SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

EVDE DOĞUM FİKRİ

Son bir kaç haftadır sezeryan mı, normal doğum mu? sorusunun sorulduğu yazılar dikkatimi çeker oldu. Sezeryan bir doğum çeşidi midir, ben anlayamıyorum hala. Ameliyattır benim bildiğim. Normal olmayan durumlarda yani ANORMAL doğumlarda, hem annenin hem de bebeğin hayatını kurtaracak olan cerrahi müdahaledir. Öyle değil mi?

Neyse millet ‘sezeryan mı olsammmmm?’ diye düşüne dursun, ben fikrini çok sıcak bulmuşumdur. Biraz da inattan mıdır nedir, gittikçe daha doğal olana kaymaya başlıyorum. Benim normal doğumla ilgili fikirlerimi takıntı olarak değerlendirenler de çıkmadı değil. Yok Koray çok küçükmüş de, yok ben çok kilo almamışım da, yok ben şanslıymışım da… da da da… Fark eder mi? İri bir bebek olsaydı karnımdaki ve sağlığımızı tehlikeye atacak bir durum olmasaydı, ben bıçak altına yatmayı mı isteyecektim? Şans ne demek?

Azınlık değilim ki şanslı grupta sayılayım. Anormal bir durum yok doğal doğum yapmak istememde. Mümkün olsa evde doğum yapsam. Bence çok da romantik. Her şeyin başladığı yerde, bebeğimi doğuracağım.

Eskiden herkes evde doğuruyormuş. Bebek ve anne ölümlerinin çokluğunu buna bağlıyorlar. Doğrudur. Sıkıntılı geçen bir doğumda doktor yoksa hayati tehlike büyük demektir. Ebe kavramı da farklıymış aslında. 1-2 kere çocuk doğurtan köyün yaşlı kadını, olmuş sana ebe. Ne doğumun esaslarını bilir, ne de gerekli olduğunda müdahale etmeyi. Oysa ebe demek, doğum hemşiresi demek bir anlamda. Bebeği doğurtandır. Bebeğin anne karnındaki hareketlerini, nasıl doğacağını bilir. Ters giden bir durumda ne yapması gerektiğini veya yetemeyeceği durumlar olabileceğini bilir. Doktora yardım eder, doğumu kolaylaştırır.

Siz hiç doğum seyrettiniz mi?

Önemli olanın, bebeğin kafası göründükten sonra doktorun yaptığı müdahale olduğunu biliyor musunuz?

Hamileyken bir cesaret youtube’dan açıp seyretmiştim onlarca video. Babam defalarca anlatmış olmasına rağmen, seyretmek başka bir zevk. İtiraf etmem gerekirse ilk seyrettiğimde şok olmuştum. Friends dizini seyredenler bilir. Rachel hamileyken bir doğum videosu seyreder ve fenalık geçirir. İşte ilk tepkim öyle olmuştu. Şaşkınlık ve korku karışık. Ya doktor yanlış hareket yaparsa diye benimkinde? Her şeyi ben biliyorum ya, doktor yanlış biliyorsa ne olur acaba diye endişelenmiştim. Seyretmeye devam ettikçe büyülendim. Annenin ıkınması, doktorun veya hemşirenin/ebenin anneyi rahatlatıcı sözleri, kocanın şefkatli dokunuşu ve bebeğin ağlaması… Ben ki kolay kolay ağlamam her şeye, artık ne zaman bir doğum videosu seyretsem gözlerim dolar. Konuşamaz olurum bir kaç dakika. Çünkü biliyorum neler yaşandığını o odada.

İkinci kez hamile kalırsam, evde doğurma şansım da olursa hayatta kaçırmam fırsatı.

Bunu söylediğim duyanların bir kısmı hayretle ve korku dolu gözlerle bakıyorlar bana. Bir çok kadın doğum olayına korkuyla yaklaşıyormuş. Anlatılan hikayeler, yazılar, haberler ve hatta doktorların yönlendirmesiyle doğal olandan çekinir olduk. Evde doğum ile ilgili Türkçe yazı, kaynak var mı diye araştırırken, karşıma çıkan bir web sitesinde öylesine kötü tasvir edilmiş ki, insan bırakın evde doğumu, hastanede 10 tane doktor gözetiminde bile doğum yapamaz. Zaten yazının altına da benim bu şikayetimi dile getiren yorumlar da yapılmış. Merak edenlere linki burada.

Evde doğumun hastaneden tek farkı, herhangi bir komplikasyon olma durumunda yapılacakların kısıtlı olması. Yoksa anne de bebek de sağlıklıysa, hamilelik iyi geçmişse, bebeğin anne karnındaki pozisyonu doğruysa hastanede veya evde yapılacakların birbirinde farkı yokmuş. Burada önemli olan, size doğumda eşlik edecek olan doğum hemşiresinin, mümkünse doktorun varlığı. Evde doğurmak istiyorum derken, 'tek başıma doğuracağım, annem de kaynar su-temiz havlu ile başımda bekleyecek' demiyorum tabi ki. Planlı bir doğum benim bahsettiğim.

Bazı kaynaklar, evde doğumun ilkelce olduğunu iddia edip ölümlerin çokluğundan bahsetse de biraz daha araştırınca durumun hiç de öyle olmadığını gösteren çalışmaları, yayınları buldum. İşin güzel tarafı evde doğumlarda, daha az müdahale edildiğinden, annenin ve bebeğin toparlanması daha hızlı oluyormuş. Evde doğum hakkında yanlış bilinenleri anlatan ingilizce bir site var:

http://www.gentlebirth.org. Bir göz atıp yazılanları okumanızı tavsiye ediyorum.

Olur da evde doğum yaparsam kapının önüne asacağım bir tabela: BU EVDE DOĞUM VAR!

www.slingomom.com/

Yazının devamı...

Bebek ve köpek aynı evde yaşar mı?

Kendimi bildim bileli köpeğim olsun istemişimdir ama annem çok haklı olarak almadı. Çok haklı diyorum çünkü evin çocukları ne kadar sevse ve ilgileneceklerini söylese de evcil hayvan bakımı her zaman annenin görevi haline gelmekte. Şimdi anlayabiliyorum ama o zamanlar çok kızıyordum ona. Gerçi benim hayvan sevgim köpeklerle sınırlı değil. Annem hangi birini alacaktı ki eve. Kediler, kuşlar, köpeklerle yatağımı bile paylaşabilirim.

Luca, 8 haftalıktı evimize geldiğinde, biz yeni evli sayılırdık. Karı-koca hayvanlar için deli oluyoruz. Kaçınılmazdı bir köpeğimizin olması. Derken hamile kaldım. Bir an bile kızımı terk etmek düşüncesi aklımızdan geçmedi. Sadece aile büyüklerimizin içini rahatlatmak için bilimsel araştırmalara girdim ki ev hayvanlarının hamileye ve daha sonra da yeni doğan bir bebeğe zararlı olmadıklarını anlatmalıydım.

Yazık ki bir çok evcil hayvan, evin hanımı hamile kaldığında bir şekilde terk edilip, ailesi bildiği insanlardan uzaklaştırılıyor. Hamilelikte kist ve toksoplazma riski yüzünden, bebek doğunca da ona zarar verir endişesi ile bu dostların kalpleri kırılıyor. Aşılı, düzenli veteriner kontrolündeki hayvanların kedi, köpek fark etmez, sizi hasta etmeleri imkansızdır. Nasıl bizim saçımız var, onların da tüyleri var. Temiz bakılan, iyi beslenen hayvanların bir çok insandan daha temiz olduğuna kalıbımı basarım. Üstelik yapılan araştırmalar sonucunda, evcil hayvan ile büyüyen çocukların hem fiziksel hem de ruhsal gelişimlerinin, evcil hayvanı olmayan akranlarından çok daha ileri seviyede olduğu kanıtlanmış. İnternetteki kaynaklardan www.yesilkopek.com, www.hamilebilgi.com/gebelikte_evcil_hayvanlar.html sitelerinin konuyla ilgili yazılarını okumanızı tavsiye ediyorum.

Yeni doğan ve köpek

Oğlumu eve getirdiğimizde, Luca her zamanki gibi heyecanlıydı. Anlamadı önce kucağımdakini. Geldi, kokladı, uzun uzun. Yalamadı bile. Sanırım minik, savunmasız bir insan yavrusu olduğunu fark etti. Evdeki dengelerin değişeceğini hissetti. Kıskandı ilk zamanlar, yok saydı, sırtını döndü. Hiç ilgilenmedi. Ne zamanki Koray sesler çıkarmaya başladı. Luca daha fazla kayıtsız kalamadı ona. İnanır mısınız oğlumun ağzından ilk çıkan kelime ne baba, ne dede ne de anne oldu. LUCA dedi. Bekliyorduk bunu. Aralarındaki bağ her gün biraz daha güçleniyor.

Bugün 2 yaşındaki azgın oğlum ve 5 yaşındaki köpeğimizi seyrederken anlıyorum ki korku dna’mızda yok. Sonradan öğreniyoruz. Hayvanlara düşman bir ailede büyüyen çocuk, hayatı boyunca en küçük canlıdan bile korkar ve bu korkusu yüzünden zarar vermeye çalışır. Özgüveni son derece zayıftır ve büyük ihtimalle de hırçın bir karakteri vardır. Hem okuduklarım hem de kendi yaşadıklarımdan yola çıkarak diyebilirim ki hayvan sevgisi ile büyümek, hayvanlarla iletişim kurmak son derede özel bir duygu. Dost kelimesinin gerçek anlamını öğreniyorsunuz. Karşılıksız, saf sevgiyi hissediyorsunuz ve her canlının biz insanlar kadar eşit yaşam hakkı olduğunu fark ediyorsunuz.

Sevgi ile yetiştirilen bir köpeğin canavar olması İMKANSIZ!

Aslında biliyor musunuz tüm hayvanlar sevilmek ister sadece. Evcil bir hayvanın durup dururken bir insana veya başka bir hayvana zarar vereceğine inanmıyorum. Golden Retriever insan köpeği derler. Doğrudur. Dünyanın en iyi huylu, en akıllı köpeği gerçekten de ama ırkın özelliğinin dışında yetiştiricisinin özelliği bence bu. Golden cinsi köpekleri kim alır, aileler. Aile, sevgi demektir. Köpeği ailenin bireyi olarak görürler. Onunla yatar, onunla kalkarlar. Pitbull’ları ne için yetiştiriyorlar genelde? Dövüş için. Rottweiler, Doberman? Koruma, korkutma köpekleri yaparlar bunları. En acımasız, insafsız eğitimlerin verildiği bu güçlü köpekler bir anda canavara dönüşüyorlar. Ne acı değil mi? Oysa o kadar büyük kalpleri var ki tüm bu ırkların. ”Köpekleri değil sahiplerini toplasınlar!” demişti biri geçen gün. Ne doğru söylemiş! Kendini bilmez biri Golden, Labrador gibi aklı fikri yemek ve topta olan köpeklerin bile karakterini değiştirip ölüm makinesine dönüştürebilir. Bakmayın yumuşacık görüntülerine. Hem güçlü çeneleri vardır, hem de pitbull’dan daha akıllıdırlar. Yani daha tehlikeli bile olabilirler. İşin tuhafı geçen yıl Amerika’da raporlarına göre Pitbull’lar ilk 10′da bile değilmiş.

Hayvanda bir agresiflik varsa hatayı sahiplerinde aramalı. Sokakta gördüğümüz sahipsiz kedi köpeğe bile yaklaşmasına izin veriyorum Koray’ın ama ellemesine asla. Diyorum ki ”Koraycım biz tanımıyoruz onu. Sen şimdi el salla ona, gidelim. Evde Luca bizi bekliyor.” Koray el sallayıp devam ediyor yoluna ama eminim bıraksam dönüp atlar tepesine yerde yatan köpeğin. Sahibi varsa da önce izin istiyoruz sevmek için. Yoksa Koray korkusuz, ben de rahat bir anneyim diye çocuğumu salmıyorum hayvanların üzerine.

Sonuç olarak, bebek ve çocuk evcil hayvanla aynı evde yaşayabilir hem de koyun koyuna ama mutlaka her an bir gözünüz onlarda olmalı. Açıkçası Koray bilmeden Luca’ya zarar verir diye korkuyorum. Hem çocuğunuzun, hem de köpeğinizin sınırlarını belirleyin. Kurallar kesin olmalı. Büyük ihtimalle köpeğiniz kuralları hemen benimseyecektir de, miniğiniz sizi epey bir uğraştıracaktır. Her köpeğin ırkına has bir karakteri de vardır. Bunları iyi öğrenip ona göre yaklaşmalı, yaklaştırmalı çocuğu.

Evinize kedi-köpek almasanız bile çocuğunuzun hayvanları sevmesini engellemeyin, onları korkutmayın. Bu dünyadaki en iyi arkadaşı olabilir oysa…

www.slingomom.com/

Yazının devamı...

Büyüme Hormonu dedikleri

Hani her fırsatta ‘büyüme hormonu’ çok önemli deniyor ya, ben de buradan yola çıkarak, sağda solda duyup aklıma yattığı için ‘büyüme hormonunun akşam 8′de salgılandığı’ bilgisi yüzünden oğlumu 8′de uyumuş olmalı terörü estiriyorum. İyi de yapıyorum eminim ama ne kadarı doğru? Gerçekten de akşam 8′de, tam 8′de mi salgılanmaya başlıyor? Bir kaç gündür okuyorum. Okuduklarımı anlamaya çalışıyordum. Neyse artık yazıyorum. Sizin de bildiklerini varsa paylaşırsanız çok sevinirim. Takıldım çünkü buna.

Neymiş bu Büyüme Hormonu?

Bilimsel kaynaklara göre Büyüme Hormonu herkeste bulunan, bebeklik ve çocukluk döneminde büyümeyi düzenleyen bir hormon. Yaşlandıkça büyüme hormonunun salgılanması da azalıyor. Zira ihtiyacımız olan uyku da.

Büyüme Hormonu özellikle 0-5 yaş arası oldukça önemli. Bu hormonun yetersiz salgılanması durumunda çocuklarda daha yavaş bir büyüme görülüyor. Hipofiz bezinden salgılanan hormon çocuklarda uyku sırasında salgılanıyormuş. Uykunun kabaca üç evresi olduğunu, başı bebeğinin uykusuyla dertte olanlar bol kitap okudukları ve internette araştırma yaptıkları için biliyordur. Bunlar uykuya geçme- rüyasız uyku (non REM)-rüyalı uyku (REM). Uykuya geçme evresinde çevre ile olan iletişim kesiliyor, rüyasız uyku evresinde fiziksel yorgunluk atılıyormuş ve beden dinlenmeye çekiliyormuş. Büyüme Hormonu da tam bu evrede salgılanıyormuş. Rüyalı uyku evresinde gözlerde ve göz kapaklarında hareket görülürmüş ve uykudan uyanmaya az bir vakit olurmuş. Zaten uyanır uyanmaz rüyaları hatırlamamızın sebebi de bu.

Çocuklarda özellikle de yenidoğan döneminde bu rüyasız uyku devresi uyku sürecinin yarısını, 1 yaşından sonra ise yaklaşık beşte birini oluşturuyormuş*. Ayrıca uykunun karanlık ve sessiz bir mekanda olması gerekir, diyor uzmanlar. Benim oğlum da zifiri karanlıkta uyuyan bir çocuk. Her ne kadar tepki alsam da ‘sen bunu kötü alıştırdın karanlığa’ deseler deyaptığımın onu fiziksel sağlığı için gerekli olduğunu biliyorum. ‘Kaliteli uyku karanlıktaki uykudur’ der babam.

İlk aylar karnı acıktığı için sık uyanan bebeğin daha sonra bu alışkanlığından kurtulup gece boyu deliksiz uyku uyuması, fiziksel büyümesi için gerçekten de büyük önem taşıyor. ‘Uyusun da büyüsün’, ‘uyuyan çocuk uyandırılmaz’, ‘uyku da bir besindir’ diye boşuna söylemiyorlar. Çocuk gece-gündüz ayrımını yaptıktan sonra vücut saatini ayarlamış demektir. Karanlık olduğunda uykuya geçmelidir ki vücut içten içe çalışmaya başlasın. Saat 8.00 diye bir kural elbette yok ama alması gereken uyku saatini düşününce küçük bir hesapla akşam 8.00′da uyumuş olması gerektiği sonucuna varıyoruz.

Türkiye’deki annelerle ilgili yapılan araştırmaların ortak sonucu: Anneler, bebeklerinin beslenme düzenine oldukça dikkat ederken, uykuyu önemsemiyorlar. Çocuklarının fiziksel hatta ruhsal gelişimlerinde uykunun ne kadar önemli bir faktör olduğunun farkında değiller. Daha da kötüsü Türk annelerinin % 80’i uyku ile ilgili bilgi sahibi değilmiş.

Bebekler için uykunun önemi?

Uyku evrelerinden falan bahsetmek istemiyorum. Okuduklarım arasında beni en çok ilgilendiren kısım, uyku sırasında bebeğin gün içerisinde duyduğu, gördüğü, öğrendiklerini tekrar öğrenmesi veya bunları iyice güçlendirmesi. Biz uykudayken beynimiz çalışmaya devam ediyor. Hatta çalışmayan kaslar da çalışıyormuş. Bebek uyurken gün içinde öğrendiklerini düzenleyerek kayıt ediyormuş. Uykunu süresi, kalitesi, derinliği bu gelişmenin olmasından oldukça önemli. Zaten uykusunu almış, yeterince dinlenmiş bebek oldukça enerjiktir yeni şeyler öğrenmeye daha hevesli oluyor.

… geceleri sık sık uyanan bir çocuk sabah güne oldukça kötü başlıyor. Bilirsiniz zaten anlatmama gerek yok. Gece kötüyse ertesi gün de kötü geçiyor. Ta ki bir sonrasi derin, uzun uykuya kadar. Daha da kötüsü huysuz çocuk yemez-içmez-oynamaz modunda oluyor. Bu da yeni bir şeyler öğrenmesine engel oluyor.

Özetlemek gerekirse;

* Çocukların bol, kaliteli ve mümkünse deliksiz uykuya ihtiyacı var. Karanlıkta uyumak, büyüme hormonunun da artmasına neden olan melatoninin daha fazla salgılanmasını sağlıyor. Akşam 8′de uyumuş olmalı ki bir an önce derin uykuya geçsin, büyüme hormonu üretilsin, sabah da gün aydınlandığında sağlık ve mutlulukla kalksın.

* Bu soruya artık vereceğim tek cevap var: Nerede deliksiz, huzurlu bir şekilde uyuyorsa orada. Anne kucağı, anne-baba yatağı, anne ile beraber kendi yatağı veya sadece kendi kendine kendi yatağında. Anneler en iyisini bilir, hisseder. Çocuğu dinlemek-anlamak lazım sadece.

* , başımızdan geçen uyku tecrübelerimizle ilgili yazıları okuyabilirsiniz. Yine de kısaca söylemem gerekirse rutin rutin rutin. Bebekler düzeni gerçekten de seviyor. Her gün yaptığınız uyku öncesi aktiviteleri bir süre sonra ona yol gösterici olacak. Banyo-meme-masal üçlüsüyse uyguladığınız, artık banyoya gittiğinde sırada meme, masal ve arkadan uyku olduğunu bilecektir. Daha kolay uykuya geçecektir. Çünkü hazırlıklı olacaktır.

Ben 2 yıllık, bebeğini doğduğundan beri yaz-kış-sıcak-soğuk demeden, hiç üşenmeden banyo-masal rutiniyle uykuya hazırlayan bir anneyim. Akşam 7-8 arası bizim minik, o günkü aktivite-yorgunluk durumuna göre uykuya geçer. Artık banyoya gittiğinde biliyor ki arkadan ‘dandini’ geliyor. Mutsuz bile olsa direnmiyor. Dudakları bükük, babasından iyi geceler öpücüğü alıyor ve söylene söylene de olsa yatağına gidiyor.

www.slingomom.com

Yazının devamı...

Bu da benim 'Annelik Açılımı'm

Annelik açılımı yapıyorum.

Doğumdu, emzirmeydi, uyutmaydı, disiplindi derken büyütüyoruz işte bir şekilde. Okuyarak, dinleyerek, görerek, öğrenerek büyütüyoruz. Bir anlamda, biz de büyüyoruz çocuklarımızla. Blog yazmaya başlayınca buldum ben de diğer blog annelerini. Her birinin hikayesi tecrübe benim için. Okumalı, bilmeli, bir yerlere not etmeli. İster beğenirim, ister beğenmem. Kimse bana ‘çocuğunu sen de böyle terbiye et’ demiyor ki. Blog yazmak, başından geçenleri anlatmak ve paylaşmak için değil midir? Kimse okumasa bile yazarsın. Bunların bilgi kirliliği olduğunu düşünmüyorum. Aksine bunları zenginlik olarak görüyorum.

Blog furyası çıkmadan önce forumlar popülerdi. Herkes her derdini forumlarda arardı. Her kafadan bir ses. Doğru yanlış bir sürü önerme yapılıyor oralarda. İnsanın kafasını bulandırıyorlar. En iyi bildiğinden şaşar hale geliyorsun. Nerede çokluk... demişler ya. Bu aralar ortalık forum tartışmalarına döndü. Benim, bloglar veya diğer sosyalleşme ortamlarında takıldığım, herkesin birbirine müdahale etme çabası ve eleştiri yağmuruna tutulmak. Ne gerek var ki beğenmediğini sivri dille, hakarete varacak şekilde dile getirmeye. Bloglarda yazılara yapılan yorumları hayretle okuyorum. Hepimizin derdi aynı değil mi? ANNE OLMAK. Çocuğunu en iyi şekilde yetiştirmek.

Takılmışız bir doğal ebeveynliğe. Nedir doğal ebeveynlik?

Attachment Parenting ifadesinin karşılığı olmuyor aslında. Doğal ebeveynlikten veya attachment parenting'ten ya da şöyle diyeyim benim ‘anne olmaktan’ anladığım; çocuğu iç güdülerinle, sevgi dolu ortamda, sürekli onunla temas halinde büyütmek. Yoksa 'doğumu normal yap, 5 yaşına kadar emzir, evlenene kadar seninle anne-baba ile uyusun' değil sadece. Hatta mümkünse eski zamanlardaki gibi olalım. Saçımızı süpürge edelim. Hazır bez kullanmayalım hiç. Teknolojiden de yararlanmayalım. Hayatımızı zorlaştıralım. Böylesi daha doğal!

Her kadının anneliği farklı. Nasıl bir politik görüşüm, dini görüşüm var. Annelikle ilgili bir fikrim de var. Tüm burada yazdıklarım, benim doğrularım. Zaten tek bir doğru yok ki. Matematik problemi çözmüyoruz, bir insan yetiştiriyoruz. Doğal olalım, eskiler gibi rahat rahat büyütelim, diyoruz. Gerçekten de rahat mı büyütmüşler bizi? Seçim yapma şansları var mıymış? Ben anneanne-babaannelerimiz döneminde yaşamak istemezdim açıkçası. Evet, kadın başına bütün evin işini yapıp, akşama 6 çeşit yemeği hazır edip bir de boy boy çocuk büyütmüşler. Elleri öpülesi kadınlar onlar ama ben tek çocukla ilgilendiğim için daha az anne olmadığımı düşünüyorum. Kimse sormuş mu onlara ‘kaç çocuk istersin, yardımcı kadın ister misin, sezeryan veya epidural yapalım mı?’ diye. Belki o dönemlerde, ebe yerine kadın doğum uzmanı tarafından doğum yaptırılsaydı, sezeryan bir seçenek olsaydı daha az anne-bebek ölümleri yaşanırdı. Annem, annesini hep mutfakta hatırlıyor. ‘Biz aradan çıkmışız işte o kargaşada’ diyor. Sonra beni ve kardeşimi büyütürken bile bu kadar çok bilgisi olmadığını, benim şanslı olduğumu, söyler hep. Çünkü artık yeni doğmuş bebeğin ağlama krizlerinin kolikten olduğunu, 2 yaşında şımarık diye hırpalanan çocukların aslında doğal gelişim sürecinde olduklarını biliyoruz.

Doğal ebeveynlik değil öyleyse benim tarzım. Ben 'attachment parenting’e inanıyorum. Çocuğun temasla, kucakta, koyun koyuna olması gerektiğini düşünüyorum. Ancak bunun için normal doğurup 5 sene emzirmek gerekmiyor. Üstelik sadece anne temasının yetmeyeceğini; kedi-köpek-böcek-ağaç-çiçek her canlıya temas etmesi gerektiğine inanıyorum. Çocuğun anne sütü kadar onu ilgiyle dinleyen bir anne-babaya, her zaman güvende olduğunu ve sevileceğini bildiği bir eve ihtiyacı var. Normal doğuran bir anne söylüyor bunları. 10 kere olsa yine normal doğururum. Herkese de çağrı yapıyorum normal olun, diye ama yetmiyor işte bu.

Bu da benim annelik açılımımdı. Açıldım saçıldım, dilimin ucundakileri yazdım. Kimsenin anneliğini eleştirmem asla. Herkese saygı duyarım. Bana uyar, uymaz diğer fikirler, olsun. Onlar da anne değil mi? Ben, sınırı aşıp hakaret seviyesinde eleştirenlere, sataşanlara tahammül edemiyorum.

www.slingomom.com

Yazının devamı...

Bebek, uyku, anne, kucak bebeği

Bebek ilk nerededir?

Annesinin taaa içinde. Peki doğduktan sonra nerede olmalıdır? Annesinin kucağında, tam kalbinin üzerinde…

Ben oğlumu kucak bebeği yapmaya kararlıydım. Zaten 2500 gr doğan bu minik varlık başka nerede büyüyebilirdi ki? Hem zayıf, hem de gazlıydı ve sadece benim kollarımda rahattı. Uykuya da kucakta geçiyordu.

Henüz 2 aylık bile yoktu, kim olduğunu ve neden bir arada olduğumuzu hatırlayamadım biri(!) ”aman kızım, sen bunu kucağa çok alıştırmışsın, baş edemezsin sonra” demişti. Ben de dayanamayıp ”bebek başka nereye alışmalı ki zaten, adı üstünde bebek, insan yavrusu o” demiştim. Benim hiddetimi görünce geri adım atıp susmuştu ama çok sinirlenmiştim. Ben bebeklerin temasla, kucakta, memede, bol bol konuşma ve gülümsemeyle büyüyeceğine inananlardanım. Gıdasına dikkat etmek, doktor kontrollerine götürmek işin göstermelik tarafı. Asıl olan ”anne” olmak değil midir? Zaten puset yerine Slingo ile taşımayı tercih etmemin sebebi de bebeğimle daha yakın olmak.

Çocuğun doğduğu andan itibaren ailesinden sevgi, ilgi ve şefkat gördüğü takdirde iyi kalpli, kendine güvenen ve başarılı bir birey olacağını düşünüyorum. Pozitif olmak pozitifliği getirir. Hayata gülümseyerek bakmak, insanın kalbine de iyi geliyormuş üstelik. Bebeğime dokunarak onu büyütmekten, onu koklayarak, onunla beraber uyuyarak günlerimi geçirmekten aldığım hazzı kelimelerle anlatmam mümkün değil.

”Kucakta uyumaya alıştırmışsın sen bunu, çok fena” diyenler mi olmadı?, ”Bırak, koy yatağına kendi kendine durmayı öğrensin.'' diyenler mi? Bütün bunları duyduğumda üstelik o minicik bir bebekti. Kucakta ve memede uyuya kaldığı için gece sık sık kalktığı doğruydu ama annesinin kokusuyla uyumak isteyen 40 günlük bir bebeği duymazlıktan gelip tek başına uyumasını beklemek bana oldukça acımasız geliyor. 5-6 aylık olsun yavaş yavaş tek başına uyumayı öğretecektim ona zaten. 18 yaşına kadar da kucağımda uyuyacak hali yok ya. Annem sık sık ”hele bir ayaklansın kucağında durmak istemeyecek, bu sefer de sen üzüleceksin kucağımda durmuyor diye” derdi. Ne kadar da haklıymış. Şu an 2 yaşında yaramaz bir oğlanın annesiyim. Beyefendiyi koltuk tepelerinden, merdivenlerden topluyoruz. Azgınlık zamanlarında, ki genelde günün dörtte üçü bu şekilde geçiyor, asla kucağıma gelmiyor. Sinirleniyor, ittiriyor ve kendini kucağımdan aşağıya atıyor. İlk sefer moralim gerçekten çok bozulmuştu ama 5 dakika sonra kendi kendine üzerime atlayıp bana sevgi gösterisinde bulunmak amacıyla ”yeni” dişleriyle yanağımı ısırması yok mu her şeye değerdi.

Demek istediğim o ki, kucakta uyumaya alışmış yeni doğan bebeğiniz gün gelecek kucağınızda rahat edemeyecek ve yatağını gösterecek ve başını yastığına koyduğu anda uykuya dalacak. Siz de hayretler içinde bakakalacaksınız. Tüm gün kucağınızda taşıdığınız bebeğiniz yüzünden kollarınızın, beliniz ağrıdığı günler çoktan geride kalmış olacak ve siz ”gel bir kucağıma otur da, konuşalım biraz” diyerek peşinden koşturacaksınız.

IR

Yazının devamı...

Çocuk da yaparım, kariyer de... demiştim

Çalışıyorken, dinamik bir hayatı varken insan, kolayca 'çocukla kariyer birlikte olur' diyebiliyor. En azından ben, büyük harflerle her yerde söylemiştim: 'NE VAR CANIM, 6 AYDAN SONRA İYİ BİR BAKICI BULURUM'. Meğer o iş öyle olmuyormuş. İyi bakıcı pazardan meyve alır gibi seçilip torbaya konulamıyormuş. Daha da tuhafı ben bakıcıya çocuğumu bırakamayacağımı karnım büyümeye başladığında anlamıştım da kimseye itiraf edememiştim. Kendime bile. 'Tamam diyordum, buradayım.' Onu kucağıma ilk aldığım an 'merak etme minik, gitmeyeceğim, söz veriyorum' dedim. Ağzımdan dökülüvermişti kelimeler.

Muhtaç. Anneye muhtaç. Sadece sütüne değil. Kokusuna, sesine, dokunuşuna muhtaç. Bırakabilir misin?

Kendi kendime, ‘hele bir 6 aylık olsun’ diyordum. Belki her şey düzene girer. Ben iyi bir yardımcı bulurum. Ondan sonra başlarım çalışmaya diye düşünüyordum ama bir yandan da yapamayacağım anlamaya da başlamıştım. Benim yoğum kariyer dönemimden sonra uykusuz geçen gecelerin ardından sefil halimi görenler 'sen bir an önce çalışmaya başla' diyorlardı. 'Kamera koyarsın' diye akıl da verdiler. Yok, dedim. Her yere kamera taksam ne fark eder ki. Oğlumun anne özlemini giderir mi? Benim tek derdim güvenlik meselesi değil çünkü. Küçücük, henüz sadece annesini tanıyan, sadece ona güvenen, başka hiç bir şey hakkında fikri olmayan 6 aylık bebeğimi hiç alışık olmadığı birine emanet etmek bana çok korkunç geldi. Kendimi onun yerine koymaya çalıştım.

Anne nerede? Yok. Gitmiş. Bu kadın kim? Annem değil. Bana gülümsüyor. Benimle oyun oynamak istiyor. Ama annem gibi değil. İyi ama onun gibi değil.

Ben biraz fazla dramatize ettim sanırım ama aklıma bunlar geliyor. Dünyada bir sürü kadın çocuğunu bırakıp işe gidiyor. Bu annelerin çocuklarının psikolojik problemleri mi oluyor? Yoo. Ben kendime hakim olamıyorum sadece. Ancak öyle hastalıklı annelerden de değilim. Koray’ı aileden herhangi birine veya arkadaşlarıma emanet ederim. Hiç de aklım kalmaz. Kalır da, kalmaz.

Bakıcısı olan arkadaşlarım bir süre sonra duruma alıştıklarından ve bana göre daha rahat hareket edebildikleri için benim yalnız büyütüyor olmam garip geliyor onlara. Başlıyorlar sormaya. Eeee yalnız başına çıkmak istemiyor musun bazen? Ya akşamları? Kocanla veya arkadaşlarında yemeğe, sinemaya gitmek istemiyor musun?

Evet zor. Bir çocuğu yardım almadan büyütmek zor. Ben yine şanlıyım ev işleri için bir yardımcım var. Bir de hepsiyle ilgilenmek zorunda olan anneler var. Onlar ne yapsın? Ne desin? Büyük ihtimalle bunları düşünecek, durumlarından şikayet edecek zamanları bile olmuyordur.

Aslında çok da şikayetçi değilim. Neden mi? Bizimki erkenden uyuyan bir çocuk. Böylece tüm akşam benim. Dışarıda vakit geçirmesem de sorun yok. Dinlenebiliyorum. Karı-koca baş başa vakit geçirebiliyoruz. Arkadaşlarımız geliyor. 10-11'lere kadar ayakta olsa bizim yaramaz, ben de kendimi sokağa atmak için her yolu denerdim büyük ihtimalle. Bakıcı biraz bu yüzden de yok. Yoğun geçen bir günüm var ama sakin ve yalnız bir gecem de var.

İkinci çocukta ne olacak peki? Hemen cevap veriyorum. Bir bakıcı arayacağım.

Bir de çalışan annelere sormalı! Sordum, soruyorum. Bebeklerini küçücükken bırakmış olmanın vicdan azabıyla yaşadıklarından bahsediyorlar ama çalışmak da onlara iyi geliyormuş. Gelmez mi? Anne olmaktan başka bir işe de yarıyorsun. Ağzında emziği olmayan, 80 cm’den uzun insanların da sana ihtiyaçları olduğunu anlıyorsun. Ekonomiye katkı yapıyorsun bir kere. Anneleri ile aynı şehirde olanların çoğu bakıcıya daha rahat bırakıp işe başlıyorlar. Bunu anladım ben. Belki ben de annemle yakın oturuyor olsam, işe başlardım. Neyse ki evde otururken de bir şeyler yapabileceğimi anlamam çok uzun sürmedi de girişimci-anne kariyerime başladım. İhtiyaçtan doğan SLINGO yine annelik sayesinde ortaya çıktı. Çocukla evden çalışmak bile zormuş yahu. Çünkü iyice bilinçlendi ve ne zaman bilgisayarımı açacak olsam, ‘kapann’ diye yanıma geliyor. Tahammülü yok. Akıl sağlığım hala yerinde. Tek çocuğunu bakıcıya bırakamayan anne olarak, evden çalışmaya çalışıyorum. İkinci çocuk olunca yardımcıya ihtiyacım olacağını bliyorum. Kendimi buna hazırlıyorum. Avuntum, anne evde olacak, bakıcı abla anneye yardım edecek. Anne evden kariyerine devam edecek.

Yani…
Umarım…

Yazının devamı...

Baba ve oğul–çocuğun gelişiminde babanın önemi

SlingoMOM'ın kaleminden...


Çocuğun hayatındaki en önemli varlık annesidir. Ona can veren, onu besleyen, büyüten, onu çok sevendir. Annesinin sesini, kokusunu biliyordur zaten doğduğunda. Gözlerini ilk açtığında da onu görür. Bu fiziksel bağ, gün geçtikçe daha da güçlenir. Annesi hep yanındadır. Bir de bir adam vardır. Ne işe yaradığını ilk zamanlar anlayamaz küçük bebek. Her an yanında değil zaten. Bir var, bir yok. Ama hissediyor sevgisini. İkisi de birbirini uzaktan izlemeye başlarlar bu arada. Anneye olan bağımlılığı azaldıkça çevresiyle daha çok ilgilenir bebek. Sonra hep bu adamı görür böyle zamanlarda. Adam, kucağına alır ama annesi gibi değil. Sanki biraz tedirgin. Zaten süt de vermiyor. Uzun uzun seyrediyor, burnundan öpüyor, ensesini kokluyor, karnını ovuşturuyor sonra anneye veriyor hemen.

Aylar geçtikçe, bebek daha çok merak ediyor bu adamı. Yolunu bekliyor. Eve geleceği saatleri de öğrenmiş, biraz gecikince huysuzlanmaya bile başlıyor. ‘Baba’ imiş adı. Söylemesi de kolay. ‘Tamam ben bu adamı seviyorum’ bakışı var gözlerinde. Bebek ve babası birlikte daha fazla zaman geçirmeye başlarlar. Anneye olan fiziksel ihtiyaç yoktur artık. Baba da ilgilenebiliyor bebeğiyle. Emeklemeyle başlayan mobil hale gelme döneminde daha bir önem kazanır üstelik varlığı. Oyun çocuğunun bir arkadaşı vardır evde. Anne besleyen, uyutan, can veren; baba da arkadaştır, modeldir. Aynaya baktıklarında birbirlerini görürler. Babanın varlığı güven verir. Annenin de sığınağıdır kocası. O evdeyse herkes güvende demektir.

Toplumların karakteri değişiyor. Ekonomik şartlardan dolayı aileler küçüldü. Anne-baba ve çocuklardan oluşan çekirdek aileler olduk. Karı-koca iş bölümü yapmak zorunda. Baba figürü de değişti buna paralel olarak. Katı, çocuklarına mesafeli, korkulan, evde olup bitenden pek haberdar edilmeyen, ev içindeki dialoglara ve aktivitelere girmeyen bir adam yok artık. Tam tersine, daha yumuşak, özellikle de çocukla olan ilişkilerde 180 derece değişmiş bir baba var. Çocuk, babadan korkmak değil; babasının onunla oyanmasını, ilgilenmesini istiyor. Çocuk için başkadır baba. Kahramandır o. Günün kurtarıcısıdır. Anneye nefes aldırandır.

Çocuğun geleceğini şekillendiren etkenlerden en önemlisinin olduğunu söyleyen bir sürü araştırma var. Cinsel kimlik kazanılmasında en hassas görev babanın. Erkek çocuk için bir rol model olması gerekiyor evde ki, cinsiyetinin farkına vardığı 3-4 yaşlarında karmaşa olmasın. Soru: Dünyada bir sürü babasız çocuk var. Onlar ne yapacak? Ben de bu soruyu sordum bir pedagoga. Cevabı oldukça basitti: ‘Baba yoktur ama dayı, amca, dede, abi vardır. Kendisine model alacağı biri yeterli’ demişti.

Oedipus Kompleksi denilen…

Freud’a göre, çocuk cinsel gelişiminin başladığı dönemde anne-baba rollerine bakarak kendine yer bulmaya çalışıyor. Kız çocuk babayı kıskanarak anneyle rekabete giriyor. Erkek çocuk da anneyi kıskanarak babasının karşısında duruyor. Erkek çocuk ile baba arasında farkında olmadan ortaya çıkan bu meydan okuma uzun yıllar devam edermiş. Oedipus kompleksi erkek çocuğun babasını annesinden kıskanması ve bilinçaltından babasının ölmesini istemesi olarak tanımlanıyor. İsmini Yunan mitolojisinden alan kavram, hikâyede babasını öldürüp annesiyle evlenen Oedipus’a gönderme yapıyor. Elektra kompleksi ise kız çocuğun babasına duyduğu aşk dolayısıyla annesine olan kıskançlığını ifade ediyor. Bu aşk dolayısıyla cezalandırılacağını düşünen kız çocuk kaygı duymaya başlıyor. Hatırlatmak gerekiyor: Elektra kompleksi kavramını Freud’un öğrencisi olan Jung’un geliştirmiş, Freud yalnızca Oedipus kompleksini açıklamış. Kız ve erkek çocuk arasında ayrım yapılmaya bu zamanda başlanıyormuş. Erkekler arası bu çatışma yüzünden çocuğun çok fazla etkilenmemesi ve yetişkin dönemlerine taşınmaması açısından en büyük görev babaya düşüyormuş. Sağlıklı, ilgili, sevgi dolu bir yaklaşımla erkek çocuk için baba kendi cinsinin ikonu oluyormuş. Çocuk bu dönemde devamlı babayla vakit geçirmek istemesi de babasının kahraman olmasından kaynaklanıyormuş. Sağlıklı ilişkiler kuran çocuklar kendi hemcinsi ebeveynini kıskanmayı bırakıp onları örnek alan kız çocuk, babası gibi bir erkeği; erkek çocuk da annesi gibi bir kadını eş olarak etkileyebileceğini kavrıyormuş.

Evet, çocuğa hayatı biz anneler veriyoruz. Oğluma hamile kaldığımı öğrendiğim andan beri her an, her saniye onu düşünüyorum. Bir çocuğun annesiyle büyümesi gerektiğine karar verip, iş hayatına sırtımı dönüp oğlumu seçiyorum. ‘Bensiz yaşayamaz! Onu benim kadar kim sevebilir?İhtiyaçlarını kim karşılayabilir?’ diye düşünüyordum. Artık biliyorum ki onun hayatında benden daha önemli biri var: BABA.

Öyle kuvvetli bir bağ, öyle büyük bir sevgi var ki aralarında gözlerim doluyor çoğu zaman. Tamam diyorum biz, hepimiz emin ellerdeyiz. Güvendeyiz.

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.