SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

"Oyunculuktaki Kalıpları Yıktım"

Bırak İçeri Gireyim oyununda cinsiyetsiz bir vampiri canlandıran ve sahnedeki performansıyla büyük beğeni toplayan Begüm Akkaya, canlandırdığı bu rol ile kendisiyle ilgili kalıpları ve yargıları yıktığını anlatıyor. Farklı festivallerden aldığı Umut Veren Genç Oyuncu ödülleri başta olmak üzere Philadelphia Film Festival’inde En İyi Kadın Oyuncu ödülünün de sahibi olan Akkaya, “Yaptığınız işle gurur duyuyorsanız, üstelik bir de sevdiğiniz insanlarla çalışıyorsanız, bu ödüllerin en kıymetlisi” diyor.

Perde açıldığında seyircinin alışkın olmadığı bir dekorla karşılaşıyoruz. Bu zorlu dekorda hem fiziksel hem de duygusal olarak güçlü bir performans sergiliyorsun. Elias rolüne hazırlık sürecin nasıldı?

Masa başı çalışmalarımıza başlamadan önce koreografımız Tan Temel ile beraber beden çalışmalarımıza başlamıştık. Yakaladığımız bu disiplini yönetmenimiz Murat Daltaban'la sahne üstüne çıktığımızda da devam ettirdik. Oyuncu seçmelerine katıldığım zaman fiziksel performansın maksimumda olacağı bir oyun deniyordu. Bu kadar zor olacağını hiç düşünmemiştim. Alper Derinboğaz'ın tasarladığı Oblique Land'le, dekorumuzla karşılaştığım zaman iyi ki beden çalışmalarımıza erkenden başlamışız dedim. Bu yoğun çalışmalarımız sayesinde 6-7 metre yükseklikteki eğimli konstrüksiyon, benim üzerinde rahat dolaşabildiğim bir alana dönüştü.

Oyunun bu kadar kısa sürede bu kadar ses getireceğini tahmin ediyor muydun?

Ortaya iyi bir iş çıkacağına çok emindim çünkü Murat Daltaban Türk tiyatrosuna yön vermiş çok önemli isimlerden bir tanesi. Onunla çalışmak büyük bir şans. Ekibimizde yer alan herkesin de kendi alanında çok başarılı kişiler olması şansımı katladı. Dolayısıyla doğru zamanda doğru insanların üretmek için bir araya gelmesi, iyi bir işin içinde olduğumu hissettirmişti bana.

Seni bu oyuna ikna eden ekip dışında neler vardı?

Kült bir film olan Let The Right One In (Bırak İçeri Gireyim)‘i izlediğimde bir vampir hikayesinin izleyiciye naif ve yalın bir dille anlatılması beni en etkileyen şeylerden bir tanesiydi. Bunun dışında oynadığım Elias karakteri ölümsüzlüğe maruz bırakılmış, büyüyememenin sıkışmışlığı içinde hayatta kalmaya çalışan bir çocuk, vampir! Sürprizli ve çok katmanlı bir rol. Böyle bir karakter bir oyuncunun karşısına her zaman çıkmaz.

Peki böyle bir rolü oynamanın sendeki kazanımları neler oldu?

Yoğun çalışmalarımız sonucunda bedenimi belli bir seviyeye getirdim. Ve bu kondisyonumu kaybetmemek için hala çalışıyorum. Elias ufak tefek masum naif görünüşünün aksine ondan beklenmeyecek güçte ve vahşilikte biri. İnsanlar oyuncu olarak sizin fiziksel görünüşünüze ve karakterinize bakıp mesleğinizde ne yapıp ne yapamayacağınıza kadar klişe yargılara varabiliyorlar. Benimle ilgili bütün bu kalıpların yıkıldığını görmek çok sevindirici.

Oyundaki gibi hayatında hiç dışlanma hissi yaşadın mı?

Herkes hayatının bir döneminde hem öteki olmuş hem de istemese bile bulunduğu toplulukta yer edinmek için birilerini ötekileştirmiş, dışlamıştır. Oyun dışında bırakılmış Oskar ve Elias da bir araya geldiklerinde kendi oyun parklarını ve kendi dillerini oluşturuyorlar. Aralarındaki bu özel iletişimle aşkın en güzel direnişine şahit oluyoruz bence. Oyunla paralel olarak sorunun bendeki karşılığına gelecek olursak Türkiye'de son yıllarda yapılan bir araştırmaya göre; kadınlar ülkenin “öteki” listesinin ilk üç sıralamasında yer alıyor. Dünya'da ve özellikle ülkemizdeki her kadın gibi bu hissi çok sık yaşıyorum.

Peki ya haksızlığa karşı tavrın ne?

Haksızlığa karşı sessiz kalamayan azınlıktan biri olarak görüyorum kendimi. Adalet isteyen birinin yanında durmayıp, sessiz kaldığınızda bu sizi de en az zulmedenler kadar suçlu biri yapar.

En iyi kadın oyuncu dalında birçok ödülün var. Bu kadar ödül almış bir oyuncu olarak hala çok mütevazı olduğunu düşünüyorum…

Ödül almak tabii ki çok güzel bir şey. Aldığım ödüller, “Çalışmaya devam et” demenin bir temsili benim için. Ama çok da takılmamak gerekiyor. Ben ödülden daha çok oyun oynama, oyunda kalma haline konsantre oluyorum.

Oyunculukta özgüveni besleyen en önemli şeylerden biri ödüller diyebilir miyiz?

Yaptığınız işle gurur duyuyorsanız, üstelik bir de sevdiğiniz insanlarla çalışıyorsanız, bu ödüllerin en kıymetlisi. O yüzden özgüven kazanmak için bir heykelciğe ihtiyaç duyulmamalı.

Televizyon ve sinema için yeni projelerin var mı?

Benim için uygun olan proje neyse onu seçmenin ve iyi hikayeleri yakalamanın peşindeyim. Şu anda gelen senaryoları değerlendirme aşamasındayım.

Kariyerine dair planların neler?

Dünya çapındaki yenilikleri, workshopları takip edip kendimi güncel tutmaya çalışıyorum. Geçen sene Berlinale Talents'a Türkiye'den kabul edilen iki oyuncudan biriydim. Bana çok güzel getirileri oldu. Evrensel ve özgün bir oyuncu olmak istiyorum.

Yazının devamı...

Onlar bir düş, onlar Mahşer-i Cümbüş

Burak Satıbol, Ayhan Taş, Özlem Türay, Yiğit Arı ve Ayça Işıldar Ak’ın kurucusu oldukları Mahşer-i Cümbüş 18'inci yılını yine sahnede kutluyor. 16 Nisan’da Bostancı Gösteri Merkezi’nde yapılacak gala gecesiyle izleyenlere unutamayacakları bir doğaçlama tiyatro deneyimi yaşatmaya hazırlanan Mahşer-i Cümbüş ekibi, "Gerekirse 120 sene daha Türkiye’de Mahşer-i Cümbüş ile doğaçlama tiyatro yapacağız” diyor.

Türk tiyatrosuna modern doğaçlama tiyatroyu armağan eden bir ekip Mahşer-i Cümbüş. Bundan 18 yıl önce temelleri atılan ve geçen bu zaman içinde yüzlerce oyunla binlerce tiyatro severe unutulmaz anlar yaşatan Mahşer-i Cümbüş 16 Nisan’da Bostancı Gösteri Merkezi’nde hem yeni yaşını kutluyor hem de seyirciye yine unutamayacakları bir doğaçlama tiyatro deneyimi yaşatmaya hazırlanıyor. Mahşer-i Cümbüş kurucularından Burak Satıbol, Ayhan Taş, Özlem Türay, Ayça Işıldar Ak ve Yiğit Arı hem 18 yıldır hiç azalmadan devam eden heyecanlarını hem de bu kadar zaman nasıl bir arada kalmayı başardıklarını anlatıyor ve şöyle diyor;

Mahşer-i Cümbüş 18'inci yılını kutluyor. Bu durum size neler hissettiriyor?

Burak Satıbol: Türk tiyatrosuna modern doğaçlama tiyatroyu armağan etmiş bir ekip olarak 18 yılı kutlamak sonsuz mutluluk verici. Türkiye’de bir tiyatro topluluğunun çift haneli rakamları görmesi çok rastlanır bir durum değil. Bugüne kadar 2 bin 500’ün üzerinde tiyatro sporu, bine yakın Beyin Fırtınası oyun oynamışız. Onlarca öğrenci yetiştirmişiz ki bunların bir kısmı bugün bizimle beraber sahneye çıkıyorlar, artık profesyonel oldular. Türk televizyonunun ilk Doğaçlama Televizyon Şovu Anında Görüntü Şov yapmışız. Bütün bunlar seyircinin bize olan ilgisi ve sevgisi ile gerçekleşti. Bu ilgi ve sevgi bizim doğaçlama tiyatroya olan inancımızla birleşince 18 yıla ulaştık. Şimdi artık tek arzumuz yetiştireceğimiz gençlerle doğaçlama tiyatronun ateşini bir sonraki nesillere ulaştırabilmek ve Mahşer-i Cümbüş’ü daim kılmak.


Bu geçen yıllar şerefine nasıl bir kutlama yapmayı düşünüyorsunuz?

Burak S: Tabii ki 18. yılı için planladığımız en büyük etkinliği sahnede gerçekleştireceğiz. 16 Nisan Salı akşamı 20:30’da Bostancı Gösteri Merkezi’nde seyircimizle buluşacağız. Bu özel gala gösterimizle 18. yılımızı kutlayacağız. O gece de pek çok ünlü dostumuzun yanı sıra eşimiz dostumuz sevdiklerimizle ve sevgilerimizle bir arada olacağız. Yani 18. yılı sahnede doğaçlama yaparak kutlayacağız.

Bir 20 sene daha devam eder mi bu ekip sizce?

Yiğit Arı: Biz,Mahşer-i Cümbüş tiyatro topluluğunun 20 sene daha sanat hayatına, tiyatro hayatına devam edebileceğini düşünüyoruz. Bunu sadece düşünmekle kalmıyoruz, önümüzdeki yıllarda uzun dönemde bizim yerimize sahneye çıkabilecek, oynayabilecek alt grupları yetiştirmeye başlıyoruz. Hatta şu anda hali hazırda bu kadar zamandır biriktirdiğimiz öğrencilerimiz içinden 3-4 tanesi bizimle beraber sahneye çıkıyor. Amacımız insan sayısını daha da fazlalaştırmak. Bir 20 sene daha, gerekirse 120 sene daha Türkiye’de Mahşer-i Cümbüş’ün doğaçlama tiyatro yapmaya devam etmesini arzuluyoruz ve bunu yapacağız.

Peki doğaçlama tiyatronun geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz? Daha mı parlak yoksa daha mı stabil seyredecek bir gelecek bekliyor?

Yiğit A: Doğaçlama tiyatronun geleceği ile ilgili ben açıkçası ümitli şeyler hissediyorum. Şu ana kadar Türkiye’nin dört bir tarafında doğaçlama tiyatro nicelik olarak çok yayıldı ama nitelik olarak biraz eksikliklerimiz var. Fakat bizim, sonraki yıllarda doğaçlama tiyatro daha da kaliteli bir şekilde yayılsın diye bazı düşüncelerimiz var. Mesela bir kitap yazmak, görsel hazırlamak, çeşitli alıştırmaları ve yöntemleri doğaçlama tiyatro severlerle buluşturmak istiyoruz. Bunu da hayata geçirdiğimiz taktirde, Türkiye’de doğaçlama tiyatronun ivmesinin daha da büyüyeceğini, daha iyi noktalara geleceğini düşünüyoruz.

Kimler doğaçlama tiyatro yapabilir kimler yapamaz? Bu doğaçlama sonradan öğrenilebilir mi bir yetenek mi?

Ayça Işıldar Ak: Daha önce çocuk olmuş herkes doğaçlama tiyatro yapabilir. İzlediğiniz doğaçlama oyunları oynayabilmek için yaptığımız egzersizlerin büyük bir kısmı, çocuk oyunlarından kaynaklanıyor. O zamanki sorgusuzca kabulü, yaratıcılığı, mış gibi yapma kabiliyetini hatırlamak amaçlı egzersizler bizim oyunlarımıza şekil veriyor. Sonradan öğrenilebilir bir yetenek ama hakkıyla yapabilmek için o güne kadar ki tüm katı koşullanmalardan kurtulup bakış açısını esnekleştirmek gerekir.

Türkiye’de modern doğaçlama tiyatronun öncüsü olan Mahşer-i Cümbüş aynı zamanda amacına ulaşmış bir topluluk dersek doğru olur mu? Hangi amaçlarına, hedeflerine ulaştı, yeni hedefler koydu mu kendine?

Ayça A:
Hedef olmadan olmaz, hedef yaptığımız işi dinamik tutar. Kurulduğumuzda en büyük hedefimiz, geleneklerimizde olsa da modern halini henüz kimsenin bilmediği bir doğaçlama tiyatro biçimini ülkeye tanıtmaktı. Televizyon ve turneler sayesinde bu hedefimize ulaştık. Ama farklı şehirlerde Hayalhane şubelerinin olması ve ekipçe bir film yapma hayallerimiz henüz gerçekleşmedi.

Bu kadar uzun süre sizi bir arada tutan, bugünlere taşıyan şey neydi? Nasıl başardınız dağılmamayı ve aksine giderek büyümeyi?

AyhanTaş: Ekibi kurduğumuzda özel tiyatro ekiplerinin kısa sürede birbirleriyle rekabet ederek, şişkin egolar yaratarak pek uzun süre yaşayamadıklarını gördük ve bizi birbirimize ve sanatımıza yaklaştıracak temrinler, alıştırmalar ve ortak kararla alınan kurallar koyduk, kimi yasaklarımız oldu. Hepimizin ortak kararı olan bu yasaklara da hepimiz uyduk. Birbirimize yaklaştıran özel çalışmalarımızı da yaptık ve sürdürülebilir bir tiyatro topluluğu olmayı başardık ve uzun yıllar da bu şekilde olacak. Buna dair bir sistem bir tüzük, kurumsal bir süreç oluştu. Kurumsallaştık da diyebiliriz. Akıl sağlığımız, beden sağlığımız yetene kadar sahnede olacağız ama aşağıdan da yetiştirerek bu kurumsal sürecin içerisine dahil ettiğimiz doğaçlamacılarımız var ve Türkiye Cumhuriyeti yaşadığı sürece Mahşer-i Cümbüş uzun yıllar boyu devam edecek.

Türkiye genelinde en istikrarlı turneye çıkan ekiplerden de birisiniz. Bu tempo için motivasyonunuzu nereden alıyorsunuz?

Ayhan T: Yoğun tempodayız evet çok yoğun turne yapıyoruz. Türkiye genel olarak bizi televizyonda izledi ama bunu birebir, aktif bir şekilde oyunun içerisinde olarak izlemeleri, yeni bir türle canlı olarak tanışmaları bizi motive ediyor. Mesela ilk Bolu’ya gittik. Bolu’ya hiç turne yapmamıştık. Daha önce gitmediğimiz şehirlere gidiyoruz orada bize ulaşamayan insanlara ulaşıyoruz. Sanatımızı yüz yüze, göz göze birlikte yaşayarak üretmek bizim motivelerimizin en önemlisi. Diğer bir motivemiz de mesleğimizi, sanatımızı çok seviyoruz. Kendi tercihimiz olarak seçtiğimiz bir türün içinde yaşamayı seviyoruz. Burada var oluyoruz, var hissediyoruz kendimizi.

Mahşer-i Cümbüş'ün hak ettiği yerde olduğunu düşünüyor musunuz? Kıymeti biliniyor mu sizce?

Özlem Türay: İnsanlar sizi televizyonda görmeyince, bu kadar uzun zaman birlikte olan bir ekibin doğal olarak yollarını ayırdığını düşünüyor. Zaten afişleri görüp oyuna gelenler de oyun sonrası “demekten kendilerini alamıyor. Mahşeri-i Cümbüş gittiği turnelerde, söyleşilerde çok güzel karşılanıyor, biletlerimiz satışa çıktığı hafta tükeniyor. Sağ olsunlar Türkiye’nin her yerinde bizi seven, bizimle gülen ve bizi hiç yalnız bırakmayan seyircilerimiz mevcut. O kadar kalabalığı görmek hepimiz için gerçekten büyük mutluluk. Mahşer-i Cümbüş seyircisi bizi kalplerinde çok güzel bir yere koydu. Bu yüzden hak ettiği yerde olduğunu düşünüyoruz. Sadece Türkiye’de doğaçlama tiyatro hak ettiği yerde mi o tartışılır.

Bireysel olarak ya da ekip olarak yakın zaman planlarınız arasında neler var?

Özlem T: Bireysel olarak hepimizin bir sosyal hayatı ve uğraştığı işler var tabii. Kimimiz dublaj yapıyor, kimimiz de bazı okullarda drama öğretmenliği yapıyoruz. Vakit buldukça dizilerde de oynuyoruz. Doğaçlama tiyatro yapan bir ekip olarak bilgi, birikimimizi aktardığımız doğaçlamaya gönül vermiş ve bu uğurda zamanının çoğunu tiyatroya adayan öğrencilerimiz de var. Onlarla da bir gelecek planlıyoruz. Bir de kendi filmimizi çekmek var hepimizin ortak hayali. Mahşer-i Cümbüş bir sinema filmi çeksin istiyoruz. Beyaz perdede bu kadar zaman birlikte olan bir ekibin yaptığı işi izlemek hepimizin ortak hayali. Türk sinemasından bir düş geçsin istiyoruz. Yazım aşamasına küçük küçük başladık. Bakalım... insanların yüzüne kahkahayı yerleştiren 18 yıllık bir ekibin; bu kadar senenin birikimiyle çıkaracağı filmin aceleye gelmesini istemiyoruz. O yüzden ince eleyip sık dokuyoruz.

Yazının devamı...

"Roller ve Senaryolar Sığlaştı"

Bir Banka Soygunu Komedisi oyunuyla sahnede, Bir Aile Hikayesi dizisiyle ekranda izlediğimiz Seren Şirince tüketim çağının hem yazılan karakterleri hem de senaryoları sığlaştırdığını söylüyor. diyen Şirince sözlerine şöyle devam ediyor;

Bir Banka Soygunu Komedisi nasıl bir deneyim oluyor sizin için? Yollarınız bu oyunla nasıl kesişti?

Bir Banka Soygunu Komedisi daha önce denemediğim farklıbir deneyim oldu. Çünkü ilk oyunum “Göl Kıyısı”ağır bir dramdı. Bir Banka Soygunu Komedisi ise daha vodvil tarzı ve sürekli sahnede dekorları değişen yüksek tempolu, müzikli, eğlencesi hiç düşmeyen bir oyun. Bu yüzden de yoğun bir çalışma dönemi geçirdik. Bu anlamda bana farklı ve öğretici bir deneyim oldu diyebilirim. Oyunla yollarımız Mehmet Ergen sayesinde kesişti. Mehmet oyunu anlattı, daha sonra oyunumuzun yönetmeni Lerzan Pamir’le buluşup üçümüz bir araya geldik. Ben zaten Lerzan’la çalışmayı çok istiyordum. Metin, oyun için oluşan kadro da son halini alınca birlikte çalışmayıkabul ettim.

Caprice karakteri sizce hayatınızın rolümü? Bu karakter kariyerinizde nasıl bir etkisi olacaktır?

Herhangi bir rol için hayatımın rolü der miyim, demeli miyim bilmiyorum. Çünküo rol “o zaman için doğru hissettiğimiz ve tutku” duyduğumuz bir şey gibi bence. Daha sonra üzerine eklemeli insan diye düşünüyorum. Hayatımın rolü ifadesi oyuncuyu sanki tembelleştiriyormuş gibi geliyor bana. Ama Caprice beni kesinlikle değiştiren, geliştiren bir rol evet, yönetmenim Lerzan Pamir’den çok şey öğrendiğim ve karakter için ekstra çalışmalar yaptığımız bir rol. Bu nedenle umarım emeğimizin karşılığını alırız.

Caprice kimseyle ciddi ilişki yaşamayan, sadece eğlencesinin peşinde olan bir tip... Peki ya Seren olarak sizde durum ne?

Hepimizin hayatında illa ki daha az ciddi ilişkiler yaşadığı dönemler olmuştur. Ama Caprice’in bakış açısındaki gibi bir ilişki biçimim hiç olmamıştı. Şu anda ciddi ilişkimin olduğu ama eğlenceyi bırakmadığım bir dönemdeyim. Zaten eğlence bitmemeli, o biterse tüm ilişkiler biter bence.

Komediyi kendinize daha çok yakıştırıp, daha mı rahat hissettiğiniz bir alan olduğunu düşünüyorsunuz?

Komediyi kendime daha çok yakıştırıp yakıştırmadığımıdaha önce düşünmemiştim açıkçası. Ama kesinlikle daha iyi hissettiğim bir alan olduğunu söyleyebilirim. Çünkübu alanda kendime göre daha fazla deneyime sahibim.

Hep şirin, enerjik, sempatik roller size yakıştırılıyor. Bu durum çok güzel olmakla beraber sizi rahatsız ettiği de oluyor mu? Mesela sizi ağırlık olarak gördüğümüz rollerden başka nasıl bir fark istersiniz?

Rahatsız olmuyorum, anlıyorum…Genel olarak Türkiye’de işlerimize baktığımız zaman sürekli farklı rollerde gördüğümüz oyuncularımızın sayısı az. İnsanlar zihinlerinde başka bir şeye oturtmakta zorlanabiliyorlar. Ama alıştırmak lazım. İş seçimlerimizde daha cesur olmamız lazım. Tabii ki daha önce deneyimlemediğim bir rolde olmak çok isterim.

Sizin için en ters köşe rol ne olur sizce?

Ne ideolojisiyle, ne karakteriyle ne de düşünceleriyle, nerdeyse hiçbir şeyiyle daha önce temas kurmadığım birini oynamak sahiden ters köşe olurdu.

Her rolün kadınıyım gibi bir iddianız var mıdır?

Öyle iddialarım yok. Büyük laflar kullanmayıpek tercih etmiyorum.

Son dönemde bu işim eğitimini alan almayan birçok oyuncu tiyatroya yönelmeye başladı. Siz bu durumu nasıl değerlendiriyor ve nasıl yorumluyorsunuz?

Sevindirici tabi, önemli olan istikrarlı olması. İnsanların tiyatroya gitmeyi alışkanlık haline getirdiği bir dönem tekrar olur umarım. En sade haliyle şunu söyleyebilirim, tiyatro izlemeye yönelik bu ilginin en önemli sebebi, içinde bulunduğumuz dönemin sıkışmışlığının bir tezahürü olması.

Sizce artık ekrandaki karakterler hem seyirciyi hem de oyuncuyu tatmin etmiyor olabilir mi?

Tüketim çağındayız. O yüzden elimizdeki şartlar da karakterler de senaryolar da tükeniyor. Çok kısa sürede yazman gereken bir senaryo var mesela, e doğal olarak karakterler sığlaşıyor ve senaryolar derinliğini kaybediyor. Seyirci de eski derinliği bekliyor. Ama şartlar eskisi gibi değil ki. Ancak üzerinde uzun çalışmaların yapıldığıkarakterler ve senaryolar seyirciyi tatmin ediyor. Açıkçasıişi izlediğimiz zaman bu da belli oluyor zaten. Oyuncu için de aynışey geçerli bence.

Bir Aile Hikayesi dizisiyle de izliyoruz sizi... Bu dizide sizi cezbeden şey ne oldu?

Tek kelimeyle hikayenin kendisine kapıldım. Bu hikaye, karakterler çok gerçek. Ve bir uyarlamaya göre çok başarılı buluyorum. Beni içine çekip götürüyor. Sahnelerde duygular içime işliyor. Oyuncular zaten hepsi çok saygı duyduğum insanlar. Bu yüzden bu işin içinde yer aldığım için çok mutluyum.

Bu diziye kadar bir süre ekranda göremedik sizi o süreçte neler yaptınız?

Çalışırken vakit geçiremediğim insanlarla vakit geçirdim. Bir süre İngiltere’ye gidip geldim, orada tiyatro oyunlarıizledim. Bir kısa filmde oynadım. Daha sonra yaza doğru BKM’nin prodüktörlüğünü yaptığı bir aile filmi olan Bücür’ü çektik. Sonra zaten oyun süreci başladı.

Dizilerdeki reyting kaygısı üzerinizde bir baskı yaratıyor mu?

İnsan tabii ki emeğinin karşılığını görmek istiyor. Kötü bir reyting oranı olunca üzülüyorsun ama bir baskı yarattığını düşünmüyorum. Çünkü bizimle pek alakası olmuyor. Seyirci hikayeyi alıyor ya da almıyor.

Son dönemde keşfettiğini, üzerine düşündüğünüz neler var? Nelerin farkına vardığınız bir dönemdesiniz?

Sakinlediğim bir dönemdeyim galiba. Sakinliğin keyfinin farkına vardığım bir dönemdeyim diyebilirim. Genelde heyecanlı, endişeli ve hayata müdahaleci bir yapım vardı ve bunları aşmak için uzun zamandır uğraşıyordum. Sanırım aşmaya başladığım ve bundan mutluluk duyduğum bir dönemdeyim. Hayatı akışına bırakınca, doğru ilerliyor gibi her şey…

Sosyal medyayla aranız nasıl?

Sosyal medyayla aram iyi galiba; ne çok fazla ne de çok az kullanıyorum diyebilirim. Öyle bir dönemdeyiz ki sisteme direnmek telefonunun olmamasını istemek gibi bir hal aldı. Telefon varsa internet var. Artık sosyal medya hesaplarıyla para kazanan, bunu meslek haline getiren insanlar var. Başka nasıl meslekler çıkacak acaba diye düşünüyorum. Türkiye’ye ilk telefonun geldiği zaman dün gibi, geldiğimiz nokta inanılmaz, 20 yıl sonrası biraz ürkütücü benim için.

Hakkınızda yanlış bilinip düzeltmek istediğiniz bir şey var mı?

Doğum tarihim internette yanlış yazıyor ocak doğumlu değilim 15 Mart 1991’de doğdum.

Bir Banka Soygunu Komedisi oyun tarihleri:

3 Nisan ZORLU PLATINUM SAHNESİ 20:30
13 Nisan CADDEBOSTAN KÜLTÜR MERKEZİ 16:00/20:30

20 Nisan ZORLU PLATINUM SAHNESİ 20:30

20 Mayıs MEB ŞURA SALONU 21:00
21 Mayıs MEB ŞURA SALONU 21:00

Yazının devamı...

Demet Akbağ Gibi Olmak İstiyor

En son Çukur dizisinde Perihan Savaş’ın gençliğini canlandıran Karel Gürtekin sırasıyla Yalan Dünya, Mayıs Kraliçesi, Kanatsız Kuşlar dizilerinde kamera karşısına geçti. Bugün vizyona giren ve başrolünü Gürbey İleri ile paylaştığı Ali filmiyle de ilk beyazperde heyecanını yaşayan oyuncu, diyor.

“Ali” ilk sinema filmin… Nasıl bir film oldu?

Filmin henüz tamamını izlemediğim için izleyenlerin tepkisini şu an pek kestiremiyorum. Ama dublaj sahnelerinde kısım kısım gördüğümde bile ağladım. Herkesin de duygulanacağı bir film olduğunu düşünüyorum. Gerçek bir hikayeden yola çıkarak çektiğimiz bir film olduğu için de herkesin yüreğine daha çok dokunacaktır. Herkesin sevdiklerine sıkı sıkı sarılması gerektiğinin mesajını veren bir film. Ve kesinlikle son dönemde Türkiye’de yapılmış en güçlü hüzünlü bir dram diyebilirim.

Nasıl bir rolle izleyeceğiz seni?

Filmde Aslı adında bir karakteri oynuyorum. Hırçın ve asi biri. Ama Ali’yle tanışınca gerçek sevgiyle tanışmış oluyor ve daha merhametli ve vicdanlı biri oluyor. Ali’nin geçirdiği hastalıktan dolayı daha iyimser ve güçlü kadın haline gelen bir karakter. Ali’nin hastalık sürecinde onunla savaşan ve destek olan, fedakarlıklar yapan biri.

Peki bu rol seni nerden, nereye taşıyacaktır?

Aslı karakterini kabul ederken, hikayenin gerçek olması, yapımının ve senaryosunun güçlü olması ve yönetmenimizin de desteğiyle Karel Gürtekin’i çok güzel bir yere taşıyacaktır. Bu film benim dönüm noktam. Hedeflerimden biri dünyaya açılmak ve bu filmin de gösterimi yurt dışında olacağından benim için iyi bir basamak. Filmi izleyenler diğer canlandırdığım karakterlerden çok farklı bir rol içinde olduğumu görecekler. Bu yüzden bu film benim için bir kırılma noktası. Dizilerde daha önce hep asi ve ayakları yere basmayan karakterler oynadım. Şimdiyse Aslı’yla ayakları yere sağlam basan, kararlı, güçlü ve baskın karakterleri oynama safhasına geçtim.

Senin ayakların yere basıyor mu yoksa hala uçlarda mı yaşıyorsun?

10 yıldan beri bu sektördeyim. Kariyerime stajyerlikle ve sunuculukla başladım, uzun yıllar bir kanalın iç yapımlarında çalıştım. Bir süre kamera arkasında çalıştıktan sonra insan mutlaka kamera önüne geçmek istiyor. Benim için de süreç böyle gelişti. Kamera önüne geçtikten sonra da hedefimi hep bir basamak daha yükselttim. Sunuculuktan oyunculuğa geçerken bunun eğitimini alıp, kendimi geliştirmek istedim. Bu 10 yıllık süreç benim için zorluklarla geçti ama şimdi ayakları yere basan, kararlarımı bir bilene danışan ama yine kendi bildiğim yoldan da şaşmayan biriyim.

Bu 10 yıllık süreçte karşılaştığın zorluklara karşı kendini nasıl motive ettin?

Hedeflerime tutundum. Herkesin hayatında hedeflerine doğru giderken karşılaştığı zorluklar oluyor. Önemli olan bunlarla baş etmek ve kendine bir basamak olarak kullanabilmek. Öldürmeyen her acı beni güçlendirir demiş Nietzsche… Benim için de öyle. Bu yüzden her zorluk benim için hedeflerime ulaşırken kullandığım bir basamak, bir adım. Bu süre içinde öğrendiğim her şeye şükrediyorum. Tecrübelerle büyüyoruz. Öğrenmek bitmeyen sonsuz bir okyanus. Hele ki oyuncuysanız biraz dalgalı ama keyifli bir yolculuk.

Sektörün laneti sence ne?

Bizim sektörün laneti öngörüsüz insanlarla karşılaşmaktan geçiyor. Bu sektördeki iş veya arkadaşlık ilişkilerinin ne noktaya geleceğini öngörmek bir lanet. Ama ben bu laneti kırdım çünkü bir şeyleri denemekten yanayım. Şans vermeyi severim, güven konusunda problem yaşayan biri olmadım hiç.

Oynamak için gelmesini beklediğin bir rol var mı?

Evet var ama bu rol başkası için nasıl tınlar bilemem. Ancak Demet Akbağ’ın Haluk Bilginer’le oynadığı Kış Uykusu filmindeki o destekleyici karakteri oynamak isterdim. Zaten kariyerimde de gelmek istediğim noktalardan biri bu. Bu film benim hayatımın dönüm noktasıdır çünkü izledikten sonra böyle bir iş yapmalıyım diye bir hedef koydum kendime. Sakin, çözümcü bir karakter gelse asla hayır demem, çok oynamak isterim. Sanat filmlerine karşı özel bir ilgim var. Ben de bağımsız bir sanat filminde oynayıp, yurt dışındaki festivallere katılmak isterim. Ama Ali filmi de bu yolda benim için çok iyi bir basamak oldu.

Demet Akbağ gibi bir oyuncu mu olmak istiyorsun?

Evet… Demet Akbağ ve Haluk Bilginer gibi olmak isterim. Çünkü dünyaya açılmak istiyorum. Hatta bu yüzden geçen yaz İtalya’da üç ay ünlü yönetmen ve senaristlerden oyunculuk üzerine dersler aldım. Bunlar benim için çok önemli. Çünkü vizyonunuz ne kadar gelişirse o kadar iyi.

Her rolü oynayacak cesareti kendinde görüyor musun?

Oyunculuğun bir sınırı yok. Her zaman yeni şeyler öğreniyoruz ve oynadığımız karakterlerin bir sınırı olacağına inanmıyorum. Oynayamayacağım bir karakter olduğuna inanmıyorum. Bugüne kadar hiç şu rolü asla oynamam diye bir şey demedim.

Yazının devamı...

"Soyunup basitleşerek ünlü olmak kolay ama reyting orada değil"

Yıllardır sunuculuğunu yaptığı kendi adını taşıyan kadın programıyla yüzlerce hasta ve ihtiyaç sahibine el uzatan ve hayatlarını değiştiren Zahide Yetiş her sabah güne onlarca yardım mesajıyla uyandığını söylüyor. Yardıma ihtiyacı olan herkese el uzatacağını belirten Yetiş, diyor.

Zahide Hanım sizi her geçen gün daha mutlu ve enerjisi yükselmiş bir şekilde izliyoruz... Nedir bunun sırrı?

Öyle görünüyorsa ne mutlu çünkü hayatımın en uykusuz dönemini yaşıyorum. Gece en az iki kez uyanıp kalkıyorum ve bir defa kalktığımda “Allahım bu basıl güzel bir gece” diyorum. Bebek sahibi olunca ve bebeğim de uyumayı benim kadar sevmeyince ne yazık ki geceleri pek çok anne gibi ben de uyanır oldum. Ama nasıl bir şeyse insanın psikolojisi, ruhsal durumu iyiyse bedensel durumu da bir hayli iyi oluyor. Gerçekten kendimi çok mutlu ve iyi hissediyorum. Çok fazla şükrediyorum, dua ediyorum ki böylece hayatımdaki güzellikleri daha fazla hissediyorum. Herkesin aynı güzelliklere sahip olabilmesi için de dua ediyorum. Herhalde bu yansıyor dışarıya, yoksa bir hayli yorgunum aslında.

Annelik hayatınıza, dünyaya bakışınıza neler kattı?

Kesinlikle korkularım arttı. Aslında her durumda mutlu olmayı başarabilen biriyim, hep öyle olmaya çalıştım. Sanırım hayatımdaki pek çok şeyde de bunu başardım. Ama insanın evladı olunca korkuları çok fazlalaşıyor. Kendiniz için düşünmediğiniz, hissetmediğiniz pek çok şeyi evladınız için bir risk olarak görüyorsunuz. Mesela geçen gün evde camları siliyorlar, pencereler yere yakın olduğundan bir an Aras bu pencereden aşağı düşebilir diye bir korku sardı içimi. Hatta size daha saçma bir şey söyleyeyim; Geçen gün çocuğa balon aldık. Baloncunun elinde çok fazla uçan balon vardı. O an Aras’ın eli balonlara takılsa, ipi baloncunun elinden kaçsa, çocuk uçsa gitse ne yaparım diye düşündüm. Eşim de “Allah aşkına biraz normal olmaya çalış. Öyle bir şey olmaz” diyor ama ne fayda… Histerik değil ama hassasiyeti artmış bir hale geldim. Annelere soruyorum “Sadece ben mi böyleyim?” diye ama hepsi aynı şeylerden tereddüt yaşadıklarını söylüyor. Gerçekten insan anne olunca değişiyormuş.

Peki ya eşinizle ilişkiniz?

Eşimle de tabii ilişkimiz değişti. Daha önce telefonumda aşkım diye kayıtlıydı şimdi Arasım’ın babası diye kayıtlı. Aslında bu ciddi bir uyarı da bir taraftan. Eşim hala benim aşkım, sevgilim böyle olması gerekiyor. Baba olması veya benim anne olmam kendimizle ilgili muhteşem bir şeyken eş olmayı biraz arka plana itiyor ama sonrasında durumu toparlayıp normale döndürmek lazım. Çünkü bir süre sonra eşler arasında tehlike çanları çalmaya başlıyor. Bunu aşabileceğimizi düşünüyorum. Şu anda en büyük sevgimiz oğlumuza. Ama bebekten sonra birbirimizi daha çok sevmeye başladık. Genelde kadınlar eşlerini çocuktan sonra ihmal ediyor ama böyle kopukluklar yaşanmaması için ben aksine eşime zaman ayırmaya ve ilgi göstermeye bir hayli dikkat ediyorum. O da bana karşı aynı şekilde gerekli hassasiyeti göstermeye çalışıyor.

Böyle yoğun bir tempoda çalışan hanımlar anne olduktan sonra ara vermek, dinlenmek ister. Ama siz sanki bu yoğunluğu daha da artmış bir şekilde yaşıyorsunuz öyle mi? Bunda sizin yardımınıza muhtaç, ihtiyaç sahibi insanların etkisi var diyebilir miyiz?

Normal bir iş yaptığımı düşünmüyorum. Elbette bu anormal de değil öyle algılanmasın. Çok özel ve seçilmiş bir durum aslında bu. İnsanlara yardım edebilecek durumda olmak, koskoca bir televizyon kanalını arkana almak müthiş bir güç. Bu gücü hastalar için değerlendirmek, faydalı olabilmek gerçekten çok az kişiye nasip olur. Yani onlardan birisi olduğum için kendimi çok şanslı hissediyorum. Bundan nasıl vazgeçebilirim ki? İnsanlar mutluluğunu paylaştığımız anda da sıkıntısını derdini anlatıyor, gittiğimiz pek çok yerde el ele göz göze olduğumuzda da dertlerini hastalıklarını anlatıyor… Programda zaten görüyorsunuz, dünyada literatüre geçebilecek en ciddi ve en farklı hastalıklar muhtemelen bizim elimizin değmesiyle şekilleniyor. Pek çok doktorum var ve hepsi alanının en iyileri. Onların desteği ve yardımıyla çok güzel işler yapıyoruz ve yapmaya da devam edeceğiz. Bu sezon artık saatimiz de değişti. Artık haber önündeyiz ve daha da fazla güçlendik. Gerçekten birini iyi edebilmek ve iyiliğe vesile olabilmek kadar güzel bir şey yok.

Bu iyiliğin getirdiği manevi haz eve de yansıyor mu?

Tabii eve de yansıyor. Yoğunluk bir taraftan var evet ama bir taraftan da bunun verdiği huzur ve mutluluk çok başka. Bu yüzden keyfimiz yerinde ve umarım böyle devam ederiz diye umuyorum. Aras’la olan birlikteliğimiz evet beni yoruyor ama bir taraftan enerjimi de yükseltiyor. Çünkü bir taraftan vücudum mutluluk da salgılıyor. Böylece hem enerji hem de zaman bulabiliyorum, hem de yorulmuyorum. Bu ne kadar böyle gider bilmiyorum ama hayat güzel şeyler sunarken olabildiğince yaşamak gerekiyor. Sanıyorum bu dönem benim için o dönem…Her şeyi yapabilecek durumdayız ve bu gücü en iyi şekilde kullanmak istiyoruz.

Birçok insanın hayatına dokunuyorsunuz, iyileştiriyorsunuz, zor şartlardan kurtarıyorsunuz… İyilik yapmak yardım etmek bir bağımlılığa dönüşüyor mu sizce?

Hassasiyetinizi bir hayli artırıyor. Yani gördüğünüz, duyduğunuz, konuştuğunuz pek çok şeye dikkat ediyorsunuz. Mesela sabah gelen mesajlar ve fotoğraflarla uyanıyorum. Her biri birbirinden değerli insanlar ve ne yazık ki ciddi sıkıntılar yaşıyorlar. Kendileri, anne, babaları ya da evlatları için yardım istiyor… Hemen ekibimle irtibata geçiyorum ya da bazen onlar kendilerine gelenleri paylaşıyor. Biz bunu çalışmak olarak görmediğimiz için bu bir karakter, yaşam tarzı. Bu yaşam tarzını ben ve ekibim her gün yaşıyoruz. Hafta sonumuz yok, gece gündüzümüz yok. Çünkü haberler her daim bizimle beraber. Ve bize dokunan herkes bir şeyler istiyor. Bunu yapabilecek durumdayız ve bu gücü en iyi şekilde kullanmak istiyoruz. Zaten ekranda görüyorsunuz şimdiye kadar yüzlerce kişiyi ameliyat ettirdik. Yüzden fazla tüp bebeğimiz oldu. Pek çok kişinin hayatına dokunma fırsatı bulduk. Ve en çok duyduğumuz şey “Allah sizden razı olsun” cümlesi oldu. Bizim için daha güzel bir cümle, daha güzel bir dokunuş yok. Ameliyattan çıkarken onları görmek, iyileşme süreçlerinde yanlarında olma mutluluğu bizi gerçekten genç ve başarılı tutuyor. Bu yüzden her gün şükrediyoruz.

Ekrandaki kadın programları bir elin parmaklarını geçmiyor ve siz en çok izlenen ilk iki programdan birisiniz. Benzer formatlarınız neden tutmuyor sizce?

Her iş tutsa da tutmasa da büyük emek. Şimdi var olmayan pek çok program denendi ve hepsi bir emeğin ve aklın eseriydi. Hepsi birbirinden çok emek barındırdığı için ayrı ayrı saygı duyarım. Tutup tutmaması ise halkta karşılık bulmasıyla ilgili bir şey. Bu elbette o programın ekran yüzüyle, samimiyeti ve insanlara gerçekten yürekten içten dokunabilmesiyle ilgili. Şükürler olsun ki izleyenler beni evlerinin bir bireyi gibi gördü ve bunu hep bana gösterdiler, yazdılar. Bence asıl reyting dışarıda. Sokakta insanların size nasıl baktığı önemli. Ünlü olabilirsiniz bu çok kolay. Sizi parmakla da gösterebilirler bu da çok zor değil. Bunu soyunarak da yapabilirsiniz. Yani basitleştirerek de ünlü olmak mümkün. Ama sizi severek gerçekten sizinle gelip sohbet etmek istemeleri gerçek reyting. Bunu yıllardır yaşıyorum. Allah muhafaza hiç de bitsin istemiyorum. Her programın bitip bitmemesi değil ama bir emekle ekrana gelmesi önemli bir şey.

Biliyorsunuz Müge Anlı'nın programında işlenen Palu ailesinin hikayesi çok ses getirdi ve işlenen cinayetler, yapılan işkence ve tecavüzler günlerce ekranda anlatıldı. Ama şiddet bu kadar gözler önüne serildi diye de büyük tepki çekti. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Müge benim arkadaşım. Onu çok severim ve nasıl çalıştığını, ne kadar emek verdiğini çok iyi bilirim. Eğer Müge bu konuyu ele almasaydı Palu cinayeti ne yazık ki henüz aydınlatılamamış olacaktı. Bu yüzden bende oluşan bu farkındalıktan sonra izledim. Yakalanmalarına da çok sevindim. Böyle bir işkence ve insanlık suçu işleyenlerin cezasını çekmesini istiyorum. Polisimiz çok çalışkan ve elbette pek çok şeyi aydınlatıyor. Ama televizyonun gücünü de yadsımamak lazım. Herhangi bir şey ekrana çıktığı zaman o kadar çok kişi tanık haline geliyor ki, ekran ulaşması ve hatırladığını ifade etmesi çok kolay büyük bir güce dönüşüyor. Sanıyorum bu anlamda Müge’nin de izleyenleri ona destek olmak için ellerinden geleni yapıyor.

Siz bu tarz suç ve şiddet içerikli konuların bu kadar yoğun ekranda işlenmesine ne diyorsunuz?

Tabii bunların çözüm yollarına bakılmalı. Böyle insanları içimizde istemiyoruz ve bunları ayıklamamız gerekiyor. Bunu sadece televizyon programı olarak söylemiyorum, kalıcı bir çözümle bu insanları hayattan almak gerekiyor. Yani böyle bir insanın çocuğumun yakınında olmasını asla istemem. Ama o kadar doğal görünüyorlar ki bir şekilde temas etmeleri çok mümkün. Bu da beni tedirgin ediyor. Farkındalık adına bence olmalı. Ama belli bir bilinçle izlendiğinde bu tarz programların çok da kötü olmadığını düşünüyorum. Ama bu bilince geldik mi onu bilemiyorum…

Peki yapmak istediğiniz farklı bir format farklı şeyler var mı aklınızda?

Ben televizyoncuyum elbette her zaman var. Ama şu an yaptığım iş, aldığım geri dönüşler o kadar güzel ve keyifli ki beni çok mutlu ediyor. İnşallah iyi olan şeyleri gerçekleştirme fırsatı bulurum. Nasip kısmete çok inanıyorum. 20 senedir bu sektördeyim ve bu işi iyi yaptığımı hatta daha da iyi yapacağımı düşünüyorum. Ekran ne kadar müsaade ederse, siz ne kadar arzu ederseniz biz buralarda olacağız.

Son dönemde neler üzerine kafa yormaya ve çaba göstermeye başladınız?

Oğlum Aras’tan sonra doğal olarak hayatım değişti. Çocuk bakımı ve onu hayata daha iyi nasıl hazırlayabilirim onun derdindeyim. Anne olmanın zorluğuyla beraber mutluluğunu yaşıyorum. Aslında hayat hem daha güzelleşti hem de daha da zorlaştı. Zorluğu tedirginliklerimden. Daha önce kendim için acaba mı dediğim şeyler, şimdi evladım için daha yüksek tonda bir sese dönüştü. Ne kadar gücünüz ve paranız olursa olsun, evladınıza verebileceğiniz kocaman bir sarılmanın ve sevginizi hissettirmenin yerini tutmaz. Bunlar dışındaki her şey nasip. Evlatlarımız tahtını biz yapabiliriz ama bahtını rabbim yapsın. Şimdilerde oğlumu doğru yetiştirebilmek adına kafa yoruyorum. Çocuk gelişimi, psikolojisi ve nörolojisiyle ilgili kitaplar okumaya başladım. Bir de beni heyecanlandıran bir You Tube kanalı kurmaya karar verdim. Çok yakında kendi kanalımla karşınızda olacağım. Seyircilere ulaşmak için bu da bambaşka bir yol ve yöntem.

Güzellik sırlarınız, son dönemde keşfettiğiniz ve önermek istediğiniz bakım ritüelleriniz var mı?

Cildim gerçekten çok yıpranıyor çünkü bütün gün hem canlı yayında ışıkla temas ediyorum, hem de makyajla uzun saatler kalmak durumundayım. Bu yüzden en önemli şey cildi nemlendirmek ve makyajı çıkartmak.

Olabildiğince yüzümü, ellerimi ve vücudumu nemli tutmaya çalışıyorum. Nem dengesini doğru şekilde koruduğum zaman kuruluk hissinin çok azaldığını ve kendimi daha iyi hissettiğimi fark ettim. Bir de yüzüme sade maden suyu sürüyorum. Sodayı buz kalıbı haline getirip zaman zaman yüzüme uyguluyorum. Bu da yüzümü ekstra canlandırıyor, kılcal damarlarımı uyarıyor ve bana çok iyi geliyor.

Yazının devamı...

Eğlencenin Gözdesi Hamamlar

İhtişamlı mimarisi, mistik atmosferi ve renkli ritüelleriyle kültürümüzün vazgeçilmez bir parçası olan Türk Hamamı eğlence dünyasının gözdesi olmaya ve geçmişten günümüze popülerliğini korumaya devam ediyor.

Osmanlı hamamları dünyada en çok bilinen kültürel değerlerimizin başında geliyor. Bugünlerde sıkça eğlence sektörüne ev sahipliği yapan ve yıkanmanın yanında özel geceler ile davetler için kullanılan bir konsept kültürüne doğru evrilmiş olsa da hamamlar aslında Osmanlı döneminde altın çağını yaşayan ve sosyal hayatın vazgeçilmezi olan bir değerdi. Görkemli mimarisi ve tarihiyle büyüleyen Türk Hamamları’ndan; İstanbul’un en büyük çifte hamamlarından Cağaloğlu Hamamı, Kanuni Sultan Süleyman döneminde Mimar Sinan’a yaptırılan Süleymaniye Hamamı, Kösem Sultan tarafından 1640 yılında yaptırılan Tarihi Çinili Hamam, Osmanlı mimarisinin en önemli eserlerinden olan Gedikpaşa Hamamı, Tarihi Galatasaray Hamamı, Tophane’nin sembollerinden Kılıç Ali Paşa Hamamı ve Çemberlitaş Hamamı Roma eserlerinden biri olan ve Bursa’da bulunan Kervansaray Hamamı ile Ankara’da bulunan Tarihi Şengül Hamamı’yla Karacabey Hamamı geçmişten günümüze bu kültürü yaşatmaya devam eden en büyük kültür miraslarımızdan…

Mistik atmosferiyle ilham kaynağı oldu

İhtişamlı yüzlerce hamamından pek azı günümüze kadar gelebildi. Yok olanların bir kısmı ise şehre tekrar geri kazandırıldı. Özellikle 2010 yılında İstanbul'un Avrupa Kültür Şehri seçilmesinden sonra başlayan hamam restorasyonlarıyla da hamamlar, turizmin bir parçası oldu ve turistlerin de gözde adreslerinden biri haline geldi. Kültürümüzün en renkli parçalarından biri olan hamam geleneğinin dünyaya yayılması ve bu kadar ilgi görmesi aslında tarihler boyunca bu deneyimi yaşayan gezginlerin gezi notlarından, anlattıklarından ve yabancı sanatçıların resimlerine konu oluşundan sonra yaygınlaştı. Türk ressamlar tarafından zamanında harem gibi gizli kalması gereken bir gelenek gibi düşünülerek sık işlenmese de, bu konu yabancı sanatçıların ilham kaynağı oldu. Resmettikleri hamamdaki mistik atmosfer ve kadın figürleri görenler tarafından büyük ilgi gördü. Bu durum deyimlere, edebiyata, filmlere konu olup, doğunun egzotik havasını gelenekleriyle batıya taşıyan faklı bir kültürel değer olmasıyla da dikkat çekti.

Romalılar keşfetti, Türkler dünyaya duyurdu

Birçoğu özellikle Eminönü, Sirkeci, Topkapı Sarayı, Ayasofya, Sultanahmet Camii ile Beyazıt, Kapalı Çarşı ve çevresini kapsayan tarihi yarımadada bulunan yüzyıllık hamamların temeli aslında M.Ö. 1’inci yüzyıl Roma’sına dayanıyor. 600 yıl boyunca devasa hamamlar inşa eden Romalılar Hristiyanlığı seçip, yeni inançlarına göre yıkanmanın günah olduğunu kabul ettikten sonra bu kültüre sırt çevirdi. Bu inançlarla düşüşe geçen hamam kültürünü ayağa kalkması ve dünyaya yayılması ise Osmanlı İmparatorluğu ile oldu.

11.’inci yüzyılda Selçukluların Anadolu'ya beraberinde getirdikleri mimari ve yıkanma kültüründen beslenen Türk Hamamı, Türklerin de İslamiyet’i kabul etmelerinden sonra yükselişe geçti. İslamiyet’in temizliğe ait hükümlerini büyük bir titizlikle uygulamaları neticesinde, İstanbul’un fethinden sonra devletin dört bir yanında binlerce hamam yapıldı. İslamiyet’te temizlik dinin temel taşlarından olduğu için hamamlar da camiler kadar büyük önem kazandı.

İstanbul Boğazı’nda Tophane meydanında yer alan 1580 yılında Kaptan-ı Derya Ali Paşa tarafından Mimar Sinan’a yaptırılan Kılıç Ali Paşa Hamamı da aynı İslam’i gerekliliklerden dolayı daha öncelikli ve hızlı inşa edilmiş bir hamam. Birgün külliye inşaatını ziyarete gelen Ali Paşa, taş taşıyan bir işçinin abdesti olmadığını söylemesi ve bu yüzden taşı bir türlü inşaata abdestsiz koymak istemediğini söylemesi üzerine, Ali Paşa genç çocuğa para verip hamama göndermiş. Ardından Mimar Sinan’a da camiden önce hamam yapılması gerektiğini söylemiş. Böylece Kılıç Ali Paşa Hamamı üç yıllık bir inşaattan sonra halka hizmet vermeye başlamış.

Çifte hamamların giriş ve çıkışları her zaman ayrı olur

Osmanlı Türklerinin ilk hamamı Bursa'da 1336 da Orhan Bey tarafından yaptırıldı. Kamusal alandaki ilk hamam ise 1584'te 3.’üncü Murat'ın annesi Nurbanu Sultan'ın Mimar Sinan'a yaptırdığı Çemberlitaş Hamamı oldu, kısa bir zamanda da hamamların sayısı arttı. Beyazıd, Yeni Camii gibi pek çok külliyenin ve Küçük Ayasofya, Murat Paşa gibi de daha küçük yapıların kendilerine ait hamamları olması da bu seçenekleri günden güne artırdı. Türk Hamamlarının en büyük özelliklerinden biri çifte hamam veya tek hamam şeklinde inşa edilmesi. Yarısı erkeklere, yarısı kadınlara ayrılan iki bölümden oluşan çifte hamamların giriş çıkışları her zaman ayrı caddelerde olur, kadın ve erkekler giriş çıkışta birbirlerini asla görmezdi. Hiçbir zaman iki ayrı kısmının kapısı aynı cadde veya sokağa açılmazdı, içeri giren çıkan birbirini görmezdi.

Modern hayata yenilmeyen bir ritüel

Kentsel dönüşümün, başlaması ve yaşam alanlarının, modernize edilip, evlere banyoların eklenmesi hamamlara olan talebi belirli bir ölçüde azalttı. Bu dönüşümden önce, sadece gelir seviyesi yüksek kişilerin konaklarında bulunan hamam ve banyonun her statüden insanın evine girmesi talebi düşürse de, kültürümüzde geleneksel ritüellerin vazgeçilmezi olmaya her zaman devam etti.

Göbek taşı demek, kadınlar için şenlik alanı demekti

Kadınların kişisel bakımlarını yapmanın yanında, kendilerini ve zenginliklerini gösterme, annelerin oğullarına kız beğendiği, kınaların yakıldığı, bugünlerde yerini konsept partilere bırakan kutlamaların, eğlencelerin, ziyafetlerin olduğu, şehir dedikodularının konuşulduğu bir sosyalleşme ve şenlik alanıydı hamamlar. Hamama hazırlanmak ise kadınlar için ayrı bir seremoniydi. Bütün gününü hamamda geçirecek olan hanımlar, özenle işlemeli bohçalarını hazırlar, yiyeceklerini de bohçalarının yanına ekler, önden yardımcılarıyla hamama gönderirlerdi. Bu bohçalarda gül kokulu sabunlar, sabunluklar, mücevher kutuları, sık ve seyrek taraklar, ipek ve ketenden yapılmış keseler, nalınlar, iç ve dış taslar, boy boy havlular, sürmeler, bitkisel yağlar ve aynalar bulunurdu.

Şimdilerde ise birçok hamam işletmesinde böyle bir hazırlık yapmak istemeyenlere, kişisel bakımlar için tek kullanımlık benzer malzemeler veriliyor. Ve baktığınızda kadınların özel günleri için hala revaçta olan ve ilk akla gelen yerlerden biri hamamlar... Erkeklerde de durum pek farklı değil. Hamamlar erkekler için de özel günlerin kutlandığı yerler haline geldi. Erkeklerin, damat hamamı, sünnet hamamı, asker hamamı ve bayram hamamı şeklinde kullanılmaya devam ediyor.

SPA’nın temelleri hamamla atıldı

Tarihi hamamların en büyük özelliklerinden biri de günümüz SPA’larının ilk örneklerini oluşturmasından geçiyor. Yıkanmanın hastalıkların önlenmesi ve tedavisinde kullanımı çok eskilere dayanır. MÖ. 4’üncü yüzyılda Yunanistan’da bedeni terbiye ve tedavi müesessesi konumunda hamamlar bulunurdu. Buhar banyosu ve sıcak, birçok kültürde de iyileştirmek için uzun süre kullanılan bir terapiydi. Fiziksel ve mental temizlik için şifa kaynağı sayılan hamamlara dair birçok da hikaye anlatılır ve halk bunlara sıkı sıkıya tutunarak hamamlara akın eder, şifa arardı. Bunlardan biri de Mihrimah Sultan Hamamı’nın şifa merkezi olarak kabul edilmesiydi…

Kadınların gözdesi Mihrimah Sultan Hamamı’ydı

İsminin doğrusu "Mihr ü mâh", yani "ay ve güneş" demek olan Mihrimah Sultan, Kanuni Süleyman'ın Hürrem Sultan'dan olan kızıydı. Anlatılan hikayelere göre Mimar Sinan’ın Mihrimah Sultan’a duyduğu aşkın bir simgesi olarak Üsküdar’daki külliyeden sonra inşa ettiği, Edirnekapı’da bulunan Mihrimah Sultan Hamamı dönemin şifa merkezlerinden biriydi. Özellikle göğüs kanserine yakalanmış kadınlar için bir ümit kapısıydı. Bunun nedeni ise rivayetlere göre Mihrimah Sultan’ın bir göğsü yoktu. Bunun doğuştan mı yoksa sonradan mı olduğu pek bilinmiyor ama Mihrimah Sultan’ın bundan çok utandığı için hamamda hizmetkârlarına, cariyelerine ve kalfalarına bile görünmeden yıkanırdı. Bu yüzden kendi adını taşıyan hamamda da Sinan’dan kendisine özel loca gibi bir bölme istemişti. Kalabalık maiyetiyle hamama gitse bile Mihrimah Sultan bu bölümde senelerce kimseyi yanına almadan tek başına yıkanmıştı. Bu söylentilerden sonra kadınlar tarafından bir şifa merkezi kabul edilip, sultanın bölmesinde yıkanmanın kendilerine şifa getireceğine inanan hanımlar bunu asırlarca devam ettirdi. Ancak bu adet de zamanla unutulanlar arasına girdi.

Artık eğlencenin yeni adresi

Hamamların tarihi geçmişi bu kadar derin ve zenginken, farklı deneyimler yaşamak isteyenler için de bir cazibe merkezi. Aynı zamanda yeni nesil hamamlarla beraber tarihi hamamlar eğlence sektörünün gözdesi. Farklı eğlence organizasyonu, özel davetler, kına geceleri hatta düğünler bile artık hamamlarda yapılır oldu. Hamam işletmecileri de bu talep karşısında hem tarihi dokuyu bozmadan hem de eğlencenin dozunu artırmak için birçok revizyona imza atıyor.

Filmlerdeki meşhur hamam sahnelerini artık gerçeğe taşımak isteyenlere sonsuz seçenek sunan hamam işletmeleri, zeytinyağlı dolmaların, limonataların, lokum ve şerbetlerin servis edildiği, dansözlerin yer aldığı paketleriyle fark yaratıyor. Düzenleyeceğiniz eğlencenin saatine, kaç kişilik olacağına ve istediğiniz hizmete göre hamam fiyatları değişebiliyor. Ama bir hamamı kapatmak isterseniz ortalama olarak hafta içi 400, hafta sonu 700 Euro ödemeniz gerekiyor. Eğer sazlı, sözlü, mezeli, dansözlü, masajlı bir paketi sabah 10.00, akşam 16.00 saatleri arasında seçerseniz 20 kişi 6 bin TL ödüyorsunuz. Yani bu paketi seçenler kişi başı 300 TL ödemiş oluyor. Saat 16.00’dan sonra veya hafta sonun organizasyon yapmak isterseniz de fiyat kişi başı 320 TL oluyor. Normal bir günde hamama yıkanmaya girdiğinizde ise 10 dakika kese, 15 dakika köpük masajı ve ikramlıklar olmak üzere fiyat 375 TL oluyor.

Cazibesini gün geçtikçe artıran hamamlar ve fiyatları ise şöyle;

Cağaloğlu Hamamı

Cağaloğlu Hamamı aralarında, Mustafa Kemal Atatürk’ten hemşire Florence Nightingale’e kadar birçok ünlüyü ağırlamış. Bu hamamı farklı kılan özelliklerden biri de suyu ısıtmak için Ayvalık’tan getirtilen zeytin çekirdeklerinin kullanılması. Giriş fiyatı 375 TL olan hamamda ikramlar ve dinlenme odaları fiyata dahil.

Kılıç Ali Paşa Hamamı

Karaköyde bulunan, geniş ve görkemli kubbesiyle büyüleyici bir atmosfere sahip Kılıç Ali Paşa Hamamı’nın girişi 270 TL. Masaj fiyatları ise bölgesel 190 TL, tüm vücut olmak üzere 430 TL’ye kadar çıkıyor. 6-12 yaş arası çocukların hamama giriş fiyatları da 160 TL. Hamamda kadınlar ve erkekler ayrı saatlerde kabul ediliyor. Fiyatlara kese, köpük ve ikramlar dahil.

Çemberlitaş Hamamı

Kadın ve erke olmak üzere çifte hamamlardan olan Çemberlitaş Hamamı 240 TL. 15 dakika boyunca sürecek kese masajı, uzun bir süre çıkmak istemeyeceğiniz sultan ve köpük banyoları hizmetleri var. Ayrıca hamamda değişik tarzda masajlar denemek isteyenler için Aromaterapik Yağ Masajı Refleksoloji, Hint Baş Masajı ve cilt için kil masajı da mevcut.

Hürrem Sultan Hamamı

Fatih’te bulunan hamamın giriş ücreti paketler dahilinde 45 Eurodan başlayarak 160 Euro’ya kadar çıkıyor. Ayrıca kadınlara özel olarak indirimler de yapılmakta. Tüm bunların yanı sıra kadınlara özel indirimlerin haricinde hamam, bayram gibi özel günlerde de çeşitli kampanyaları da ziyaretçilerine en iyi şekilde sunuyor.

Sayıları giderek çoğalıyor

Tarihi yarımada da bulunan hamamlar dışında İstanbul’un farklı semtlerinde ve diğer şehirlerde bulunan hamamların sayısı eğlence sektöründeki bu ihtiyaca cevap vermek için git gide artırıyor. Sayısı artan hamamlar arasından ise uzun yıllardır hizmet veren Gebze’de bulunan ve işletmeciliğini Hülya Hasret’in yaptığı Marmara Hamamı sunduğu farlı organizasyon çeşitleriyle gelin hamamlarının ve kına organizasyonu yapacakların bir numaralı adresi.

Yazının devamı...

Babanın Tırnağı Olamazsın Dediler

Bora Gencer ve Caz müziğinin duayen ismi babası Bozkurt İlham Gencer aynı sahneyi paylaşarak Türk müziğine damga vurmuş isimleri anmaya hazırlanıyor. 3 Mart’ta ‘Elvadasız Şarkılar’ konseriyle sevenlerinin karşısına çıkacak baba oğul yeniden aynı sahneyi paylaşmanın heyecanını ve yeni projelerini anlattı.

Elvedasız Şarkılar konseri fikri ne zaman ve nasıl ortaya çıktı?

Bora Gencer: Bu proje bir gün Tarabya’da scooter ile dolaşırken yolda billboardlar da kaybetmiş olduğumuz bir sanatçımızın anma gecesinin tanıtımını gördükten sonra şekillenmiş oldu. Ve dedim ki neden bütün kaybettiğimiz sanatçılarımızın hepsinin anıldığı, onların şanına yakışan büyük bir yerde böyle bir şey yapılmıyor. Buradan yola çıkarak ortaya çıktı proje. Bu projenin çıkışı da 4-5 aylık bir süreç oldu. 3 Mart’ta projemi gerçekleştirebildiğim için çok mutluyum. Röportajı okuyan okuyuculara çok teşekkür ediyorum ve hepsini 3 Mart’ta Zorlu PSM’de ki muhteşem konserimize bekliyorum.

Bu konserin sizin için önemi ve ayrıcalığı nedir?

B.G: Konserin önemi öncelikle insanların kaybettiklerini düşündüğüm vefa duygusuna tekrar kavuşturmak, hatırlatmak istedim. Aynı zamanda bu geceyi bir sosyal sorumluluk projesi haline getirdim. Konserin tüm gelirini TEYEV vakfına bağışladım. Daha sonra farklı bir proje daha yapacağım engelli arkadaşlarımızı da bu konserde ağırlıyor olacağım. Bunun dışında gece de satılacak olan yeni çıkan albümümün gelirini de sokak hayvanlarına bağışlanmasını sağlamak. Aslında bir projenin için de birkaç proje içeren bir gece oldu.

Sosyal sorumluluk projelerine verdiğiniz destekle de tanınıyorsunuz. Bu konuda bir adanmışlığınız var mı?

B.G: Adanmış dersek biraz fazla olur. Gerçekçi olmak lazım. Che Guevara güzel bir sözü var “İmkansızı iste ama gerçekçi ol” diyor. Bu yüzden adadım diyemem. Çünkü bu konuda geçmişte çok fazla sıkıntılar, hoş olmayan şeyler yaşadım. Bu sebepten bir süre uzak durdum. Ama kaçarak da olmaz. Soyadıma yakışmaz. Bu sene toplu olarak girdim. Bedensel engelliler, TEYEV Vakfı, Haytap... Hepsi aynı döneme denk geldi. Artık her şey benim elimde ve kendim yaptığım için içim daha rahat. Gönül rahatlığı ile de yapabiliyorum. Ben her zaman bu tarz projelere destek olurum. Ne zaman çağrılırsam giderim. Çünkü bu ülkenin vatandaşı olarak iki tane şarkı söyleyip sanatçı olduğunu düşünenlerin olduğu bu ülkede 35 yıldır bu işi yapan biri olarak bir şeyler bırakmak istiyorum. Kalıcı olmazsanız sanatçı olamazsınız.

Cem Karaca, Barış Manço, Tanju Okan gibi sizin de yakın dostunuz olan birbirinden değerli sanatçıları şarkılarıyla anacak olmak nasıl hissettiriyor? Anılar canlanıyor mu?

İlham Gencer: Tabi ki canlanıyor. Çünkü biz onların hiç birini yok olmuş kişiler olarak bakmıyoruz. Belki bu dünyada bizim yanımızda yoklar. Birlikte atmosferde, aynı oksijeni içimize dolduramıyoruz belki ama onlar varlar. Onlar her zaman bizim gönüllerimizde kurdukları tahtlarında en güzel şekilde oturuyorlar. Barış Manço’nun bir Japonya da binlerce Japon dinleyicisine Türk bayrağını sallatmasını, bıraktığı güzel eserlerini keza Cem Karaca’nın bıraktığı eserleri, diğer sanatçıların da aynı şekilde nasıl unutabilirim ki… Dolayısıyla onlar hiçbir zaman yok olmadılar. Bu yüzden de oğlumu böyle bir proje yaptığı için başarılı buluyorum ve tebrik ediyorum.

Baba-oğul aynı sahneyi paylaşacaksınız bu nasıl bir heyecan?

B.G: Daha öncede yaşadığımız bir duygu. Birlikte sahne aldığımız da oldu. Babam için benim organize ettiğim 2012’de 70. Sanat yılında da birlikte sahneye çıktık. Ama bu çok bambaşka. Burada öyle bir sürpriz yapacağız ki seyirciye onun heyecanı içerisindeyim.

İ.G: Bora ile sahne paylaşmak benim çok çok keyifli. Çünkü Bora çok hırslı bir çocuk. Babasına çekmiş birçok konuda. Bora tuttuğunu koparan ve bir yola çıktığı zaman onu sonuna kadar yürüyen, hiçbir şekilde geriye dönmeyen bir çocuk. O yüzden oğlumla gurur duyuyorum. Onunla bu sahneyi paylaşmak dünyanın en güzel şeyi. Zaten bunu da çok güzel anlatan bir şey hazırladık konser için. Bu da sürprizimiz olsun.

İlham Bey siz birçok ismi keşfetmiş ve yıldızlaştırmış bir isimsiniz. Bu keşifleriniz hala devam ediyor mu?

İ.G: Tabi ki ediyor. Başta, Ajda Pekkan, Barış Manço, Cem Karaca, Füsun Önal, Emel Sayın Erkut Taçkın gibi isimler olmak üzere birçok kişi de emeğim var. Şu anda çalıştığım yerde (Pera Palas Otel) haftanın yedi günü üç saat sahne yaparken oraya beni izlemeye gelen genç arkadaşlarımızın da elinden tutuyorum. Hepsine de desteğimi, tecrübemi ve bilgimi aktarıyorum. Bu arada birkaç sene evvel mahkeme kararı ile adımı Bozkurt İlham Gencer yaptım. Belirtmek isterim.

İlham Bey gençlerin önünü açan ve onları her zaman destekleyen bir isim oldu. Sizin de babanızın izinden gittiğinizi söyleyebilir miyiz? Siz bu konuda ne kadar hassasınız?

B.G: Tabi ki. Ben de birçok genç arkadaşımın elinden tuttum ve bu konuda çok hassasım. Sadece arkadaşlarıma, kendilerine destek olanları hiçbir zaman unutmamalarını tavsiye ederim. Çünkü bu mesleğin en önemli kurallarından biri de vefadır. Zaten bu geceyi de buradan yola çıkarak hayata geçiriyorum. Bir hayal olan şey gerçekleşebilecek bir fikre dönüştü. Ve gerçekleşmesine de birkaç gün kaldı. Bu yola benimle çıkan herkese teşekkür ederim.

İlham Gencer'in oğlu olmak üzerinizde bir başarı baskısı yarattı mı?

B.G: Özellikle ilk albümüm çıktığı zaman çok fazla mukayese oluyordu. İşte babanın oğlusun, değilsin, babadan da daha iyisin ya da babanın tırnağı olamazsın gibi geri dönüşler alıyordum. Tabi ki bir başarı stresi yaratıyor. O dönemlerde çok fazla gündem de olan bu konu şimdi artık gündem de değil. Çünkü benim yarışım babamla değil kendimle. Babam zaten öyle bir yere gelmiş ki onun geldiği yere onun tarzında kimse gelemez. Benim kulvarım başka, ben kendimle yarışıyorum. Kendimi ne kadar geçersem o kadar daha iyi olduğumu ve olacağımı düşünüyorum.

Oğlunuz Bora Bey'in müziğe olan bu ilgi ve yeteneğini ne zaman keşfettiniz? Pop müziğe siz mi yönlendirdiniz? Oğlunuzun da bir müzisyen olması nasıl hissettiriyor?

İ.G: Bizim ailede herkes oğlum İlhan, kızım Ayşe kendisi caz şarkıcısıdır. İlhan her tarzda çalar söyler. Çok başarılıdır hepsi. Bora’yı da tabi küçük yaşlarda şöyle yönlendirdik. Zaten kulağı hep müzikle doluydu. Babaannesi piyano çalar dersler verirdi. Dedesi de Arya söylerdi. Bora’nın da kulağı çok sağlamdı. Tabi ben de bunu fark edince onu alıp hemen konservatuara yönlendirdim. Ama hepimiz ailede piyano çalışıyoruz ve konservatuarda yardımcı piyano dersleri var diye sen piyano çalma nasıl olsa öğreniyorsun birinci sazın olmasın kemana gir dedim ve Bora 7 yıl keman eğitimi aldı İstanbul Devlet Konservatuarında. Ama pop müziği ile ilgili kısmı kendi tercihi oldu. Ben onu tarz anlamında hiçbir zaman bir yere yönlendirmek istemedim. Sadece özellikle yabancı caz şarkılarında kendisine elimden geldiğince yardımcı olmaya çalıştım.

Yeni projeleriniz var mı?

B.G: Tabi yeni projeler var. Oyunculuğu çok seviyorum. Yeni bir yabancı film teklifi geldi hatta. Kendi projem var senaryosunu yazdırdığım. Güzel bir proje olduğunu düşünüyorum. Hatta kendim de oynayacağım. Yakın zamanda ikinci klibimi çekeceğim, yaza doğru da üçüncü klibimi çekeceğim ve yedinci albüm çalışmalarına başlayacağım. Sanırım müzikle sinemayı bir arada götüreceğimi. Yani yapabileceğimi düşünüyorum.

İ.G: Türk Silahlı Kuvvetleri Eğitim ve Güçlendirme Vakfına kitap bağışladım. Bora ile 3 Mart’ta ki Zorlu konserine hazırlanıyorum. Onun dışında haftanın 7 günü 3 saat müzik yapıyorum. Yaza yine Bora ile birlikte Marmaris, Bodrum gibi yerlerde sahneler yapacağız. Bu arada yeni bir single çıkıyor sürpriz. 94 yaşında piyanosunun başındayım yani… Bunu da buradan İlham Gencer sevenlere müjdeleyelim.

Bora Gencer:

Sizi ekranda göremediğimizde neler yapıyorsunuz?

Ekrana çıkmak için uğraşıyorum. (Gülüyor) Hiçbir anı boş olmayan biriyim. Oğlumla ilgileniyorum. Köpeğimle gezintiler yapıyorum. Müzik çalışıyorum. Yeni repertuar yapıyorum. Haftanın üç günü müzik yapıyorum. (Marmaris Pukka, Swiss Otel Gabro, Nola restoran) Bu tempolu hayat beni genç ve ayakta tutuyor. Ben durursam paslanırım. Hani arabaların nasıl metal yorgunluğu oluyor aynı şekilde bende de acayip bir yorgunluk olur. Çalışmaz ve müzik yapmazsam mutlu olamam. Beni en büyük mutlu kılan şey çalışmak ve bu enerjim.

Sizinle tanışan ve karşılaşan kişiler hep samimiyetinizden bahsetmiş bunun için ne söylersiniz? Hakkınızda başka bilinmesini istediğiniz neler var?

Benim hakkımda başka hiçbir şey bilsinler istemiyorum. İzlesinler, dinlesinler yavaş yavaş öğrensinler. Zaten kendisini anlatması kadar zor bir şey olamaz. Benim bazı taraflarımın yani iyi olanlardan bahsediyorum. Tabi ki insanım. Elbette kötü yanlarım da vardı. Ama iyi yanlarımın ve birçok özelliğimin Türk halkı tarafından hala tam olarak keşfedilmediğini düşünüyorum. Bu yüzden beni TV programlarında, yazılı basında takip ederlerse daha çok tanıyacaklarını ve anlayacaklarını düşünüyorum.

Müzikte elde ettikleriniz sizi tatmin etti mi yoksa daha iyisi olabilir miydi?

Müzikte elde ettiğim manevi açıdan bahsediyorum hiçbir zaman tatmin etmez. Eğer ben doyarsam bir daha yemek yemek istemem. Zaten müzik doyulacak bir şey değildir. O kadar çok tatmaya müsait tatlar ve çeşitler vardır ki “tadından yenmez” derler ya onun gibi. Yani bulun, keşfedin, yapın asla bitmez. Müzik sonsuz bir şeydir. Aşçılığa benzer. O yüzden yemeğe benzettim. Bu kadar yemeği hazırlarsın üzerine bir krema koyarsın farklı bir tat çıkar. Bir şey keşfedersin, yeni bir şey üretirsin. Müzik de öyledir işte. Bugün Beethoven, Mozart, Schubert onlarda öldüğünde son nokta da değillerdi. Müzikte zaten oldum dersen öldüm demiş olursun. O yüzden müzik sonsuz bir olgudur ve hiçbir zaman doymam. Her zaman öğrenmeye açım. Her zaman daha iyi olmaya açık bir insanımdır.

Meslek hayatınızda ya da özel hayatınızda sitem ettiğiniz şeyler oluyor mu?

Babamın çok güzel bir lafı var. Dünle bugünü yarıştırırsan, çarpıştırırsan yarına çıkamazsın diye. Geçmişte olanlar beni artık ilgilendirmiyor. Çünkü ben 2019’a hayatımın en güzel yılı olarak girdim. Bu yıl en güzel şeylerin karşıma çıktığı bir yıl oldu. Hatta daha yılın başlarında olmamıza rağmen benim hayatımda çok güzel, beni mutlu edecek değişiklikler oldu. O yüzden geçmişi hatırlamıyorum bile. Zaten ben geçmişe dair hep güzel şeyleri hatırladım hayatım boyunca. Kötü hiçbir şeyi hatırlamadım. Hafızam otomatik olarak siliyor. Bu konuda da babama çok benzediğimi söyleyebilirim.

İlham Gencer: "

30 yıl öncesine döndüğümüzde en çok özlediğiniz şey ne?

Eşim. Oğlumun annesi Nejla’yı çok özledim. Ben zaten hep o varmış gibi devam ettim yaşantıma. Bizim aramızda çok büyük bir aşk vardı ve oğlum da o aşkın meyvesidir.

Sizin müzik aşkınıza ve enerjinize hayran olmamak elde değil. Nasıl bu kadar enerjik olmayı başarıyorsunuz bunun sırrını bizimle paylaşır mısınız?

Alkol ve sigara kullanmıyorum. İsveç sporu yapıyorum. Yatak sporu yapıyorum. Hatta insanlar yanlış anlayıp gülüyorlar. Ama yatakta yapılan hareketlerle sabahları jimnastik yapıyorum. Zaten yediklerime çok dikkat ederim. Günde en fazla 2 öğün yerim. Müziği ve gülmeyi çok seviyorum. Yaşamı çok seviyorum ve müzik benim hafızamı diri tutuyor. Bu kadar çok piyano çalıp şarkı söylediğimde beynimin hem sol tarafını hem de sağ tarafını çalıştırmış oluyorum. Bundan dolayı da son derece mutuyum. Sırrı bu olsa gerek…

Caz müziği belli bir zümrenin müzik kültürü gibi algılanıyordu. Sizce bu algı kırıldı mı devam ediyor mu? Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Caz müziği çok özel müziktir. Dünyanın en özel müziğidir. Caz müziği dinlerken insan asla konuşmaz. Onun ortamı bambaşkadır. Caz müziğinde tamamen müziğin içine girersiniz. Çok evrenseldir. Ama tabi kitlesi çok fazla değildir. Ama kitlesinin fazla olmamasının onun en iyi olmasını engellemez. Kolay bir şey değildir. Zaten caz denildiğinde illa sözlü bir şey gerekmez. Doğaçlaması çok kuvvetli bir müziktir. Türkiye’de de var caz severler. Ama koca bir metropol de caz dinleyebileceğimiz bir iki yer var desek abartmış olmayız. Bu da caz müziği adına üzücü tabi.

Türkiye'de batı müziğinin geldiği noktayı, verilen ürünleri nasıl buluyorsunuz? Takip ediyor musun genç kuşağı ve şarkılarını? Kimleri çok beğeniyorsunuz mesela?

Kendi projelerimden dolayı çok fazla yeni nesli yakalayamadım. Yeni kitabım çıktı. Türk Silahlı Kuvvetleri Eğitim ve Güçlendirme Vakfına bağışladım ben de. Oğlum gibi böyle bir sosyal sorumluk projesi yaptım. Evime gittiğim de çok fazla televizyon seyredemiyorum. Bundan dolayı da çok takip edemedim. Ancak içlerinde çok iyi müzisyenler olduğunu biliyorum. Bizim zamanımızda teknoloji bu kadar ileride değildi yani biz bir kayıt yaparken Yeşilköy’den havaalanına inen veya kalkan uçağın sesi bile kaydın içine girerdi. Makara bantlara kayıt yapardık. Ama şimdi öyle değil. Teknolojinin nimetlerinden faydalanılarak çok kötü sesi olan birine bile albüm yapılabiliyor. Ancak çok güzel yazarlar, çok güzel besteler çıkartan gençlerimiz var bu aralar. Şu anda isimlerini hatırlamıyorum Bora daha iyi bilir o daha yakından takip ediyor. Benim Bora’ya çok sorduğum olmuştur. Güzel melodi duyduğumda bunu kim yapmış diye. Yani güzel şeyler de oluyor, kötü şeyler de oluyor. Her dönemde olduğu gibi. İnşallah ileriye dönük kalıcı şarkılar çıkar bu gençlerimizden de.

Yazının devamı...

"Popüler kültür tiyatroda sırıtıyor"

Yeni oyunu Cehennem Tanrısı ile büyük beğeni toplayan Özgün Çoban, oyuncuların tiyatroya yönelmesini “” şeklinde eleştirerek, “” diyor.

Özgün Çoban her sene bir oyun yönetme ya da oynamada gösterdiği istikrarı bozmadı ve bu sezon da yeni oyunuyla sahnede yerini aldı. Büyük beğeni topladığı Cehennem Tanrısı oyunuyla seyirci karşısına çıkan başarılı oyuncu canlandırdığı Haynes Morgan karakteriyle kapitalist sistemin bireyi nasıl bir hale getirdiğini anlatıyor. Kendi adına da sisteme, kendi kalesinde direndiğini söyleyen Çoban, “ diyor.

Son birkaç sezondan beri daralan dizi piyasasının durumu oyuncuların tiyatroya daha çok ilgi göstermesini sağladı. Bu durumu sorduğumda Çoban olaya, şeklinde bir eleştiri getiriyor. Ancak şunları ekmeyi de ihmal etmiyor;

Şimdilik sadece sahnede izleyeceğimiz Özgün Çoban televizyona dair aldığı yeni kararları da paylaşarak, dizi konusunda daha seçici olduğunu söylüyor. Çoban, “diyor.

Bugünlerde neler yapıyorsunuz nasıl bir heyecan içindesiniz?

Yeni oyunumuzun heyecanını yaşıyorum. Uzun süredir bu kadar keyifle hazırlandığım bir rol çıkmamıştı karşıma. Onun dışında daha alternatif sporlara merak saldım bu sene. Tırmanış, snow board, aireal silk gibi. Meğer tırmanış konusunda baya yetenekliymişim. İstanbul'da var mıdır diye bakarken fark ettim ki bir sürü tırmanış duvarı mekanı varmış. Bir rota izleyerek duvara tırmanmanın verdiği his gerçekten özgürleştirici. Ya da tırmanamamanın verdiği his, olgunlaştırıyor insanı. Diyorsun ki henüz bu dağa tırmanmaya hazır değilim!

Bu yeni heyecanlar ve yeni spor dallarını keşfetmeniz bir yana sizi bir süredir ekranda görmüyoruz bunun özel bir sebebi var mı?

En son 'Kızlarım İçin'den sonra iki film çektim, üçüncüsüne hazırlanıyorum. Biraz sinema kariyeri yapmak istedim açıkçası. Diğer bir yandan da artık dizi konusunda seçim yaparken daha dikkatliyim. Kriterlerim değişti diyebiliriz. Gerçekten inandığım içinde var olmaktan hoşlandığım projelerde yer almak istiyorum. Henüz karşıma doğru senaryo ve doğru karakter çıkmadı, bakalım zaman ne gösterecek.

Değişen kriterleriniz neler? Biraz daha açabilir misiniz?

Malum dizi süreleri uzun, yoğun çalışma koşulları içeriyor. Çekilen işlerin arkasında büyük emek var. Hareket içinde olmayı severim ama bu kadar emek verdiğim işte duygusal anlamda karşılığını almak isterim. Yani doyurucu bir karakter olmalı oynayacağım. En büyük kriterim bu açıkçası. Ben kendimi fiziksel sınırlar içinde konumlayan bir oyuncu değilim. Nasıl göründüğümden feragat etmeyi severim. Olay görüntü değil, duyguyu nasıl yaşadığın ve seyirciye neler hissettirdiğin. Yani doğru, oynamaktan zevk alabileceğim, çok yönlü, duygu değişimi olan karakterler arıyorum. Diğer bir yandan da evet rol güzel ama hikayedeki yeri ne diye baktığımda, senaryonun zekice yazılması ve yansıtılması gerekiyor. Birbirinin aynı, küçük dokunuşlarla farklı olduğu düşünülen, kaç yıldır karşımıza çıkan işleri seyirci de almıyor ben de almıyorum artık Melis…

Neydi sizi bu değişime iten sebepler? Daha tecrübeli ve eğitimli oluşunuz mu, sektörün yozlaşması mı, tüketim kültürünün artması mı hangisi?

Hepsinden biraz var açıkçası. Herkesin bir fikri var ama kimsenin bir fikri yok. Seyirciyi hafife alıyoruz. Bir gün Diyarbakır'da istemeye istemeye oynadığım bir vodvil sonrası kafenin birinde biri yaklaştı yanıma. " dedi. Seyirci anlamaz algısından çıkıp biz bunu yapalım, inanıyoruz bu işe arkasında dururuz yok. Yeni bir şey anlatmıyoruz maalesef, ya da bir dert yok. Öte yandan biri çıkıp Türkiye'de benden başka jön yok diyor mesela, şaşırarak bakıyorsun. Olmuş demek ki diyorsun. Halbu ki diğerleriyle uğraşman değil kendini geliştirmen lazım. Bunlar hep reklam işte içi boş... Kısacası özgün fikirler lazım. Gerisi sıkıcı artık, en azından benim için öyle…

Cehennem Tanrısı oyunu nasıl bir oyun ve bu oyunla yollarınız nasıl kesişti?

Sam Shepard'ın yazdığı son oyun. İlk defa Türkçeye çevrildi ve Türkiye prömiyerini yaptı. Ben zaten yazara hayranım. Amerika'yı anlatır ama aslında bütün dünya sistemine, kapitalizme bir eleştiri getirir oyunlarında. Böyle söyleyince ağır bir oyun gibi oldu ama değil. Baya kara komik bir oyun. Noact Sahne'nin sahibi aynı zamanda oyunun yönetmeni aradı bir gece saat 01.00 dı, “Sana geliyoruz” dedi. Onlar başlamışlardı provalara ama oyuncu değişikliği yapmak durumunda kalmışlar. “Oyunu bir okusana” dedi. Okudum bayıldım ve perde dedik…

Rolünüzden bahsedecek olursanız neler söylersiniz? Kendinizi ve sınırlarınızı zorlamanız gerekti mi?

Haynes Morgan, kapitalist sistemin bireyi ne hale getirdiğinin canlı kanlı bir örneği. Bir dünyaya değer veren bir bilim adamı. Çok naif ve yaralı. Hazırlık aşaması biraz zordu, çünkü ekip arkadaşlarım bir süredir çalışıyorlardı o yüzden hemen adapte olmalıydım ama rol de zordu. Üstesinden geldim. Oyun boyunca tutman gereken bedensel bazı arızaları var karakterin ve gerçekten yorucu. Oyun bittiğinde ben de bitmiş oluyorum. Bu fiziksel durumla oynamak bir yandan da karakterin naif ve ürkekliğini tutmak benim için en zorlayıcı süreçti. Daha fazla bahsetmeyeyim, sürprizi kaçmasın.

"Haynes Morgan, kapitalist sistemin bireyi ne hale getirdiğinin canlı kanlı bir örneği" diyorsunuz. Peki bu sistem içinde siz kendi halinizi nasıl tanımlarsınız? Bu sisteme karşı bir meydan okuma ve direnme haliniz var mı mesela?

Hepimizi yoruyor bu sistem. Sürekli bir tüketim halindeyiz. Ben şahsi olarak az ve öz tüketmeye çalışıyorum. Kendi kalemde direniyorum ama önünde sonunda hepimiz bu çarkın dişlileriyiz. Toplumdan ziyade bireysel gelişim ve duyarlılığın önemli olduğunu düşünüyorum. Birey değişirse toplum değişir, gelişir. Kapımızın önünü temiz tutmalıyız.


"Televizyonda dizi sayılarının azalması, daha da zorlaşan koşullar oyuncuları tiyatroya itti ve tiyatro eski popülerliğini geri kazandı" görüşüne katılıyor musunuz?

Benim için hep popülerdi. 9 sene önce mezun oldum. 8 sene dizi yaptım. Her yıl mutlaka en az bir oyun yönettim ya da oynadım. Bir süredir yapmayan oyuncuların da tiyatroya dönüşünü izlemek güzel, aralarında izlemeyi özlediğim iyi oyuncular var, ne mutlu bize. Eski popülerliğine kavuşması için, nitelik olarak biraz daha çaba sarf etmeliyiz bence, popüler kültür bazen tiyatroda sırıtıyor.

"Popüler kültür bazen sırıtıyor tiyatroda" derken bence de haklısınız. Ama bu konudaki önerileriniz neler?

Seyirci odaklı değil, nitelik odaklı seçimler yapmalıyız bence. İyi bir oyun yaparsanız seyirci seve seve izler. Televizyonun aksine tiyatro kulaktan kulağa yayılır. Seyirci bir oyuna gitmek için emek harcar ve karşılığını bekler. Zaten bir kumanda mesafesinde izleyebileceği şeyi neden zaman ayırıp tiyatroda izlesin ki? Çalışmak, kafa yormak gerek. Bu yüzden 'Cehennem Tanrısı' özel bir oyun. Seyirciye anlatmak istediği bir derdi var. Karakterlerin yolculuklarına inanıyoruz. Üstüne düşünebiliyor seyirci. Eve gidince unutmuyor.

Dizilere karşı özel bir mesafeniz var mı?

Benim için sahne, televizyon, sinema ayrımı yok. Sadece tiyatro değil hepsi er meydanı.



"

Dijital Esaret filminde de oynadınız. Bu filmde sizi nasıl bir rolle ve hikayede izleyeceğiz? Ne zaman vizyonda?

Filmimiz dijital dünyaya kendini fazlasıyla kaptırmış insanların hikayesini anlatıyor. Bu hikayede benim rolüm, insanları ehlileştirmek. İki yönlü bir rol oldu, keyifli bir süreçti. Daha önce deneyimlemediğim bir karakter. Umarım güzel olmuştur. Önümüzdeki yaza doğru muhtemelen vizyonda, kesin bir tarih maalesef veremeyeceğim.

Dijitalleşme artık çağımızın kaçınılmaz bir gerçeği. Bu dijitalleşme size ne hissettiriyor, siz bu durumu hangi tarafından değerlendiriyorsunuz?

85 doğumluyum. Her şeyi o kadar sırasıyla yaşadım ki, bu yüzden hiçbir şey garip gelmiyor. Bilgisayarla, cep telefonuyla, internetle tanışmamız bizim dönemler için bir bilgisayar oyunu gibi. Yaş aldıkça yeni bir araç, gereç edindik.

Sosyal medya, teknoloji, dijitalleşen dünya sizi korkutuyor mu, bu konuda tereddütleriniz var mı?

Aksine heyecanlandırıyor. Eşim bilgisayar mühendisi, o her yeniliği takip eder. Beraber araştırıp teknolojinin nerden nereye geldiğini düşünürüz. Mesela Google’ın en son geliştirdiği Duplex assistant call mucize gibi geliyor bana, artık yapay zekalar insanı çok iyi taklit edebiliyorlar.

Tiyatro ve sinema bir yandan devam ediyor ama bunun dışında yaptığınız, planladığınız başka şeyler var mı?

Birkaç şey var, ama henüz anlatmam doğru olmaz sanırım. A şunu söyleyebilirim akrobasi derslerine başladım. Çok yakında değil belki ama 2019 ekim gibi muhteşem bir performans hazırlıyoruz. Şimdiden yeriniz hazır…

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.