seyahatlerinden sinir krizi eşiğinde dönmelerinin sebebi aslında, çocuklarının uyku düzenini uçuşa göre düzenlememeleridir. Yine de dediğim gibi ve yazıldığı gibi çocuklar özellikle de bebekler jetlagten biz yetişkinlerden daha kolay sıyrılıyorlar. Türkiye’ye gelirken doğu yakasından uçaklar, genelde akşam üstü saatlerinde kalkıyor. Gece uçuşu yaptığınız için de bolca uyuyorsunuz. İndiğinizde İstanbul’da gün yeni başlamış oluyor. Yol boyu ne kadar çok uyursanız, jetlagten de o kadar çabuk sıyrılıyorsunuz. Tam tersi yönde, yani İstanbul’dan Amerika’ya giderken güneş hiç batmıyor. Uçaktan akşam üstü saatlerinde iniyorsunuz. Uçakta uyuyacağınız 1-2 saat size zaman kazandıracaktır. Akşam 9′a kadar dayanabilirseniz ne ala. Ertesi sabah güne normal zamanda başlayabilirsiniz.

Bebekler jetlag’ten nasıl kurtulur? Aslında bebeğiniz ne kadar küçükse o kadar kolay olur. Koray 25 günlüktü ilk okyanus aşırı yolculuğunu yaptığında. Uyudu, uyandı, emdi, yine uyudu. 4 kere kaka yaptı, uyudu, uyandı, emdi. Böyle geçti. Zaten koyun koyunaydık. Beraber uyuya uyuya geldik. Ancak emziren annenin de bir an önce yeni saate kendini uydurması gerekiyor ki süt üretimi aksamasın. Yol boyunca bol, çok bol su içmeyi unutmayın.

8-9 aylık, uyku ve beslenme düzeni olan bir çocuğa biraz yardım etmek gerekiyor. Türkiye'ye dönerken veya batıdan doğuya seyahat ederken yapılacak en iyi şey, uçakta mümkün olduğunca çocuğunuzu uyutmaya çalışmak ve vardığınızda tutabildiğiniz kadar uyanık tutmak. Böylece normal uyku saatine daha yakın bir zamanda yatırmış olacaksınız ve 1-2 gün içinde Türkiye saatine tamamen ayak uydurmuş olacak. Gece yarısı cin gibi uyanma ihtimali çok yüksek. Yapacağınız tek şey onu yatağında tutmak. Ilık bir süt, bir masal kitabı ile yeniden uykuya geçmesini sağlayabilirsiniz. İlk bir kaç gece ister istemez uykularda düzensizlik oluyor. Merak etmeyin ve paniklemeyin. Siz düzene ne kadar sadık kalırsanız, bebeğiniz de o kadar çabuk adapte olur yeni saate.

Doğudan batıya gitmek nispeten daha kolay bir adaptasyon gerektiriyor. Bebeğinizi uçakta her zamanki gündüz uyku düzenine göre uyutabilirseniz, uçaktan indiğiniz öğleden sonrayı daha kolay atlatıp akşam uykusuna kadar dayanabilir. Yolda çok uyursa akşam uykuya geçmekte zorlanabilir. Bu durumda sabah her zaman kalktığı saatte uyandırın. Uykusunu almasa da güne normal saatinde başlaması daha iyi oluyor.

1 -2 yaş arası çocuklar ve jetlag. Bebeklere göre biraz daha zorlanıyorlar çünkü gün içinde daha az uyuyorlar artık. Yine de uçakta uyutmak çok problem olmuyor. Sanırım titreşimin de etkisi var bunda. İlk bir kaç gece yarısı genelde açlıktan uyanıyorlar. Dikkat edin uyandıkları saatler, aslında yemek yediği zamanlara denk geliyor. Süt, açlık hissini bastırmak için en iyi besin. Yine ilk günler gündüzleri daha fazla uyumak istiyorlar. Koray’ın 3 saatlik uyku rekoru 1 yaşındaki seyahat dönüşünden sonra olmuştu. Geceleri cin kesilen çocuğa yapılacak şey süt vermenin dışında, yatağında kalıp kitap okumasını sağlamak. Loş ışıkta sakince geçirilen 1 saatin sonunda yeniden uykuya dönebiliyorlar.

Bir seferinde ben bu eve dönüş jetlagini iyi yönetememiştim. Koray gündüzlerini o kadar düzenli geçiriyordu ki, gece her zamanki uyku saatinde yattıktan 2-3 saat sonra uyanmasına sinirleniyordum. O ağlıyordu, ben ağlıyordum. Her gece yarım saat öne aldı uyanmalarını. Jeton 5. gece düştü bende. Koray JETLAG olmuştu. Hem de ciddi bir şekilde. Gündüzleri o kadar iyiydi ki hiç jetlag olmadan atlattık, diye düşünüyordum. Sanırım ben de fena jetlag olmuşum, kafam çalışmıyordu. Neyse ki aramız düzeldi. 6.gece, yarım saat geç yatırınca sabaha kadar uyanmadı. Bu da bana ders oldu.

www.slingomom.com

Yazının devamı...

Doğmamış Çocuğun Gizli Yaşamı

Koray’a hamileliğimin 4.ayında keşfettim ben bu kitabı. Tam da benim inandığım bir sisteme dayanıyordu ve içinde yazılanlar oldukça sarsıcıydı. Bilincin anne karnında oluştuğunu kanıtlamaya çalışan The Secret Life of Unborn Child - DOĞMAMIŞ ÇOCUĞUN GİZLİ YAŞAMI. Türkçesi de bir çok kitapçıda mevcut.

Kitabın ilk satırlarıyla hem hayata hem hamileliğe hem de en yakınımdaki insanlara bakışım değişmeye başladı.

16. haftadan itibaren çocuğun anne karnında ışığa duyarlı olduğunu, yirminci haftada konuşmalara tepki vermeye başlayacağını, yirmi beşinci haftada müzik sesine tekmeyle cevap verdiğini, altıncı aydan itibaren de annenin duygularındaki değişimi anladığını biliyor muydunuz? Kimileriniz bunlara inanmıyor olabilir ancak ben başından hamilelik geçmiş bir kadının bunları zaten tecrübe ettiğine eminim.

Kitap, son yirmi senedir tartışılan bir konuyu ve yapılan araştırmaları ve şaşırtıcı sonuçlarını anlatıyor.

Dr.Verny’nin bu çalışması annelere olduğu kadar babalara da doğmamış çocukları hakkında bilgi veriyor ve henüz dünyaya gelmemiş bu ufaklığa nasıl yardım edebileceklerini anlatıyor. Kitabı okuduktan sonra anladım ki anne baba olarak bizler çocuğumuza doğumdan önce, doğum sırasında ve hayatının geri kalanında hem mutluluk hem de güven hissini verebiliriz. Kitapta beni en çok etkileyen; annenin duygularının, asabiyetinin fetusu derinden etkilediği ve karı- koca arasındaki ilişkinin bebeğin tüm yaşamını değiştirebilecek bir güce sahip olduğunu anlatan bölüm oldu.

Frederick Leboyer’i normal doğumu destekleyen herkes bilir. adlı kitabın yazarı. Leboyer doğumun sakin, sessiz, loş bir ortamda, mümkün olduğunca müdahalesiz olması gerektiğini söylüyor. Bebeğin anne karnından çıktığında gözünde patlayan parlak ışıklardan, buz gibi bir odadan, elektronik aletlerden çıkan sevimsiz seslerden son derece rahatsız olduğunu gözlemlemiş Leboyer. Bazı doktorlar ve hastaneler doğum sırasında annenin bu tip isteklerini yerine getirmekte tereddüt etmiyorlar. Amerika ve İngiletere’den bahsediyorum elbette. Geçenlerde kuzenimin anestezi uzmanı bir arkadaşı sohbet esnasında bazı şımarık(!) kadınlardan bahsetti. Kadın doğum öncesi hastaneye gelmiş ve bir takım isteklerde bulunmuş. Doğum yapacağı odanın loş olmasını, soğuk olmamasını ve klask müzik çalınmasını istemiş. Bizimkiler de ‘yönetimden izin alırsak yapabiliriz’ demişler ama işte o gün ‘belki’ diyen ekipte olan bu tanıdık, kadının arkasından demediğini bırakmadı. Böyleleri de varmış, kendini ne zannediyormuş da, doğuracakmış zaten, sezeryanı oluverseymiş de kurtulsaymış herkes… ‘şımarık sonradan görme’ dedi en sonunda. O an girişmemek için zor tuttum kendimi.

Oysa kitapta da bahsedildiği gibi anne karnındaki 6.aydan itibaren ‘insan’ olduğu kabul ediliyor. Üstelik bu minyatür boyutlardaki insanın bu dönemden itibaren hatırlayabildiği, duyabildiği ve hatta öğrenebildiğini kanıtlamaya çalışıyorlar. Yapılan çalışmalara, gözlemlere göre bebeğin anne karnındaki bu son üç ayı tüm yaşamını etkileyebilecek şeyleri tecrübe ettiği zaman dilimiymiş. İşte bundan sonra kitap daha da ilginçleşiyor çünkü gerçek hikayelere yer veriliyor. Doğum öncesi ve sonrası yaşamlar karşılaştırılmış ve bir çok çarpıcı sonuç elde edilmiş.

Çocuk için en tehlikelisi, babanın hamile karısını duygusal ve fiziksel olarak taciz etmesi veya tam tersine görmezden gelmesiymiş. Müstakbel babanın rolü bilinenden çok daha fazla ve önemli aslında. Kısacası stres altındaki hamile bir kadın, çocuğuna yanlış sinyaller gönderiyormuş. Bebek henüz anne karnındayken 'istenmiyorum' hissine kapılıyormuş. Veya ekonomik nedenlerden dolayı ‘bu bebeğe bakabilecek miyiz?’ endişesi, her ne kadar anne bebeğini tüm kalbiyle istiyor olsa da bebeğe ‘istenmiyorsun’ mesajı verirmiş.

Bir başka çalışma ise babanın varlığını daha iyi anlatıyor. Öyle ki psikiyatrik rahatsızlıkları olan özellikle de şizofreni hastalarının çoğunun babasının henüz anne karnında öldükleri anlaşılmış. Bu da annenin nasıl korkunç bir stres, acı ve mutsuzluk yaşadığının ve ister istemez çocuğu geçtiğini gösteriyor.

1300 çocuk ve ailesiyle yapılan çalışma sonucunda, zor bir evliliği olan kadının fiziksel ve psikolojik olarak zarar görmüş bir çocuk doğurma ihtimali, huzurlu bir evliliği olan kadına göre %237. Hamilelik sırasında içilen sigara, alınan alkol veya ağır bedensel iş yapmak bile daha az zarar veriyormuş. Araştırmanın bir diğer sonucu ise; mutsuz evliliklerden doğan çocukların yaşıtlarına göre daha ufak tefek kaldıkları- aşırı ürkek ve duygusal olarak annelerine bağımlı olduklarıymış.

Bir de olaya tersten bakalım. Karşınızda çoğu zaman asabi, her an her şeyden herkesden şüphe duyan, kimseye güvenmeyen ve duygusal olarak aşırı hassas biri var. Bu kişinin annesinin her zaman mutsuz, depresif bir kadın olduğunu öğrenmek kimseyi şaşırtmıyor elbette. Etrafıma bakıyorum. Aklıma geliyor öfkeli ve bir o kadar da kırılgan insanlar. Sonra ailelerini düşünüyorum. Ve sonuç: sağlıklı olmayan anneler, mutsuz evlilikler.

Doğum

Bebeğin doğum esnasında yaşadıklarını travma olarak nitelendirebilir sanırım. Sıcacık, güvenli ortamından çıkıyor ve hiç bilmediği parlak, soğuk bir yerde buluyor kendini. Doğum esnasında yaşanılanların bebek için önemli olduğunu vurguluyorlar. Hatta göbek kordonu yanlışlıkla boynuna dolanan bebeklerin, yetişkinliklerinde boğaz bölgesiyle ilgili, özellikle de yutkunma problemleri yaşadıkları görülmüş.

Aşırı olarak nitelendirilen zor doğumlarda, komplikasyonlarla dünyaya gelmiş bebeklerin ileride suç işleme oranlarından bahsediliyor. Daha doğrusu insanlık tarihinde bilinen 15-16 ‘caninin’ anormal doğumlarla dünyaya geldikleri ortaya çıkmış. Çok ilginç öyle değil mi?

Sezeryan doğumlarda bebeğin normal doğumla dünyaya gelen bebeklere göre çok daha fazla kucaklanmaya ihtiyacı varmış. Çünkü bebek bir anda bulunduğu ortamdan çekilip alınıyor.

Öğrenme

Şaşırtıcı olaylar devam ediyor kitabın ilerleyen sayfalarında. Gerçek hikayeler var. Hamileliğin son aylarında bebeğine dinlettiği müzikleri şarkıları 1,5 – 2 yaşındaki kızının mırıldadığını duyan annelerin yaşadıkları anlatılıyor. Anne doğumdan sonra o müzikleri bir daha hiç dinlememiş. Aklına bile gelmemiş. Sonra bir anda kızının mırıldadığını duymuş. ‘Başka bir yerde de duymuş olamaz’ diyor.

Bu 250 sayfalık kitap benim baş ucu kitaplarımdan biri. Hamile kalan her arkadaşıma da tavsiye ediyorum. Yazılan her şey size inandırıcı gelmese bile bebeğinizin sizi duyduğunu, sizi hissettiğini biliyor olmalısınız. Çocuk yetiştirmek, sağlıklı çocuk yetiştirmek bence hiç de öyle kolay değil. Geleceği şekillendirecek olan bizim çocuklarımız. Onlara öğreteceklerimiz gelecek nesillere de aktarılacak. Sırf bu yüzden bile çocuklarımıza anne karnından itibaren huzurlu, mutlu, sıcak ve güvenli bir ortam sunmalıyız.

www.slingomom.com

Yazının devamı...

Anneliğin Sınırları - Zorlayıcı(ZORBA) Annelik

Son bir kaç gündür takip ettiğim bir tartışma var Amerika'da. Konu, Yale'de kukuk profesörü olan Amy Chua'nın 8 Ocak'ta Wall Street Journal'da yayınlanmış olan makalesi: - Çinli Anneler Neden Daha Üstün?

Uzak doğulu özellikle de Çinli çocukların akademik başarıları herkesin ilgisini çekiyor. Amy Chua da bunun sebebinin ebeveynlik tarzından kaynaklandığını söylüyor. İki kızı da son derece başarılı, küçük yaşlardan itibaren piyano çalıyorlar ve bu başarılarda kendi imzası olduğunu açık açık söylüyor. Amy Chua'nın kızlarına asla izin vermediklerini öğrenmek ister misiniz?

Amy Chua'ya göre çocukları için en iyisinin ne olduğunu sadece anne-baba bilir ve çocuklar da en iyi olmak için uğraşmak zorundalar. Bir konuda en iyi olmadıkça eğlenceli bir durum olamaz. Çocuğun yeteneklerini, yapabileceklerini ortaya çıkarmak için zorlayıcı olmak gerekiyor. Böylece çocuk hem akademik olarak, hem de ileride profesyonel olarak diğer herkesten özellikle de Batılı arkadaşlarından daha başarılı olacak. Çinli bir anne misafirlerin ortasında çocuğuna 'sen şişmansın', 'işe yaramazsın' gibi aşağılayıcı sözleri rahatça sarf edebiliyor. Amaç çocuğu aşağılamak değil, onu motive etmekmiş doğru olanı yapması için. Yazının orjinali burada.

Amy Chua'nın bu makalesine 5000'den fazla yorum gelmiş tahmin edeceğiniz gibi. Aralarında Çinli anneler de var. Hatta bir tanesi 'ben kızımı istekleri konusunda destekledim. Oyun oynamasına izin verdim. Asla zorlamadım. Bilin bakalım ne oldu? Harvard ve Yale'den kabul geldi' diye yazmış. Amy Chua bu tepkilere cevap verdi yeni bir yazıyla. Kızlarıyla harika ilişkileri olduğunu anlatmış. Herkes mutluymuş. Kadına 'Kaplan Anne' lakabını taktılar bu arada. Hong Kong'da çıkan İngilizce bir gazetedeki karikatür ise her şeyi anlatıyor. Karikatürde Çinli bir aile var. Küçük çocukları yemek yemeyi reddediyor. Bunun üzerine baba da oğluna: 'Yemeğini yemezsen seni Amy Chua'ya evlat veririz' diyor. Demek ki Çinliler için bile fazla zorba(!) bir anne.

Bu yazılanların üzerine NY Times da bir tartışma başlattı. Aşırı veya Zorlayıcı Ebeveynlik Etkili Mi? diye. Okumanızı tavsiye ediyorum.

Belki 5000 tanesini birden okumamışımdır ama 2-3 günde 1000'den fazla yorumu okudum. Sonra oturdum düşündüm. Facebook'ta paylaşılan anne-çocuk yazılarına göz attım. Kendi yazılarımı düşündüm. Çevremi, arkadaşlarımı, çocukluğumu düşündüm ve sonunda bu kadının hasta olduğuna karar verdim. Eğer mental bir problemi yoksa spekülatif bir yazı yazma amacında olduğuna inanıyorum. Farklı olmak istiyor sanırım. Ya da anne babasıyla iç hesaplaşma yaşıyor. Kendisi de aynı katı kurallarla büyümüş. Bir yandan da çok mutlu bir çocukluk geçirdiğini söylüyor.

Ne düşünüyorum biliyor musunuz? Çocuklar malımız değil. Birer sanat şaheseri, yarışmaya soktuğumuz ürün değiller. Evet, çocuklarımızı biz dünyaya getirdik ve şimdi de onlar için en iyisini istiyoruz. Birey olduklarını unutmadan şekillendirmeliyiz hayatlarını. Kısıtlamak, zorlamak, zorbalıkla davranmak neyi çözer? Her dersini A++ ile geçen zeki ama sönük, gözlerinde hayat belirtisi olmayan biri olmak istemezdim ben. Oğlum da istemediği biri olmasın, istemediği şeyleri yapmasın. Piyano çalmak istemiyorsa kafasına, ellerine vura vura mı piyano çalmasını sağlayacağım? Tüm bunlar bir annenin hırsıdır olsa olsa. Amy Chua'nın yazısına yapılan yorumlardan biri de şöyleydi: ''Evet, Çinliler oldukça başarılı. Çoğu müdür ve üst düzeydeler ama çok azı CEO olabiliyor. Yoksa anneleri CEO olmalarına izin vermiyor mu?''

İşin gerçeği bu tip saplantılı bir disiplinin sonucunda çocukların akademik olarak başarılı olacakları kesin. Ancak kişilik, yaratıcılık ve liderlik vasıflarını geliştiremeyecekleri de kesin. Yoksa dünyadaki her şirketin başında bir Çinli olurdu. Amy Chua'nın kızlarının ileride iyi birer doktor, avukat olacaklarına da şüphe yok. Bugün internet var, sosyal medya var. 24-25 yaşında çocuklar üç dört sene içinde milyar dolarlarla oynamaya başladılar. Diyor ki köşe yazarlarından biri, 'Amy Chua gibi ebeveynlerin çocukları asla bir Facebook, Twitter, Groupon gibi şirketlere sahip olamazlar'. Neden mi? Çünkü içinde bulunduğumuz çağ, yaratıcılık, ileri görüşlülük ve liderlik istiyor.

Özgür düşünce, kişilik hakları gibi konular önemli benim için. Düşünüyorum yine. Kadın biraz da olsa haklı olabilir mi? Disiplin iyidir sonuçta değil mi? Hayır, haklı değil. Disiplin dengeli olmak zorunda. Çalışmak, çok çalışmak elbette akademik başarı getirir. Kimse oturduğu yerden üniversite kazanmıyor fakat bastırılmış duygular, hiç dile gelmemiş istekler ne olacak? Derinlerde bir yerlerde ortaya çıkmayı beklemiyor mudur? Kalıplara göre çocuk yetiştirmek sağlıklı mıdır? Kafeste kuş beslemekle aynı benim için bu. Sansür var hayatlarında. Arkadaşlık, ders harici boş zaman geçirme kavramları yok. Devamlı bir kontrol, devamlı annelerinin ideallerine ulaşmaya çalışan, onu mutlu etmeye çalışan çocuklar sağlıklı birer yetişkin olabilirler mi? Anneliğin de bir sınırı yok mudur?

www.slingomom.com

Yazının devamı...

DOĞUM SONRASI KILOLARDAN KURTULMAK

D oğumun üzerinden aylar geçtiği halde istediğiniz kiloya inemediyseniz moralinizi bozmayın. Derler ki, . Emziriyorsanız, tatlı, börek gibi hamur işlerinden de uzak durursanız büyük ihtimalle bebeğiniz 9 aylıkken hafiflemiş olacaksınız. Bazı şanslı anneler ilk 3 ay içinde eskiye bile dönüyor.

Ben? Ben, emzirirken kilo alanlardanım. Hamileyken 11 kilo alıp, doğumdan sonra geriye 3 kilo fazlayla ortalarda hafif hafifgezinirken, ‘emziriyorum nasıl olsa, ohh gelsin Nutella’lar, gitsin antep fıstıklı çikolatalar’ diyerek şuursuzca tüketince kalorileri, aldım mı 4 kilo?!? İyi de bana ”demişlerdi. Anne sütünü arttıranın su olduğunu bilmez miyim? Herkese de söyleniyordum, ”bana tatlı, yemek, komposto, şerbet için ısrar etmeyin. Su bardağımı boş kalmasın yeter” diye.

Ama çikolata tatlıdan sayılmaz ki. O bir ihtiyaç. Vücudum istiyor. İşin tuhafı hamileyken canım hiç istememişti. Sanki o 9 ayın acısını çıkardım. Yemek bile yemiyordum. Başka tatlı da yoktu aklımda sadece çikolata. Sonra bir gün dedim ki kocama ”lütfen bana 'DUR' de. En kötü şeyleri söyle ki artık yemeyeyim.” Cevap vermedi. Bir şey demedi. Bir kaç hafta sonra ”kilolu muyum?” diye sordum durup dururken. Cevap: ”Sen karar ver. Aynadaki görüntün seni memnun ediyor mu?” Haydaaa. İşte yeni bir sayfa açmamı sağlayan o cümle. Ciddi miydi, yoksa ben söylediğim için mi çıkıvermişti bu sözler ağzından?!?

Hamileyken o kadar iyi besleniyordum ki, çalışıyordum bir yandan da, spor yapıyordum, sabah akşam köpeğimizi bile ben gezdiriyordum. Beslenme üzerine aldığım kitaplardan birinde şöyle bir cümle karşıma çıkmıştı:

Zararlı olduğunu veya bebeğinizin ihtiyacı olmadığını bildiğiniz bir yiyeceğin kanınıza karışmasına izin veremezsiniz. Ben de öyle yaptım. Diyetisyen arkadaşıma danıştım. O da bana ”eğer doğru beslenirsen 20 kilo da alsan, doğum sonrası hepsini verirsin. Ancak kaloriler tatlı-börekten gelirse, hamilelik boyunca sadece 10 kilo da alsan 1 gramını zor verirsin” demişti. Ne olduysa benim çikolata aşkımdan oldu. Kocamın uyarısı ile haftada 1 pakete indirdim çikolatayı. Su miktarını arttırdım. Meyve ve çiğ sebze ilk sıradaydı artık hayatımda. Bir de mercimek çorbası. Nedense kırmızı mercimek çorbasından sonra bir anda süt doluyordum. Her seferinde hem de. İçindeki soğandan olduğunu iddia edenler var. Sebebini bilen varsa söylerse çok sevinirim. Hafif hissediyordum kendimi. Tabii bu arada oğlum 6 aylık olmuştu, diyorduk çünkü yuvarlana yuvarlana ilerliyordu. Oturuyordu. Emekledi emekleyecek. Evdeki hareket artınca, menü de düzene girince, eh hala emziriyorum kilolar haftada 1′er 1′er gitmeye başladı. Koray 9 aylıktı ben hamile kaldığım kilodaydım. 1 yaşındayken daha da zayıflamıştım.

Gelelim önerilerime: (Test edilip, ONAYLANDI)

Yazının devamı...

Çocuklarımız için güvenli internet ortamı sağlıyor muyuz?

Açıkçası henüz bizlik bir durum yok ortada ama bir anne olarak düşünmeden, araştırmadan edemiyorum. Günler çabuk geçiyor. Oğlum bir gün kendine ait bir bilgisayar, telefon isteyecek. Peki ben hazırlıklı olacak mıyım? Her gün üçüncü sayfa haberi olarak mutlaka 'internette tanıştığı...' ile başlayan cinayet, gasp, tecavüz haberleri okuyoruz.

Anlayamıyorum bu çocuklar Facebook'tan tanıştığı insanlarla nasıl buluşuyorlar. Anne, babaları bunların ne yaptığını, nereye gittiğini, kimlerle görüştüğünü kontrol etmiyor mu? Çocuklarını bir şey olunca da yeri göğü inletiyorlar. Elbette anne-babanın ilgisizliği veya göz yumması olayı meşrulaştırmaz, cezanın hafiflemesine neden olamaz ancak bizim de çocuklarımızın peşinde olmamız gerekir diye düşünüyorum. B demek değil. Sınırlı özgürlükle can sağlıklarını koruyabiliriz diyorum. Yani sınırları biz belirleyeceğiz ona hissettirmeden ve bu sınırlar dahilinde olabildiğince özgür olacak.

Can sağlığı demek abartmak değil. Yaşadığımız bu dönemde, bilgiye ulaşmak öylesine kolay ki. İsteyen herkes, biraz araştırma yapsa-yaptırsa kim nerede oturuyor, ne yiyor, ne içiyor, bankada ne kadar parası var öğrenebilir. Bilgisayar çağında bizim yapmamız gereken internetini kesmek olmamalı. Çünkü evde giremese bile okul çağında bir çocuk internete erişebileceği bir bilgisayar mutlaka bulur. Yasaklar delinmek için değil midir zaten? Üstelik yasak daha cazip hale getiriyor.

Öyleyse biz gerçekten ne yapacağız?

Onlara tanıyacağımız özgürlükler hakkında bilgi edineceğiz, kendimizi eğiteceğiz. İnterneti ve bilgisayar güvenliğini öğreneceğiz. Bilgisayar bilgisi çok kısıtlı ebeveynler, evdeki bilgisayarın servisi ile görüşüp internet güvenliği hakkında bilgi alıp gerekli düzenlemelerin yapılmasını sağlayabilirler. Bilgisayarı daha doğrusu interneti az çok kullanan anne-babalar ise çocuklarının izini sosyal medyada takip etmeli. Facebook, Twitter, Messenger, Friendfeed gibi sitelerde kendilerine bir hesap almalı ve çocuklarının nasıl bir dünyada olduklarını anlamalılar. Ergenlik çağındaki çocukların hatta ilkokul bile denilebilir, sosyal ağ sitelerinde en çok yaptıkları birbirlerini fotoğrafları hakkında yorum yapmakmış. En önemli gündem maddesi ise kaç kişi ile arkadaş olunduğuymuş.

İlkokul çağında bir sürü çocuk var Facebook ve Twitter gibi sitelerde. Burada en önemlisi çocuğumuzun buna benzer bir talebi olduğunda bu sitelere beraberken hesap açmak. Sizin gözetiminizde olduğunu bilecek böylece.

Facebook en gözde paylaşım, haberleşme sitesi. Çocuğunuza hesap açmadan önce güvenlik önlemlerini öğrenmiş olmanız ve çocuğunuz için hesap açarken tüm bu kişisel ayarlamaları yapmanız gerekiyor. İşin enteresan tarafı, aylarca eleştirilerini yaptılar. Facebook da gizlilik ayarlarında değişiklikler yaptı. Verilen bilgiye göre bu yeni düzenlemeyi çok az kişi kullanmış. Millet üşendi heralde ayarlarla uğraşmaya. Ama bizim üşenme gibi bir lüksümüz yok. Facebook'ta gizlilik ayarları-privacy settings bölümüne tıkladığınızda statü, fotoğraf, yorum, mesajların kimler tarafından görüleceğini ayarlıyorsunuz.

İsterseniz kimse sizi Facebook'ta bulamaz. Sadece arkadaşlarınız bilir orada olduğunuzu. Çünkü Facebook araması ile tanımadığınız ne olduğu, kim olduğu belirsiz bir sürü insandan arkadaşlık teklifi, mesaj gelebiliyor. İyisi mi siz çocuğunuzun Facebook aramalarında gözükmesini engelleyin. Cinsiyetinin, doğum tarihinin gözükmesini de aynı şekilde gözükmesini engelleyin. Bu ayarlamaları ortaokul - lise öğrencisi çocuğunuza yapamazsınız, yapsanız da değiştirir büyük ihtimalle ama küçük çocuğunuzu bu şekilde koruyabilirsiniz.

Bir diğer öneri de çocuğunuzun sizden daha iyi bir internet kullanıcısı olduğunu ona sık sık hatırlatmak. Nasıl yapılacağını bilemediğinizi söyleyin ve size anlatmasını sağlayın, Facebook'ta en sevdiği arkadaşını göstermesini isteyin. Bunun gibi küçük ayarlarla biraz da olsa kontrol altına almış olacağız. Nasıl bir ortamda olduğunu anlayacağız, belki de aynı dili konuşacağız ve bu ilişkiyi daha da kuvvetlendirecek.

Çocuklarımıza internetin herkese açık bir yer olduğunu anlatmak zorundayız. Evde, odalarında olmaları, yeteri kadar güvende oldukları anlamında gelmediğini bilmeliler. Tanımadıkları kişilerin arkadaşlık isteklerini kabul etmemeleri gerektiğini anlamalılar. Çocuklar, anne-babalarından internet güvenliğiyle ilgili uyarı dinleme istemeyeceklerinden 'alın karşınıza konuşun, tehlikeleri anlatın' demenin ne kadar yararı olur bilmiyorum. Elbette şansımızı deneyeceğiz. Bunun yanında destek güç de almak gerekiyor.

Microsoft, Apple gibi şirketlerin konuyla ilgili sayfalarını önce siz okuyun sonra da onun okumasını sağlayın.



http://eukidsonline.metu.edu.tr/

Şubat 2010'da Güvenli İnternet Günü düzenlenmiş. http://www.gig.org.tr web sitesinde konuyla ilgili bir çok bilgi var.

Yakinda adli bir site açılacak. Yukarıda bahsettiğim Güvenli İnternet Günü Konferansı için yapılmış olan araştırmalar sonucu Türkiye'deki çocukların en çok evden internete girdiği ve bunların %95'inin bir sosyal paylaşım sitesinde hesaplarının olduğu anlaşılmış. Anne-babalar ise bu durumdan oldukça tedirgin ve ne yapacaklarını bilemez durumdalar. Bunun üzerine internet ve çocuk konusunda uzmanlaşmış Çocuk Aklı adlı web sitesi sadece 7-16 yaş çocuk ve gençlere özel bir sosyal platform hazırlamışlar. Detaylı bilgi için tıklayın.
İngiltere'de bu sitenin güzel bir örneği var. Child Line.

Biz ebeveynlere her zaman olduğu gibi çok iş düşüyor. Üstelik çoğu anne-babanın yeterli eğitimi ve bilgisi yok bu konuda. Canımız çocuklarımızı kendi evlerinde bile korumak zorundayız artık. Bilgi çağının gereklerinden biri artık. Ben, şu anda bu durumda olan annelere bildiklerimi aktarmaya çalışıyorum. Oğlum 2 yaşında. Muhtemelen 5-6 sene içinde çok daha gelişmiş olan bir siber ortamda 'onu nasıl takip ederim?' sorusunu soruyor olacağım.

www.slingomom.com

Yazının devamı...

Küçük bir çocuğa ölüm nasıl anlatılır?

Bu hafta sonu keyifsiz geçti. Katılmam gereken bir cenaze vardı. Babaannemin ölümünden beri cenazeler, mezarlık ziyaretleri beni çok daha derinden yaralıyor. Çok sarsılmıştım. Lise son sınıftaydım ve ilk defa bu kadar yakın birini kaybetmiştim. Trafik kazası yüzünden üstelik. O zaman anlamıştım ölümün aslında çok yakınımızda olduğunu, hayatın içinde olduğunu. Gidenleri unutmamaya çalışıyorum. Özelllikle de seslerini. Babaannemin sesi, son sözcükleri kulağımda. Sonra canım dayımın. Bana seslenişi, kocaman kucaklaması hep hayalimde. Sanki uzaktalarmış da zamansızlıktan görüşemiyormuşuz gibi geliyor.  Ben 30 yaşında bir yetişkin olarak ölümü bu kadar zor anlıyorsam, kaybettiklerimin acısını hala hissediyorsam ve bir türlü kabullenmek istemiyorsam, Koray'a nasıl anlatırım, diye düşündüm. 2 yaşında anlaması zaten mümkün değil. 'Emzikler yok attık ya' dedim. Gece yarısı uykusunda soruyorken hala, sevdiği tanıdığı birinin ölümünü nasıl anlatırım? 8-9 yaşına gelene kadar 'uzakta şimdi' diye mi cevap vermeli? 5 yaşındaki bir çocuk 'neden gelmiyor, gelsin artık' derse ne demeli? 10-12 yaşına kadar ölen kişinin geri geleceği ümidini taşırmış çocuklar. Ancak bu yaşlardan sonra kavramını anlayabiliyorlarmış.  Kendim sordum, cevabımı buldum, paylaşıyorum:  * 0-3 yaş arasındaki minikler her ne kadar ölümün ne olduğunu anlayamasalar çevrelerinde olup bitenleri hissedebilirler. Evdeki husursuzluk onlara da yansır ve tepki verirler.  * 3-6 yaş arasındaki çocuklar ölümü geri döndürülebilir veya geçici bir durum olarak algılarlarmış. Benim yukarıda yazdığım gibi 'gelsin artık' gibi bir cümle kurmaları olasıymış. Aynı zamanda bu yaş grubundakiler sınırlı deneyimlere sahip olduklarından ölümleri bunlara bağlarlarmış. Örneğin tanıdığı birisi mide hastalığından öldü. Annesinin mide ağrısı çektiğini öğrendiğinde, annesinin de öleceği korkusunu yaşarmış. Bu dönemde çocuğun günlük yaşantısında değişiklikler yapmadan duygularını, korkularını anlatmasını sağlayacakmışız. Her zamankinden daha fazla birlikte vakit geçirip, uzakla kaldığımız anlarda anne-babanın nerede olduğu bilgisini vermek gerekiyormuş ki endişeleri azalsın. 'Allah Baba aldı', 'o şimdi uyuyor' gibi ifadeleri KESİNLİKLE kullanmayacağız. Ölüm hakkında bitmek tükenmek bilmeyen sorularına karşı sabırlı olacağız.  Yine okul öncesi dönemde ÖLÜM'ü anlatırken bunun doğal bir yaşam döngüsü olduğunu anlatmakla başlayabilirmişiz. Hayvanları örnek gösterebilirmişiz. Köpekler 15 sene yaşar, Kelebekler 1 hafta, insanlar 70-80 yıl yaşar..., diyebilirmişiz. Ancak ani ölümler, hastalıklar olabileceğini basitçe anlatmalıymışız. Bu yaş grubu sebep-sonuç ilişkisini ilkel bir şekilde algıladığından ölümle ilgili konuşurken çok dikkatli olmalıyız. Örneğin; 'toprak oldu', 'uykusunda öldü' gibi ifadeler çocuğun toprak ve uykuyu ölümle ilişkilendirmesine sebep olabilirmiş.  Doğum ve Ölüm  iyi anlamalı, doğru anlatmalı  www.slingomom.com   

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.