SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Boşanma ve Çocuk

Son zamanlarda aldığım boşanma haberleri ben iyice etkilemeye başladı. İlişki biter, sevgi biter, araya kaçak aşklar karışır, her şey insanlar için. Olur, oluyor. Benim derdim çocuklar. Özellikle de küçücük olanlar.

Haberini aldıklarımın çoğunun çocuğu ilkokula gitmiyor. Henüz 3 yaşında bile olmayan çocuğa anne-babasının ayrıldığını nasıl açıklarsın? Çocuğun hayatında izler bırakmadan nasıl sıyrılırsın bu işten? Neden boşanırsın? Sebep aldatma veya şiddet değilse tekrar düşünülemez mi?

Türkiye'deki boşanma oranlarını araştırırken daha çarpıcı bir çalışma buldum. Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü, 2006 yılında Aile Yapısı Araştırmasıyapmış. Bu araştırmanın sonucunda eğitim seviyesine göre boşanma sebeplerinde oldukça fark olduğu ortaya çıkmış. Şöyle ki; eğitimli kadınlar aldatılma ve şiddete maruz kalma durumlarında boşanma yoluna gidiyorlar. Eğitim seviyesi düşük olan kadınlar ise çocuk sahibi olamama ve eşinin ailesiyle geçinememe gibi nedenlerle boşanıyorlar.

Elbette kimse boşanmak için evlenmez. Aile baskısı, kaçırılma gibi nedenlerle evlendirilmeye zorlananlardan bahsetmiyorum tabi ki. Gerçi bu durumda olan kadınlar ya intihar ediyorlar ya da öldürülüyorlar.

Ben modern, eğitimli kadını temsilen yazıyorum.
Düşünüyorum bir yandan da...Hayatının adamını bulmuşsun. Seviyorsun. Evlenmeye karar veriyorsun. İki kariyer, iki ayrı para kaynağı var. Nispeten rahat bir yaşam. Modern, iyi görünümlü, eğitimli, iyi hayat süren bir çift. Bir kaç sene sonra çocuk da yapıyorsunuz. Çocuğun doğumuyla beraber bazı sorunlar yaşanıyor. Normal. Kim yaşamadı ki?!? Hayat tepe taklak oluyor çünkü. Doğan da, doğuran da, doğmasına sebep olan da acemi. Bir de her şeyi çok bilen aileler... akıllıysan bu dönem kolay atlatılıyor. Hırslarına, endişelerine yenik düşersen ara soğuyor. Hayat, iş, evlilik devam ediyor ama eskisi gibi değil. Sinirler daha gergin, tahammülsüzlük gittikçe artıyor. Kavga gürültü, en azından ufak atışmalar, arada hakaretler, hiç olmazsa yatak ayırmalar... sonra da...

İkinci senaryo kadının sadece 'anne' olması. Kadın değildir artık. Hayat veren, emziren, besleyen, büyütendir. Sadece çocuğunu değil, herkesi üstelik. Kocasına karşı da değişmiştir. Daha bir sevecen olmuştur. Daha kollayıcıdır ama işte kadın değildir. Sevişmek istemez. Kocası vücudunu şehvetle okşasın istemez. Gece giyer pazen pijamalarını. Yastığa başını koyarken, bir sonraki gün kızına/oğluna ne yemek yapacağını düşünür, kocasının gömlekleri hazırdır sabah için. Görevlerini yerine getirmiştir. Uykuya dalar. Kocası yanı başında. Karısından bir işaret bekliyor. Bir dokunuş, bir bakış, ufacık bir temas. Oysa dışlanmış durumda. Görmüyor kimse onu. Ne istiyor gerçekte, neye ihtiyacı var, kimse bilmiyor. Özellikle de karısı. Tüm cevaplar onda aslında... sonra aldatma-aldanma-en azından uzaklaşma... ve...

Daha bir sürü senaryo var aklımda ama benim en çok karşılaştıklarım bunlar. Diyebilirsiniz, erkek karısına daha anlayışlı olsa, 'anne' olduğu için değişen duygularını göz ardı etmese, o yaklaşsa karısına yumuşak yumuşak... sadece yatakta değil üstelik. Evet haklısınız, zaten böyle yapanlar sonunda ayrılmıyorlar. Evliliklerine yeniden başlıyorlar ama genelde erkekler çabuk pes ediyorlar.

Çevremdeki evliliklere, kendi evliliğime ve diğer ilişkilere bakıyorum ve şu sonuca varıyorum. İlişki-evlilik bir akıl işi. Akıllı olan kazanır, her istediğini elde eder. Baskın olan taraf, oyunu yöneten taraf kadındır. Kadın olmalıdır. Kadın akıllı olmalıdır. Hislerine, hırslarına yenilmeden davranmalı. Hele ki çocuk varsa. Ben hep akıllı bir kadın mıyım? Hayır. Olmaya çalışıyorum ama ayarım kaçıyor. Çenemi tutamıyorum. İnatçılığımı dizginleyemiyorum ama ipleri de elimden bırakmıyorum. 'İnceldiği yerden kopsun' demedim hiç. Bu, evlilik devam etsin diye her şeye göz yumulsun anlamına asla gelmiyor. 'Şiddet, hakaret, aldatılmak' kabul edilir değil. Söylemeye bile gerek yok. Ancak bu durumlar söz konusu değilse evliliğe bir şans daha verilemez mi? Sevgi gerçekten bitmiş mi? Belki derinlerde bir yerlerdedir.

'Çok safsın İrem' demeyin. Ben empati yapmaya çalışıyorum. Kendimi anne ve babası boşanmak üzere olan bir çocuğun yerine koyuyorum. Her ne kadar çocuklarımızın yanında kavga etmiyoruz, tartışmıyoruz diyorsak da kendimizi kandırıyoruz çünkü onlar her şeyi hisseder. Gülsem bile ağladığımı bilir benim oğlum. Böyle zamanlarda iyice sokulur bana, gözlerimi öper. Gülmeye çalıştığımın farkındadır ve beni teselli eder kocaman kalbiyle. Sırf gözümde br damla yaş gördüğü için üzülen çocuk, ayrılığın eşiğinde ne hale gelir?!?

Yapılan bir sürü araştırma var. Bunlardan birinin özetini okumak durumu kavramak için yeterli:

Yukarıdakiler oldukça çarpıcı. Yine de çocuk uğruna tahammül edemediği bir adam veya kadınla aynı evi paylaşmak, tüm bir hayatı geçirmek insan için ızdırap verici olmalı. Evde devam eden soğuk savaş çocuklar için çok daha büyük bir stres kaynağı olabilir. Bilemiyorum. Sadece üzülüyorum.

www.slingomom.com

*Kaynak: http://www.hekimce.com

Yazının devamı...

İkinci çocuğu düşünmek, düşünebilmek…

Heralde bizim kültürümüzün özelliği… Erkek arkadaşını tanıştırırsın, ‘evlilik ne zaman?’ sorusu gelir. Evlenirsin. ‘Eeee çocuk?’. Çocuk doğar. 10 günlük yeni doğan memede, anne per perişan uykusuz, baba şaşkın, tam bu anda o malum soru gelir ‘ikinciyi de düşünüyor musunuz?’ Nasıl yani şimdi mi??? O anda bir annenin ikinci bebeği düşünebilme ihtimali nedir? Düşünen var mıdır? Bu nasıl bir şeydir? Bana göre ancak ‘ikinci falan yapmayacağım!’ diye söylenir insan.

Eh, ilk bebek ortaya çıkıp da anne mantığına kavuştuğunda ikinci çocuk konusu akla gelir. İmkanlar dahilinde elbette kardeş yapılmalı. Bu hayatta insana en büyük dosttur kardeş. Anne-babadan daha yakındır. Her şeydir. Yaş farkı, cinsiyet ne olursa olsun candır kardeş. Kedi-köpek evresi de yaşanır ama gözlerinde bir damla yaş görseniz dünya başınıza yıkılır.

Ben de oğlumu kardeşsiz bırakmayı düşünmüyorum. Tamam itiraf ediyorum, bazen aklımdan geçmiyor değil. ‘Ben ikinciyle baş edemem, bana da yazık’ gibi gereksiz cümleler sarfediyorum sonra onu bu hayatta yapayalnız bırakma fikrini nasıl aklımdan geçirdiğime şaşırıyorum. Ben böyle konuşurken ‘ama birbirine düşman, birbirinin arkasından iş çeviren kardeşler de var’ çıkışlarıyla da karşılaşıyorum. Sevgi dolu bir ailede büyüyen çocukların, kardeşlerin bu şekilde düşmanca, sinsice yaşamlar süreceklerine inanmıyorum. Çatışma, fikir ayrılığı hatta tartışma yaşamın birer parçaları. Önemli olan çocukların bu asabi ortamlardan mümkün olduğunca sakin sıyrılmalarını sağlamak. Sevgi ve zaman en büyük ilaç.

Fakat ikinci çocuğa karar vermek hayat meselesi. Ne zaman yapmalı? Büyük kaç yaşındayken eve kardeş gelmeli? Büyüğe durumu nasıl ve ne zaman anlatmalı? Araları 3 yaştan küçük olursa ikisini birden nasıl idare ederim? Çok da ara verince ikinci çocuğa bakacak sabır ve enerji kalır mı? Bakıcı olmadan nasıl bakarım iki çocuğa birden? Süper Anne? Nasıl? Nasıl? Nasıl? Aklımdan bir sürü soru geçiyor konu her açıldığında.

Açıkçası önce kendimi düşünmek zorundayım.Neden mi? Çünkü benim ruh sağlığım iyi olmazsa çocuklarıma nasıl bir anne olabilirim ki? Onlara ne verebilirim?

İkinci önemli nokta oğlumun mutluluğu. Küçük kardeşinin varlığını tehdit olarak görme ihtimali ya da kendini yalnız ve sevilmeyen biri gibi hissetmesi na kadar korkunç olur. Denge ne şekilde sağlanır, bunu öğrenmeli sanırım. İki çocuklu bir arkadaşım geçenlerde her zamanki gibi büyük oğlunu almış bir yerlere gidiyorlar. ‘Ufaklık nerede?’ diye sordum. ‘Evde’ dedi. ‘Ben hala büyükle uğraşıyorum, aman o üzülmesin diye gözünün içine bakıyorum, zaten ikinciler de bakıcıyla büyüyorlar’ dedi. Ne kadar çarpıcı bir yanıt. Uzun uzun düşündüm o akşam ben ne yaparım diye. Valla işin içinden çıkamadım. Bu öyle kitap okumakla da olacak bir şey değil. Benim için doğru zamana karar verip kardeş yapıp gerisini doğal yaşamak sanırım.

Bilmediğim diğer detayları ikinci velet doğunca öğreneceğim muhtemelen ama ne zaman ikinciye hazır hissederim bilmiyorum!!!

www.slingomom.com/

Yazının devamı...

Bebek Taşıma'nın Gerçek Anlamı

Bebeği slingle taşıma daha güzel, basit ifade edilemezdi heralde… İngilizce kelimeden bahsediyorum malesef: Babywearing. Bebeğini yanında, üstünde, sırtında, önünde taşıyorsun. Bir çanta gibi desem, ¨bebeği çantaya mı benzetiyorsun¨ diyecekler. Hayır benzetmiyorum. Bebeğin çanta olmadığını biliyorum. Çantadan kastım nasıl ki çantamızı takarız omzumuzu, sırtımıza rahatça gezeriz. Bebeğimizi de güvenle ve her an yanımızda olacak şekilde, taşımaktan bahsediyorum ben. Bebeğinizi onun kokusunu alacak kadar yakın taşımanızdan bahsediyorum.

olarak çevriliyor türkçeye ama bana yetmiyor. Sling de öyle aslında. Askıya almak demek. Kolu kırılan insanın boyundan çapraz geçirilerek kolu askıya alınır ya işte slingdir o.

Şimdi gözünüzün önüne kolu askıda adam ile bebeği kucağında sling içinde olan anneyi getirin: incinmiş kolunu askıya alan adam mümkün olduğunca güvenli şekilde kolunu sabitliyor; bebeğini, en değerlisini askıya alan anne ise yine mümkün olduğunca güvenli şekilde bebeğini kendi bedenine sabitliyor. Böylece bebeğini daima koruyor kolluyor olacak.

Yeni bir şeymiş gibi de anlatmak istemiyorum. Bebeği kucaklamak ne kadar doğalsa, bebeği sling ile taşıma da bir o kadar doğal. İnsanoğlu var olduğundan beri anneler, çocuklarını bir şekilde taşımak zorunda kalmışlar. Özellikle tarım, hayvancılık yapılan bölgelerde, kadınlar da üretime katkı yapmak zorunda olduklarından yeni doğan bebekleriyle tarlalara, ovalara giderlermiş. En ilkel şekilde, bebek bir kumaş parçasına sarılıp annenin sırtında taşınırmış. Yani anne, bebeğini giyermiş. En değerliaksesuarı olarak. Emzirmek de problem olmuyor bu durumda. Üstelik, bebek gün boyu annesine yapışık olduğundan güvende hissediyor kendini. Daha huzurlu ve uzun uyuyor slinginin içinde. Anne de bebeğinin yanında olması rahatlığıyla çalışıyor.

Modern kültürden oldukça uzak bir kavram bebeği gün boyu sırtına alıp çalışmak. Bir de demiyorlar mı ‘sen bunu kucağa çok alıştırmışsın’ diye. Doğal ebeveynlikten uzaklaştıkça normal normal doğurmaktan, emzirmekten, kucaklamaktan, sevdiğini belli etmekten, şefkat göstermekten de uzaklaşıyoruz.

Oysa bebeğe yakın olmak, ona dokunmak, onunla her an iletişimde olmak mutlu, sağlıklı, kendine güvenen birey yetiştirmenin gerekliliği değil midir? Bebek doğar doğmaz yürüyebilse eminim portbebeye bile koymazlar. Kucağa almaya ne gerek var değil mi? Oysa ben ve benim gibi anneler, düz duvara tırmanan 2 -3 yaşlarındaki çocuklarını bile sling ve türevleri ile taşıyoruz.

Bebek illa sling ile bir kumaş parçasında mı taşınmak zorunda? Kim uğraşır onu takmakla? Al çocuğu, koy pusetine, port bebesine, araba koltuğuna taşı. Hem daha pratik, hem daha rahat… Yok valla o iş öyle değil. Bizim de pusetimiz ve araba koltuğumuz var. Araba koltuğunu, ARABA’da güvenli yolculuk yapsın diye kullanıyoruz, bebeği sokakta taşımak için değil. Puset de bebeğin kucakta olamayacağı durumlar için var. Biz bebeğimizi bir yerden bir yere götürmek için slinge koymuyoruz. Biz onunla daha yakın olmak için sling'de taşıyoruz. Bebeğimizle, hem evde hem de dışarıda daha çok ve daha rahat vakit geçirmek için kullanıyoruz. Babywearing, bebeği taşırken günlük işlerin de devam etmesi anlamına geliyor. Yoksa sadece pazar günleri kullanılan, dünya para verip alınan yarım saatten fazla takılamayan kangurular, kokteyle gider gibi kullanılan port-bebe ve ana kucakları ile yapmış olmuyor kimse. Port-bebenin içinde çocuk langır lungur yayık ayranı gibi geziyor. Yeni doğan için en kötüsü. Araba koltukları hiç değilse daha güvenli. Çocuk sabit ve kemerlerle bağlanıyor.

Yine de bebek için annenin koynundan, gün boyu kokusunu içine çeke çeke gezmekten daha keyif veren bir şey olabilir mi? Hatta hazır yapılmış, marka slingleri de kullanmak şart değil. Bir kumaş parçasına sarmalanmış bebek ve annesinin günlük işlerine devam ediyor olmasıdır babywearing. Bağlılık gerektirir, bağlanmayı istemek gerektirir. , yok , yok gibi yapay endişelerden arınmak gerektirir.

Annelikten bahsediyorum.

Sevmekten, çok sevmekten, canından bile çok sevmekten, kusmuğunun kokusunu bile özlemekten bahsediyorum.

Bebeğim benim göğsümde huzurlu ve mutlu mu? Yeter bu bana.

Sling kullanmıyor diye bebeğini sevmiyor mu anneler? Herkes bebeğini sever. Aksini düşünemiyorum. Sling ile taşımayı anlamsız bulan, hatta çocuğu şımartacağını düşünenlere söylendim bu kadar.

www.slingomom.com/

Yazının devamı...

Noel mi Yılbaşı mı? Fark eder mi?

Kendimi bildim bileli yılbaşı bizim evde heyecan yaratır. Günler hatta haftalar öncesinden programlar yapmaya başlanır, hediye listeleri hazırlanır. Hem bahçemizdeki çam ağaçlarını ışıklandırırız, hem de eve yapay çam ağaçlarından birini koyar süsleriz. Evlendikten sonra da benim için neşe kaynağı olan bu geleneği devam ettiriyorum. Bazı tanıdıklarımız, arkadaşlarımız yılbaşı ağacı süslemesini, Noel Baba figürünü pek hoşnut karşılamıyorlar. Açık açık bir şey söylemeseler de noel&yılbaşı kavramlarından uzak duruyorlar ve herhangi bir programa katılmıyorlar.

Evet, ülkemizde bir kavram kargaşası var. Noel ve Yılbaşı farklı iki kavram. Hristiyanlar için ikisi ayrı kutlamalardır ama nedense bizde bu ikisi birleştirilmiştir ve yılbaşı kutlamalarında Noel figürlerine sıkça rastlanır. 'Noel Ağacı' olarak bilinen çam ağaçlarının altına yılbaşı hediyeleri konur. Zaten 25'i sabahı hediyesini açan var mı Hristiyanlardan başka?!?

Peki Yılbaşı mı, Noel mi? Fark eder mi?

Noel Baba diye bilinen şahsın Anadolu topraklarında doğduğunu, hediyeleşmenin ve ağaç süslemenin pagan kültürlerinden kalma olduğunu biliyor musunuz? Sadece onlar, sadece biz diye bir şey yok. Onlar peygamberlerinin doğumunu kutluyorlar, ben iyi dileklerle, yeni başlangıçlarla yeni yılı karşılıyorum. Ne fark eder? Kime ne? Ölümsüzlüğün simgesi olarak bilinen, yapraklarını dökmeyen çam ağacımı tamamen kendi zevkime göre süsleyerek altına hediyelerimi yerleştiriyorum. Paketler açıldığında insanların yüzlerinde gördüğüm ifade benim için paha biçilmez. Ne var bunda?

Neden böyle bir tepki veriyorum söyleyeyim. Ben, yılın bu zamanını dini öğelerden uzak değerlendiriyorum. İnandığım veya inanmadığım için katılmıyorum bu geleneğe. Etrafınıza bakın, herkes mutludur, heyecanlıdır, şehirler ışıl ışıldır. Çocuklar yerlerinde duramazlar, okullarda çekilişler yaparlar, iş yerleri biraz nefes alır yorucu Aralık ayının sonunda. Elbette tüketim toplumu olmanın, Batı'ya ayak uydurma çabalarının da izlerini görmüyor değiliz ama ben kendim için yapıyorum. Bunda kötü olan bir şey var mı? Hristiyan olmadım ki kutladığım için veya daha az müslüman. Ya da Ramazan Bayramı'nda dinin gereklerini yerine getirince daha fazla müslüman olmuyorum. Ben bunlara inanmıyorum. Ben iyiliğe inanırım. İyi insan ol, çalma, yalan söyleme, kötülük düşünme. Benim dinim İYİ İNSAN OLMAK.

Herkese İyi Seneler!!!

www.slingomom.com

Yazının devamı...

Eksileri ve Artıları ile AİLE YATAĞI

Aile Yatağı Türkçe'de pek kullanılan bir terim değil açıkçası. Aslında 'anne, baba ve çocuğun aynı yatakta uyuması' anlamına geliyor. İngilizce'den direkt çevirince böyle oluyor.

Yine de gözünüzde canlanmıştır. Baba-Çocuk-Anne aynı yatağı paylaşıyorlar. Çocuk doğduğundan itibaren annesinin göğsünde, kokusunu içine çeke çeke güven içinde uyuyor. Anne de bu durumun ne kadar harika bir şey olduğunu kendine itiraf eder biraz zaman geçince. Sonra gece seanslarında da beşiğine koymak yerine yatakta yanına alır bebeğini. Baba, bazen yer bulamaz kendine, bazen de paylaşır yatağını iyice kenara sıkışarak. Mutluluk budur. Bebek küçüktür zaten, herkese yer vardır yatakta. Anne de emzirme seansları arasında hafifçe yerinden doğrulur sadece, bebeği koynunda çabuk uykuya geçtiği için sabahları daha bir enerjiktir. Yeni doğan zamanında bir kaç gün yanıma alayım, sonra yatağına alıştırırım derseniz kendinizi kandırmış olursunuz çünkü ikiniz de birbirinize alışmışsınızdır. Hadi sizin eşiniz var yatakta, ayaklarınız değer birbirinize onun huzuruyla uyursunuz. Oysa miniğiniz tek başına kalmıştır. Gece yarısı alışkanlığıyla annesinin kontrol etmek için uyandığında ürperir, yalnız hisseder kendini basar yaygarayı. Şimdi bu ufaklık haksız mı sızlanmakta?

Ya hiç yanınıza almayacaksınız ki bence çok büyük bir şey kaçırırsınız, ya da tahmin ettiğinizden daha uzun bir süre yatağınızı paylaşacağınızı hem kendinize hem de eşinize hatırlatmalısınız.

Aile Yatağının ARTILARI:

- Bebek, annesiyle beraber olduğu için daha huzurludur. Daha az ağlar, kolik şikayetleri daha az görülür.

- Anne ile bebek arasındaki bağ çok daha farklı bir boyuta taşınır. Birbirlerini daha çabuk öğrenirler.

- Anne, geceleri nispeten daha uzun uyur. Kesintisiz demiyorum dikkat ederseniz, 'biraz saha uzun' diyorum. durumu olmaz.

- Bir kaç ay sonra bebek anneyi bile uyandırmadan onun varlığını hissetmesiyle emmeden yeniden uykuya geçer. Anne eskiye göre daha kesintisiz uyumaya başlar. Hele ki gece emmeleri bittiyse neredeyse 6-7 saat kesintisiz uyku demek bu.

Buraya kadar her şey güllük gülistanlık. Hiç mi eksisi yok yatağı çocukla paylaşmanın? Bence küçümsenmeyecek bir iki madde var.

Aile Yatağının EKSİLERİ:

- Bebeğiniz sizinle uyumaya alışacağından kendi kendine uykuya geçemeyecektir. Oysa siz yatağına yatsın ve uyusun artık! diye söylenmeye başlayacaksınız.

- Uykunuz hafifse, gece emmese bile bebeğinizin yataktaki her hareketinden etkilenip uykudan uyanabilirsiniz. Tekrar uykuya geçmeniz zor olacaktır.

- 1 yaşına hatta 2 yaşına geldiğinde bile sizinle uyumak isteyen bir çocuğunuz olabilir. Binbir güçlükle kendi yatağına alıştırmış olsanız bile, gece yarısı kalkıp aranıza girmek istemesi veya ikinizden birini yanına çağırması oldukça yüksek bir ihtimal.

- En kötüsü de kocanızla cinsel hayatınız sekteye uğrayabilir. İlk başlarda bunu çok dert etmeseniz de bir süre sonra Aile Yatağı kavramına sinir olmaya başlayabilirsiniz.

Tüm bu eksilere rağmen ben, 2 yaşındaki oğlum gece yarısı uyandığında yanımıza gelmesine itiraz etmiyorum. Söylenmiyorum bile. Uzun süre beraber uyuduk. Sonra yatağına alıştı. Bu da geçecek elbet, diyorum. 18 yaşına kadar gece yarısı kalkıp 'anneee' demeyecek ya!

Eğer yanınıza almak konusunda tereddüt ediyorsanız, tereddütlerinizin kaynağını düşünün. İçinizden bunun doğru olduğunu geçiriyorsanız, alın bebeğinizi koynunuza gitsin. diye endişe etmeyin. Neler yaşadığınız, neler hissettiğiniz eşiniz dahil kimse bilemez. İyisi mi siz iç güdülerinizi dinleyin.

www.slingomom.com/

Yazının devamı...

Evden çalışmak mı, ofise gitmek mi?

Bugün ilgimi çeken bir haber okudum. Dünya genelinde evden çalışanların her geçen gün arttığına ve bu durumun iş verimliliğini düşürmediğini gösteren araştırmalara dikkat çekiliyordu. Connected World Report adlı araştırma 13 ülkeden 2600 bilişim teknolojileri çalışanıyla gerçekleştirilmiş. Sonuç olarak da çalışanların, iş veriminin ofise gitmeleriyle doğru orantıda olmadığı ortaya çıkmış. Katılımcıların %60'ı verimli çalışmak için ofise gitmeye gerek duymadıklarını belirtmiş. İşin ilginç tarafı, ofis dışında daha serbest ortamda çalışanların normalden daha fazla mesai yaptıkları da anlaşılmış. Evden çalışanların, esnek sistemi daha yüksek ücrete tercih ettikleri gerçeği de başka bir çarpıcı sonuç.

Amerika'da yaşayan arkadaşlarımın nerdeyse yarısından çoğu evden çalışıyorlar. Üstelik büyük kurumsal şirketlerde. Biraz araştırdım ben de. Özellikle California'da şirketler, yüksek emlak fiyatları yüzünden binlerce dolara ofis kiralamaktansa çalışanlarına bilgisayar-cep telefonu vererek evden çalışma sistemine daha fazla yönelmeye başlamış.

Evden çalışma sistemini en çok destekleyenler elbette kadınlar. Hem çocukları gözlerinin önünde oluyor hem de çalışmaya devam ediyorlar. Bazı şirketler, çocuğu olan çalışanının evinde bir yardımcı olması koşulunu getiriyormuş. Olsun, hiç değilse çocuğunun yan odada olduğunun bilmenin huzuru ile çalışacak. Benim gibi çocuğunu bakıcıya bırakamayan ve dolayısıyla çalışamayan annenin başına gelebilecek en iyi şey evden çalışabileceği bir işe sahip olması.

Ofis ortamının ayrıca bir sosyal ortam olduğunu, insanın evin dışında da bir hayat geçirmesinin iyi olduğunu, hatta akıl sağlığı için buna gerek olduğunu biliyorum. Ben hala eski ofisimi sayıklıyorum. Tam bir takım ruhuyla çalışırdık. Eğlenirdik, iyi işler yapardık. Özlüyorum o günleri ama bugün, evde oğlumu bırakıp gitsem aynı ofise, eski keyfi alamam. Aklım evde kalır. 'Alışırsın, biz de öyleyiz' diyenleriniz olacaktır. Evet, ama ben, işte o cesareti gösteremedim. Yapamadım. Yapamadım ve son iki senedir eve kapanmış olmanın verdiği boğulma hissini zaman zaman yaşıyorum.

Slingo var ya!

Var ama Slingo'yu içinde barındıran bir şirket de var ve o şirkette de beni bekleyen bir masa. O masa hep boş. Gidemedim, oturamadım. Dizüstü bilgisayarım en iyi arkadaşım oldu ama işler büyüdükçe, telefon trafiği arttıkça, bloglardan beklentiler, yazmam gerekenler çoğaldıkça fark ettim ki bana ait bir yere ve zamana ihtiyacım var. Salonda, mutfakta, Koray'ın odasında bir yandan maillere cevap yazarken bir yandan da lego yapmaya çalışmak git gide daha zorlaştı. Konsantre olmam gerekiyor. Hem oğluma hem de işe. Aynı anda değil ama. En sonunda kendime de itiraf etmek zorunda kaldım. Koray'dan ayrı bir dünya gerekiyordu bana. Bunları ilk kez dile getirdiğimde suçluluk hissettim. Sanki oğluma ihanet ediyormuşum gibi gelmişti. Ama yapmam gerekiyordu. Nasıl olacaktı? Tesadüf bir arkadaşım imdadıma koştu ve zorla evimize bir 'abla' gönderdi.

Bu ilk adım oldu. 'Ablamız' 2 haftadır bizimle. Şimdilik iyi gidiyor. Koray da onun varlığına alışmaya başladı. Artık biliyor ki annenin bilgisayarda işi olduğunda 'abla' onunla oynayacak, onu parka götürecek.

İkinci olarak da evde bir ofis düzenledim. Gittim IKEA'dan uygun bir masa-koltuk aldım. Üstelik montajını da kendim yaptım akşamı, kocamı beklemeyecektim. Koray'ın bıcır bıcır sesini duyarak ama olur olmadık zamanlarda 'anneee' diye bölünmeden çalışabileceğim bir alan yarattım kendime. Artık mutluyum. Şikayetim yok. Koray'ın da pek şikayeti yok. Arada gelip kontrol ediyor beni, sonra odasına geri dönüyor.

Ofis ortamının keyfi başka yine ekliyorum. Evden dışarıda olmak insana iyi geliyor elbette ama ben sabah 9-akşam 6 oğlumdan ayrı kalmak istemiyorum. Ayrı kalmak zorunda olan annelere de 'kolaylıklar diliyorum'. Zor bir şey yapıyorlar, çocuklarını, can'larını emanet edip çalışıyorlar.

Bir 'anne' olarak ev-ofis sistemini tercih ediyorum. Benim için en mükemmeli bu. Toplantılar için dışarıda olmak bana yetiyor. Zaten bilgisayarla çalışan bir insanın mümkün olduğunca yalnız kalmaya ihtiyacı vardır. Şimdi ofiste olsam, konuşmaktan bu kadar çok yazamazdım ben. Yazdığımdan 10 kat hızlı ve çok konuştuğum düşünülürse...

www.slingomom.com/

Yazının devamı...

Anne sütü gibisi yok!

Anne sütünün mucizesini bir kez daha gözler önüne seren bir araştırma TIME dergisindeki yayınlandı.

Buna göre kız ve erkek kardeşler arasında bir karşılaştırılma yapılmış. Bazıları anne sütü bazıları ise formül sütle beslenmiş olan kardeşlerin akademik performanslarına bakılmış. Anne sütü alan çocukların matematik testlerinde yüksek notlar aldığı ve okuma-yazma becerilerinin oldukça gelişmiş olduğu gözlenmiş. Anne sütünü ne kadar çok alırsa testlerde o kadar fazla başarılı oldukları rapor edilmiş üstelik.

Elbette buradaki en önemli sebep anne sütünün mucizevi içeriği. Bilindiği üzere anne sütünde beyin gelişimini destekleyen ve formül sütlerde her zaman yeterli miktarda bulunmayan omega-3 yağ asitleri var. Küçük çocukların beyin gelişimi üzerinde yapılan araştırmalara göre; anne sütü alan çocukların beyin korteksinde, formül sütle beslenenlere göre çok daha fazla omega-3 yağları görülmüş.

Erkeklerin anne sütü ihtiyacı

Aynı çalışmanın devamı olarak; 6 aydan fazla anne sütü ile beslenen erkek çocukların daha ileri akademik performans gösterdikleri anlaşılmış. Cinsiyetler arası bu fark tam olarak açıklanamasa da yapılan son çalışmalar erkek ve kızların beyin gelişimindeki farkları açıkça ortaya koyuyor. Erkeklerin beyin gelişimi kızlara göre daha yavaş. Üstelik kızların daha yüksek östrojen seviyesine sahip olmasından dolayı hamilelik dönemindeki annenin stresinden daha az etkilendikleri ortaya çıkmış. Erkekler bu stresten daha çok etkileniyorlar ve anne sütü alımıyla bunun üstesinden daha çabuk geliyorlar.

Bir diğer çalışmaya göre ise erkek çocuğun anneye, kızlara göre daha bağımlı oldukları, bu yüzden ne kadar süre anne sütü alırsa dil gelişiminin daha iyi olduğu ve ileride daha başarılı olduğu ortaya çıkmış.

Tüm bu bilgilere rağmen, Dünya Sağlık Örgütü'nün 'En az 6 ay anne sütü verin' diye bağırmasına rağmen, yenidoğan bebeklerin %33'ü ilk 3 ay anne sütü alıyormuş. İlk 6 ay sadece anne sütü alan bebeklerin oranı oldukça düşük: %13. Anneler kolay geldiği için, doktorlarının da yönlendirmesiyle neredeyse bebekleri doğar doğmaz emzirirken formül süt vermeye de başlıyormuş. Bu da bebeğin anne memesinden daha erken ayrılmasına neden oluyormuş.

www.slingomom.com/

*Eğer emzirme ile ilgili sorularınız varsa, yardım istiyorsanız sizi Emziren Anneler Grubu'na çağırıyorum. Paylaşın, sorun, yazın, katılın, yardım alın.

*Emzirme Reformu'nun web sitesini ziyaret etmeyi de unutmayın!

Yazının devamı...

En etkili uyku araçları

18 tane bebeğin araştırıldığı bir çalışmadan bahsetmeyeceğim. Bizim evde uygulanmış veya uygulanmakta olan, başarı yüzdesi yüksek uyku yardımcılarını paylaşacağım.

*İlk üç aybebek, kolik olsun olmasın ‘white noise’ denen monoton, genelde çalışan bir motor (elektrik süpürgesi, çamaşır makinesi, saç kurutma), cama vuran yağmur damlaları veya ormandaymış hissi veren seslerle sakinleşip kolayca uykuya geçiyor. Anne karnında duyduğu seslere benzettiği için kendini daha güvende hissediyor sanırım. Bu arada motor sesleri dışında ile çekilmiş rahim seslerini biraz daha ritmik hale getirip, yumuşak bir kadın vokali eklenmiş olan albümler de var. Zaten yeni doğan bebeklerin sanılanın aksine sessizliğe değil sese ihtiyacı varmış. Yeni anneler, bebeklerinin salon, TV açıkken , 5 kişi konuşurken bir anda uykuya geçtiğini; sessiz odasında, yatağında ise ağladığını fark edecektir. Ben fark ettim çünkü. 1000 kişinin arasında uykuya geçen Koray, yatağına yatırmaya çalıştığım sessiz odasında ağlayarak uzun süre uyumuyordu.

*İkinci uyku yardımcısı ise ana kucağı. Yok Fisher Price, Graco değil. Bayağı bildiğiniz kanlı, canlı, süt kokulu ANNENİN KUCAĞI.

*Annenin kucağı ne zamanki taşıyamaz olmuştu, bebeğin kendi yatağına geçme vaktinde bir şeylere ihtiyacım vardı. White Noise sesler eskisi kadar etkili değildi. Daha sakin bir ortama ihtiyacım var diye düşünürken MOZART ile tanıştırmaya karar verdim. Oğlum bugün 2 yaşında hala Mozart ile uyuyor. Brahms, Beethoven değil MOZART'ı istediğini de defalarca yaptığım denemeler sonucunda anladım.

*Aslında en önemli uyku yardımcımız EMZİK oldu bizim. Etrafımda gördüğüm bebeklerin bir çoğunun uyku arkadaşı var. Bir köpek, ayıcık, battaniye, uykuya geçerken elinde tuttuğu bir nesne. Bizimkinde öyle bir şey yok. Hiç olmadı. Takıldığı, elinden düşürmediği, yanımızda olmazsa sinirlenip ağladığı bir oyuncağı yok. Sayılırsa emzik bizimkinin en iyi arkadaşı. Bu aralar kara kara düşünüyorum nasıl kurtulacağız, diye.

*BANYO&MASAJ. Ilık bir banyodan sonra kakao kokulu yağ ile yaptığım masaj ile bir kaç kez giydiremeden uyuduğunu biliyorum. Biri söylese inanmazdım. Her akşam, bazen de öğlen banyodan sonra uzun uzun masaj yapıyorum. Denemesi bedava. İlla kakaolu mu? Bilmiyorum ama kakaonun baş döndüren bir kokusu olduğu kesin.

*Nerede okuduğumu hatırlamadığım bir cümle aklımdan hiç çıkmadı: ‘Erkek çocuklar 1 yaşından sonra sık sık anne disiplinini yoklar.’ Yani düzen bozucu asi davranışlar gösterirlermiş. Oğlum 1 yaşını geçtiğinde uykuyu düzene oturtmuştuk. En azından yatağına koyup odadan çıkıyorum, mızırdanmadan hemen uyuyor(DU). Yavaş yavaş geciktirmeye başladı uykularını. Ya banyodan çıkmakta diretiyordu ya da yatağına koyduğumda kalkıp atlamaya çalışıyordu. Bu sefer o uyuyana kadar odada kalmak zorundaydım. Bari dedim masal anlatayım. Atmasyon hikayeler girdi hayatımıza ama işe yaradı. Artık her gece bir MASAL var.

*2 yaşa kadar uyku yardımcıları listemdeki son şey ise ANNE SESİNDEN NİNNİ. Doğumdan itibaren anne sesi ile sakinleşen bebeğin, annesinin yumuşacık, sevgi dolu, biraz da YORGUN sesiyle söylediği ninni ile uykuya geçmesinden daha iyisi olabilir mi? Pasiflora etkisi resmen.

Uyku konusu bitmiyor. 10 yaşındaki oğlunu hala uykuya göndermede problem yaşayan kuzenimin dediği gibi ‘Hiç heveslenme 3 yaşında biter bu konu diye. Üniversiteye gidene kadar uyku hep konuşulacak’.

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.