SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Özgüvenli Çocuklar

Bazen toplum için Mir Kaya’ya karşı davrandığımı fark ediyorum. Sonra durup, düşünüyorum, kendime notlar alıyorum; sinirlerime hakim olamadığım zamanlarda açıp-okumak, bilincimin gerilerine giden bilgileri hatırlamak için...

Çocuklarımız, istemediğimiz bir davranışta bulunduklarında, (Onlar adına tehlike söz konusu olmadığı anları kastediyorum.) onları engelliyoruz; kızıyoruz, kaşlarımızı çatıyoruz, ‘hayır’ diyoruz, sinirli davranıyoruz, bazen bağırıyoruz; yani onlara karşı şiddet uygulamış oluyoruz. Bizim bu davranışımızdan çekinerek-korkarak-ebeveynini kızdırmamak adına yapmayı kestiklerinde ise ‘aferin’ diyerek onları ödüllendiriyoruz. En sevdiği kişi (annesi vs.) tarafından güler yüzle taktir edilmek, onaylanmak onları mutlu ediyor. Sırf bu yüzden de içinde fırtınalar koparak, devam etmek istemesine rağmen kendine engel oluyor, yaptığına son veriyor ve bu esnada kendini durdurabilmek adına vücudunu kasıyorlar. Örneğin, kendi kendine yüksek sesle çığlık atar gibi şarkı söyleyen bir çocuk ve bu sesten rahatsız olup, çocuğunu susturan, sırf annesi öyle istedi diye, bağırmaya devam etmek istemesine rağmen kendine engel olan bir çocuk düşünün... Çünkü ses kesilince anne çocuğa ‘aferin evladım, söz dinledin.’ diyecek.

Sonra çocuk büyüdüğünde, "Haydi kendi kararlarını verebilen, kendine güvenen, kendini savunabilen, sağlam adımlarla ilerleyen, güçlü-kuvvetli-başarılı-özgüvenli bir birey ol." diyoruz. Sürekli bir şeyler diyoruz da; kendi yaptıklarımızı fark edemiyoruz... Onlar daha çocukken engel olduğumuz duygu-eylem ve vücuda, bildiğinin aksine davranması için talepte bulunuyoruz bu defa. Sırf o an, mesela kulaklar yoruldu diye (kendi huzurumuz) için kaskatı kestirdiğimiz vücudun özgürce-özgüvenli ilerleyebilmesini istiyoruz. İstediğimiz başarılı adımları atmaya korktuğunda da hayıflanıyor, çocuğumuz adına üzüldüğümüzü söyleyerek geriliyor, sinirleniyoruz.

Başka bir örnek vermek gerekirse, bir-iki yaşında henüz ‘paylaşmak’ kavramına çok uzak bir çocuktan, oyuncaklarını arkadaşlarıyla paylaşmasını istiyoruz. Vermediği taktirde, kızıyoruz. Hatta bazen elinden alıp, diğer çocuğa veriveriyoruz. Çünkü o sırada kendi malına sahip çıkan çocuğumuzdan belki de utanıyoruz. Bu tavrından kendimizi sorumlu tutuyoruz. Sonuç olarak kendi çocuğumuzun kararlarına saygı duymuyor ve sırf diğer çocuk mutlu olsun veya onun ebeveyni bizi ayıplamasın diye evladımızı ezip, geçmiş oluyoruz. Peki büyüdüğünde? Öyle bir duruşu olsun ki; ona saygı duyulsun, öyle özgüvenli olsun ki; istediğini elde etsin istiyoruz. Yani, onlara karşı davranış şekillerimizle, törpülediğimiz karakterlerini, tam zıt şekilde geliştirebilsinler beklentisine giriyoruz.

Halbuki; Wilhelm Reich (özetle) der ki; ‘‘Biberona ihtiyaç duyan bir çocuğu, sırf beş yaşına geldi diye zorla biberondan kesersek, sadece semptomu ortadan kaldırmış oluruz, problemi çözmüş, ihtiyacı gidermiş değil... Etrafımıza rezil olacağız düşüncesiyle, o çocuğun elinden ağlatarak biberonu alıp, neden emmeye ihtiyaç duyduğunu anlamak yerine, ‘Sen artık büyüdün, bunu kullanamazsın, okula başladın, çok ayıp.’ dersek sorunu göz ardı ederek ilerleriz. Fakat ona o biberonu verip, okulda başına geleceklerden bahsedip; duyacağı alaylara karşı kendisini nasıl savunması gerektiğini öğretirsek (arkadaşlarına o biberona rağmen bebek olmadığını, sadece biberon kullanmak istediği için biberona devam ettiğini dimdik anlatabilmesini sağlarsak) işte o zaman ayakları üzerinde duran birey yetiştirmiş oluruz. İleride istekleri peşinden koşan, ne pahasına olursa olsun kendini savunabilen bir kişi durur karşımızda. Diğer türlü ihtiyacını elinden alıp, kendi menfaatimiz uğruna onun isteklerini yok sayar ve çocuğumuzu büyük bir boşlukla baş başa bırakırsak, sadece onun duygularını umursamamakla kalmaz, aynı zamanda ömrü boyunca sırtında taşıyacağı ezikliği, bu hissin doğurduğu ego problemini de ona hediye etmiş oluruz.’’

Bu tıpkı, çocuğumuza yasak koyup, onu odaya kilitlememize benzer. İlk başlarda kapıyı yumruklar ve oradan çıkabilmek için bağırmaya başlar. Tepki vererek istediğini elde edeceğini, ebeveyninin onu oradan çıkaracağını düşünür. Ebeveyn bu yakarışları duymazdan gelir, çocuk karşılığını alamaz ise, o kollar yavaş yavaş kasılarak, kapıyı yumruklamayı bırakır, o kuvvetli haykırış tizleşir ve çocuk, amacına kavuşma isteğinden vazgeçmiş olur. Aslında buna mecbur kalır çünkü talepleri en sevdikleri tarafından karşılanmıyordur. ‘Demek ki hayata karşı tepki vermek boşuna.’ diye düşünür. Başına gelenlere razı olmak ve susarak kabullenmek en doğrusudur. Böyle davranarak, çocuğumuza tek öğrettiğimiz hayata karşı koyamaması, isteklerinin peşinden gitmek için çabalamaması olacaktır. Her olumsuzlukta, harekete geçmek isteyen vücudunu, bilinçaltındaki 'gereksiz, boşa çabalıyorum' duygu-düşüncesi engelleyecektir. Tekrarlar vücudunu ve duygularını artık kaskatı yapacak; böylelikle istediğinin peşinden gidemeyen, mücadele etmeye hevesi kalmayan, kendi seçimlerinin yerine ailesinin seçimlerini kendi yolu belirleyen, kendine güvenmeyen bireyler yetişmiş olacaktır. Sonuç tatminsiz ebeveynler ve mutsuz çocuklar.

Sizin huzurlarınızda kendime diyeceğim o ki; "Bu döngüye düşmek istemiyorsan, çocuklarını özgür bırak Melis. Onlara hayatı tanımaları için müsaade et. O bardağı kırmaması için elinden almak yerine, suyunu kendisi içmesi için, ona bir şans ver. Bardak elinden kayıp, düştüğünde-kırıldığında ise bu tarz kazaların herkes tarafından yapıldığını anlat, hatanın sadece ona mahsus olmadığını söyle. Söyle ki; çocuğun tekrar o bardağı eline alarak, üzerine dökmeden-kırmadan içebilmeyi öğrenmek için denemeye devam etsin."

https://www.facebook.com/bebekolduannedogdu/

Yazının devamı...

Rekabetçi Ebeveyn

Hatırlıyorum da kardeşim ilk satranca başladığı zamanlar, onun turnuvalarını izlemeye giderdim. Çocuklar içeride maç yaparken, dışarıda ebeveynleri onları çay-kahve, kitap-gazete beraberinde bekliyor olurlardı. Bir de birbirlerine attıkları ‘öldürücü bakışlar’ eşliğinde. Dudakta küçük tebessümler, gözlerde hırsın yer aldığı selamlaşmalar... Çocukları içeriden illa kazançla çıksın isterlerdi. Tabii ki... Kim istemez evladı kazansın da, mutlu olsun... Ama gözlemlediğim veliler; ‘çocukları mutlu olsun’ isteklerinden ziyade, ‘o benim çocuğum, başarılı olmak, beni gururlandırmak zorunda’ beklentisindeydi.

Çocuklara baktığınızda maç öncesi salona beraber girerler, rakiplerinin (arkadaşlarının) karşısında yerini alır, el sıkışarak oyunlarına (yarışa) başlarlar ve satranç maçı bittiği an sarmaş dolaş-kol kola, birbirleriyle neşe içinde sohbet ederek, salondan çıkarlardı. Ta ki; aileleriyle göz göze gelene kadar!! İşte o noktada kim kazandı, kim kaybetti anlardım. İşte o noktada, içim her seferinde cız ederdi. Annesinin masasına gidip, ondan duyduğu azardan sonra yüzü asılan çocuklar, tuvalette bir tokadı yiyip, ağlamaktan şişmiş gözlerle ikinci maçı bekleyen evlatlar, genç kız Melis’in içini parçalardı. Gidip, onlara sıkı sıkı sarılmak isterdim, belki acılarını biraz olsun hafifletebilirim diye.

Sonra o stresle ikinci maç başlar, turnuva çocukların ailelerini mutlu etmeye çalışmaları-çırpınışlarıyla son bulurdu. Biz ‘şanslı aile’ tarafındaydık. Büyük Usta (GM) Emre Can zaten maçlardan %99 galip çıkardı. Bize hep ‘gurur’ duygusunu yaşatırdı. Öyle ‘utanç’ falan çok az bilirim. (Tabii burada ses tonumu duyamadığınız için parantez açmak isterim. Çocuğunun başarısızlığı ebeveynlerde utanç-kızgınlık-öfke ve şiddet yaratıyor ise utanç duyulacak kişi çocuk değil, anne-baba olmalıdır.)

Bilirim... Benimkiler de Emre kazansın isterlerdi. Hatta Emre her maçtan yüzü asık bir şekilde turnuva salonuna girince, hepimizin içinde ayrı duygular filizlenirdi, hissederdim. Babamın kafasından (erkek soğukkanlılığıyla) ‘‘Şimdi bu çocuğu iyi motive etmeliyim ki; diğer maça sağlam kafayla çıksın.’’ diye geçerken, annem ‘‘Kazanacağı maçı kaybetmiş belli ki.’’ düşüncelerine dalar, üzüntüsünü yüzüne yansıtırdı. Bense, (Şimdi annem bu yazıyı okuyunca, ‘‘Mir ve Atlas’ta da senin duygularını göreceğiz.’’ dediğine adım gibi eminim. Ama bilin ki; Emre de benim oğlum olmuştur- ilk göz ağrımdır o benim.) sonuçta bu bir oyun. Eğlendikten sonra devam etmek ama seni kahrettiği noktada da ucunu bırakabilmek en doğrusu diye düşünerek, onu üzülmemesi- üzülüyorsa da yaptığı hatadan ders çıkarıp, bu oyunu sadece tecrübe olarak değerlendirmesi gerektiğiyle ilgili telkin etmek isterdim.

Ama Emre neredeyse her geldiğinde, ‘‘Kazandım.’’ derdi, yumuşak bir tonlamayla. Ne bir sevinç, ne bir gurur, ne de ego... ‘‘Sen böyle yüzün asık gelince, biz yine yanlış düşündük, kaybettin sandık.’’ ‘‘Yooo, arkadaşım (rakibim) üzülmesin daha fazla diye.’’ derdi. Annemin neşesi yerine gelirken, benim içim çok daha fazla burkulur, gözlerim dolardı. Bir yandan diğer çocuğu düşünürken, bir yandan da ‘herkes Emre kadar duyarlı kalmayı başarsa, ne kadar anlayışlı bir toplum olur, ne güzel bir dünyada yaşardık’ düşüncelerine dalardım, kardeşimi hayran hayran izlerken. (Yine de annemlerin haklarını yemeyeyim. Bence, Emre’nin böyle duyarlı kalabilmesindeki en büyük etken, (ne kadar kazanmasını isteseler de) Emre kaybettiğinde karşısında onu tenkit etmeyen, sözlü veya fiziksel şiddette bulunmayan bir ailesi olmasıdır.

Zaten böylesine hırslı aileler olmasa, o çocuklar hiç bir zaman maç dışında rakip olmayacaklar, masumlar-arkadaşlar-birbirlerini seviyorlar. Ama onları yetiştiren ‘ben merkezli’ toplum, ilerleyen yıllarda birbirine düşman, birbiriyle yarış halinde, içinde kıskançlık, kin, nefret barındıran yetişkinlere dönüştürüyor onları.

Şimdilerde, Mir Kaya oyun oynarken, her seferinde kazanmak istiyor. Kazanmadığı zaman onaylanmadığından değil oysa. Ben de ona, arkadaşlarıyla oyun oynarken eğlenip-eğlenmediğini soruyorum. Önemli olanın da bu olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Bazen kazanıp-bazen de kaybedebileceğimizden bahsediyorum. (İleride daha derin, uzun konuşacağız. Hissettiklerimizden, karşı tarafın hislerinden bahsedeceğiz ama çocuklara anlayabilecekleri kadar bilgi vermek yeterlidir.) Ne kadar kısa ve öz anlatmaya çalışsam da, henüz iki yaşındayken, söylediklerime odaklanmak yerine, kafası kazanmakta. Ama biliyorum ki; bir gün ne demek istediğim üzerinde düşünecek, ondan beklentimizin kazanmak üzerine kurulu olmadığını görecek. Bizi hiçbir türlü hayal kırıklığına uğratamayacağını anlayacak ve özgüvenini ‘kazanç’ üzerine kurmayacak. İstek-hırs-kararlılık önemlidir ama doğru şekilde kullanıldığı taktirde. Yıkıcı değil, isteklerimize ulaşmamız için azimli olmamızı sağladığı sürece. Ve bunu bizlerin çocuklarımıza nasıl yansıttığımız-öğrettiğimiz, onların hayatlarında ilerleme şekillerini en çok etkileyecek, bir ömür boyu sırtlarında taşıyacakları bir yük veya onları mutluluğa taşıyacak bir kucak olacak.

Not:

https://www.facebook.com/bebekolduannedogdu/

Yazının devamı...

Normal Doğum Endişesi

‘En Mahrem Hikayeme Hazırlık: DOĞUM’ kitabımda da anlattığım gibi Mir Kaya’ya hamileliğim sırasında, sürekli normal doğumu kolaylaştırmak için ‘o gün’e hazırlık yaptım. Okudum-araştırdım, daha önceki doğumları dinledim, annemden kendi doğumumu en ince ayrıntısına kadar anlatmasını istedim. Doktorum izin verdiği sürece (üçüncü aydan sonra) yüzdüm, yürüdüm, spor yaptım. Esas hazırlığı da bilincimi hazırlayarak yaptım, doğum meditasyonları, doğum hakkındaki olumsuz bilincimin temizlenmesi...

Çok şükür ki; Mir Kaya müdahalesiz (kastım: vakum, forseps kullanmadan), normal doğumla, sağlıklı olarak dünyaya geldi. Fakat, doğum günü geldiğinde dokuz aydır beni takip eden doktorum tatildeydi. Yeni ve tanımadığım bir yüz karşımda duruyordu. (Belki de olması gereken buydu. Ama insan o sırada öyle düşünemiyor tabii. İlk doğum... Ne kadar ‘‘endişelerimi yendim’’ desem de bir bilinmezlik önümde duyuyor...) Bir de üstüne üstlük Mir Kaya, iki metrelik babasına çekmek istemiş ve 1.60’lık bir anne için fazla uzun bir bebekti karnımda... Tüm bunlar birleşince biraz uzun süren bir süreç yaşamıştım.

Atlas’a hamileliğimde de zaman zaman endişeler, bazen ‘yendim’ dediğim korkular su yüzüne çıkıyordu. Kesinlikle tekrardan normal doğum yapmak istiyordum ama bazı soru işaretlerinden de kendimi alamadığım oluyordu. Yine öyle bir günümde nefes eğitmenime bu durumu anlattım. Ve kendisinden hayatım boyunca unutmayacağım bir hikaye dinledim...

"Benim için inanılmaz bir tecrübe yaşadım. Heyecanla şelalenin bir ucundan, diğer ucuna geçmek için bekliyordum. Daha önce yüzen kişilerden ne yapmam gerektiğini dinlemiş, başıma gelebileceklerin hayalini kurmuştum. Fakat başkasının anlattıklarıyla, tecrübe etmek aynı şey değilmiş. Suya atladığım an nefesim kesildi. Tıpkı söyledikleri gibi su buz gibiydi. Ama bu kadar çivi olabileceğini, su vücuduma değmeden hayal edemezdim. İnsan kendi kendine ‘ne kadar soğuk olabilir ki?’ diyor. İlk atladığım andan itibaren, denizdeymişim gibi kulaç atmaya başladım. Ama sonra fark ettim ki; atladığım yer ve varmak istediğim noktayla, sürüklendiğim yer bambaşka. Ve öyle normal-sakin-denizdeymiş gibi kulaçlarla geçilecek gibi değil. Hızlı hızlı yüzmeye başladım. Durmaksızın, sert kulaçlar atıyordum. Çok zorlandım, çok yoruldum. Karşıya vardığımda bitkin haldeydim. Nefes nefese... Bir süre sonra geri dönmem gerekiyordu tabii. Fakat, yüzerek geri dönmeyi hiç istememiştim. Tekrar o buz gibi akıntının içine kendimi bırakmak delilik gibi gelmişti. Sonuçta, zorluğunu-yoruculuğunu-çabamı biliyor ve bunu tekrar göze alamıyordum. Başka şıkları düşündüm. Yüzmeden nasıl, nereden geri dönebilirim diye... Hiçbir yolu yoktu. Sonunda mecburen yine suya daldım. İlk atladığımda, 'ne kadar zor olabilir ki!' diyerek kendimi kolaylıkla suya bırakmış, fakat geri dönmek için suya atlamam bayağı zor olmuştu. Ama biliyor musun, bu sefer ilkinden çok daha kolaydı. Daha az yoruldum. Daha az sürüklendim. Daha az üşüdüm. Vücudum da, beynim de ne yapmam gerektiğini öğrenmişti. Senin de bildiğin bir zorluktan zaman zaman kaçmak istemen ve başka alternatifler düşünmen veya bazen yılmak istemen kadar doğal bir şey olamaz. Ama inan ki; bu sefer çok daha kolay bir doğum olacak. Vücudun ikinciye hazır, hafızan yardım edecek ve kolaylıkla Atlas aramıza katılacak."

Bunu dinlediğimde içimi bir huzur kaplamıştı, rahatlamıştım adeta. Tıpkı dediği gibi bir bilinmezlik değil, yaşanmış bir tecrübeyi yenileyecektim. Artık biliyordum... Dinlediğim birbirinden bambaşka (çünkü her doğum kendine hastır) doğum hikayeleri yerine, kendi gerçekliğimi yaşamıştım. Ve Atlas’ın doğumu tam da Onur’un dediği gibi oldu. Hızlı, kolay ve sağlıklı.

Doğum öncesi, ‘‘Allah kurtarsın.’’ diyenlere, ‘‘Hamilelik sağlık göstergesidir. Kurtulacak bir durum yok, ben gayet iyi ve mutluyum. Ama benim için bir temennide bulunmak istiyorsanız, ‘bir avazda, sağlıkla, hızlıca, kolaylıkla’ diyebilirsiniz.’’ diye cevap vermiştim. Dualar işe yaradı ve ben, dalgalanmaları (Ina May’in Doğuma Hazırlık Rehberi kitabıyla hayatıma yeni bir kelime girmişti; sancı yerine dalgalanma - 'Doğum sancısı değil; dalgalanma' yazımda daha ayrıntılı anlatıyorum) minimumda ve çok kısa hissettim. O dalgalanmalar beni oğluma hızlıca kavuşturdu. En önemlisi de sağlıkla onu kucağıma alıp, ‘‘Hoş geldin. İyi ki geldin. Hepimiz sevgiyle, seni bekliyorduk.’’ diyerek, onu hemen orada emzirebildim. Ama bu doğumu, gerçekten korkusuzca beklediysem, bunun da sebebi içime (buz mudur, ılık mı bilmem ama) su serpen ‘şelale hikayesi’dir.

Doğumun bilincimizde yaşadıklarımızla, bilinç altımızda kalanlarla ve hamilelik sırasındaki düşüncelerimizle çok doğru orantılı olduğuna inanıyorum. Bir çok kişiden ikinci doğumun, ilkine oranla daha kolay olduğunu dinlemiştim. Bu bilincin de ikinciyi, ilkine oranla kolaylaştırdığına inanıyorum. Sadece tek tük ikincilerin, ilkine göre daha zor olduğunu duymuş ve biraz tedirgin olmuştum ama şimdi biliyorum ki; ‘zor doğum’ da hamilenin kendini hazırladığı durumla, o dönem yaşadığı gerginliklerle doğru orantılıdır. Ve biliyorum ki; o korktuğumuz ağrı-sancı (bence dalgalanma) bizi her saniye bebeğimize daha çok yaklaştıran, yardımcı hisler-kasılmalardır. En etkili yanlışımız da, çocukluğumuzdan beri ‘doğumun en zor şey olduğu’ cümleleriyle büyümemizdir.

Tüm hamilelere benden bir dua: Bir avazda, vakti-zamanında (ki bebeğiniz doğru zamanı kendi bilir), akıl-beden-ruh sağlığı yerinde bebişlere kavuşmanız dileğiyle.

https://www.facebook.com/bebekolduannedogdu/

Yazının devamı...

Tüyap'ta Bir Günce

Bildiğiniz üzere, 36.’sı düzenlenen, Tüyap Uluslararası Kitap Fuarı geçen Cumartesi itibariyle başladı. Yaşımdan büyük olan kitap fuarının, bu seneki anlamı benim için bir başka. Sadece kitapların üzerinde ellerimi gezdirip; avuçlarımı ısıtmak, tanışmak istediğim yazarlarla buluşup; gözlerinin içindeki bilgeliği görmek dışında, kendi kitabımın da o standlar arasında yer aldığı tarifsiz bir heyecan. Öyle ki; içim kıpır kıpır... Kendimi ‘yazar’ olarak adlandıramam elbette; ben, hamilelik dönemi anılarını kaleme almış bir anneyim sadece. Ama yine de o kadar güzel bir duygu ki onca yazarın arasında adımın geçmesi, onca eser arasında bir güncemin bulunması... Mutluluğum yüreğime sığmıyor, acemi heyecanım kesin imzamı almak için gelenlere geçiyor. Hele ki; fuarda kitabımı edinip, okumaya başlayıp, sosyal medyadan hiç tanımadığım kişilerden bana ulaşan yorumlar, arkadaşlarımdan gelen telefonlar yok mu; onlar apayrı bir hayal alemine götürüyor beni. Ağzım kulaklarıma vararak cevaplıyorum hepsini.

Fuarda ilk defa adımla-kitabımla karşılaşan kişiler, gelip kitabın kapağına bakıp, arkasını çevirirken, kitabevim A7’nin standında duran kişilere soruyorlarmış... ‘‘Eee, ne anlatıyor bu kitap?’’

‘‘Artık anne olmak istiyorum.’’ diye düşündüğüm günlerde, çok araştırdım; ‘mutlu bir birey’ yetiştirebilmek için ne yapmak gerekir diye, okudum, danıştım, sorguladım... Sonra fark ettim ki; çocukluğumda ne yaşadığımı çözümleyemezsem, çocuklarıma ne hissettireceğimi asla bilemem. O yüzden işe önce kendimden başladım... Geçmişimi sorguladım, şimdiki Melis’e odaklandım. Kendime dikkatli bakınca gördüm ki, arızalarım var benim; kendime karşı yanlışlarım, etrafıma tavırlarım... Düzeltmem gereken yanlarımı fark etmemi sağladı; bu yolculukta elini tuttuğum kişiler: Yaşam öğretmenim- bioenerji uzmanı Yılmaz Dedem başta olmak üzere, reiki eğitmenim Nazım Hodo, kişisel spor koçum Aysel Aysu Yıldırım ve bir çok psikolog-pedagog-kitaplar, hayatıma dokunmuş herkes...

Onlarla kendime odaklanmaya başladığımda, benim için her şey değişti; hayata bakışım, düşünce yapım, davranış kalıplarım, yaşam tarzım... Hayattan beklentilerimin yerini, artık “Kendim için ne yapabilirim?” aldı.

Ve gördüm ki; kendimi gerçekten sevmeli, bir anne olarak kendime güvenmeli, boynumdaki mükemmeliyetçilik prangalarımı atmalı, huzurlu bir ruh olmalıydım... Bunun için de öncelikle geçmişi çözümlemem, çocukluğumdaki davranış kalıplarından kurtulmam ve iç dünyamda özgürleşmem gerekliydi.

İşte bu yazdığım günce de bu yaşıma kadar bildiğim Melis’ten, AnneMelis’e dönüşüm sürecimin hikâyesi. Umarım şimdiye kadar aldığım güzel yorumlar gibi, keyifle okursunuz. Umarım eski Melis’i yargılamak yerine anlamaya çalışırsınız. Umarım yeni Melis kimilerinize feyz olur ve siz de rüzgara kapılıp, gitmek yerine, kendi rotanızı kendiniz belirlemek için bir adım atarsınız. Umarım, yeni Melis’i sever, onun için yüreğinizde küçük bir yer açar, ona sevgiyle bakarsınız.

Ya işte böyle... Kitap yukarıda anlattıklarımı size aktarıyor, Tüyap’ta benim için böyle özel bir anlam ifade ediyor.

Kitabın adı mı? En Mahrem Hikâyeme Hazırlık: Doğum / ‘Yazar’ değil de ‘anne’nin adı mı? Melis Sonkaya / Keyifli okumalar...

Yazının devamı...

Bu Üçlüye Dikkat: Gaz, Reflü, Kolik

Mir Kaya doğduğunda kolay bir bebek değildi; zor ve az uyur, her emme sonrası gazlanırdı. Emme-gazlanma-ağlama şeytan üçgeninde gelir, giderdik. Denemediğimiz gaz damlaları, ayak altlarına acı elma yağları, göbeğine yapılan gaz masajları kalmamıştı. Sonra fark ettik ki; Mir’in problemi laktoz intöleransıydı. Ona göre bir tedavi yöntemine gittiğimizde sorun hızlıca çözüldü ve şu an laktoz intöleransı gibi bir sorunu da yok çünkü bebekler ilk doğduklarında, (özellikle erkeklerde daha çok görülürmüş) sindirim sistemleri tam olarak gelişmemiş olabilirmiş. O yüzden ilk aylarda mide problemleri yaşayabilirlermiş. (Mir’in mide rahatsızlığı kalıcı da olabilirdi tabii.) Yalnız burada önemli olan konu, hangi gastrik problemle karşı karşıya olduğunuzdur. Bebeği iyi gözlemlemek ve sorunu anlayarak, ona göre hızlı çözümler üretmek hem sizi, hem de onu rahatlatacaktır. Onu rahatlatacak; ağrısı azalacaktır, sizi rahatlatacak; ağlama krizleri aza indirgenecek ve siz de kendinizi yetersiz hissetmeyeceksinizdir. Benim için ilk ay kabus gibiydi, Mir’in ağlamalarına çözüm bulamamak, onun acısını dindirememek çok zordu mesela.

‘‘Peki bu problemi nasıl keşfedeceğiz ve sonrasında nasıl çözüm olacağız?’’ derseniz, size Tracy Hogg’un ‘Bebek Bakım Sorunlarına Mucize Çözümler’ kitabını önerebilirim. Tracy’nin söylediklerini özetlemek gerekirse;

01- Bebeğinizin ne zaman ağladığına dikkat edin! Eğer ki; öğünlerden sonra ağlıyorsa, problem muhtemelen gaz veya reflüdür. Fakat her gün aynı saatte ağlıyorsa, o zaman bebek koliktir. (Ağlama, her üç şekle de uymuyorsa, o zaman bu bebeğin mizacından olabilir.)
02- Bebeğiniz ağlarken ne tarz hareketler yapıyor? Eğer ki; ayaklarını yukarıya doğru çekiyorsa, muhtemelen gazı vardır. Sırtını yay gibi yapıp, kendini kasıyorsa sorun reflü olabilir.
03- Son olarak kendinize şunu sorun; ‘‘Bebeğin geğirmesi onu rahatlatıyor mu? Bisiklet çevirir gibi bacaklarını hareket ettirmek işe yarıyor mu?’’ Eğer bu soruların yanıtı ‘evet’ ise, sorun muhtemelen gazdır. Onu dik şekilde tutmak sakinleştiriyorsa, sorun muhtemelen reflüdür. Eğer kucakta gezdirmek, su-elektrikli süpürge vb. sesler onu rahatlatıyorsa, bebeğiniz muhtemelen koliktir. Ama kolik bebekleri sakinleştirmek aslında o kadar da kolay değildir.

Problemin gaz olduğunu düşünüyorsanız, kendinizi düşünün; gazdan karnınız ağrıdığında nasıl bir acı hissediyorsunuz ve vücudunuzda nasıl bir tepki oluşuyor? Şahsen ben, bacaklarımı karnıma çekmek isterim. Karnımı sıcak tutmak. Karnıma elimi koymak ve her sancı geldiğinde yüzümü buruşturuyor olurum, ‘ah’ derim. Bebeğinizin gazını çıkarmak için onu omzunuza koyup, sırtını aşağıdan yukarıya doğru ovalamak iyi bir yöntemdir. Bebeğinizi sırt üstü yatırıp, ayaklarını pedal çeviriyor gibi döndürmek işe yarayabilir. Bebeğinizi kolunuza yüzü koyun yatırarak, onun rahatlamasını sağlayabilirsiniz. Veya göğsünüze yüzü dönük bir şekilde yatırıp, poposuna yavaş yavaş vurmanız da işe yarayabilir. Biz nasıl karnımıza bir yastık koymak isteriz... Bebeklerde de bir havluyu rulo yaparak (sert değil-yumuşak bir şekilde), karın boşluğuna koyup, rahatlatabilirsiniz. ?


Genellikle kusmanın da eşlik ettiği mide ekşimesi ise reflüdür. Yemek yedikten sonra aniden de kusabilir, uyuduktan bir saat sonra da... Reflülü bebekler genellikle geğirmekte de güçlük çekerler. Bu bebekler dik tutulduğunda rahatlarlar. Yatırıldıklarında da rahatsızlıklarını belli ederler: histerik bir ağlama yaşarlar. Mesela ‘‘Sadece araba koltuğunda uyuyan bebekler, reflü sorunu yaşayan bebeklerdir.’’ diye tanımlıyor Tracy Hogg. Reflülü bebeklerin gazını çıkarmak için sırtına pıt-pıt vurmak doğru değildir, bu hareket kusmalarına sebep olur. Bunun yerine, bebeğin sırtını nazik-dairesel hareketlerle ovmak onu rahatlatacaktır. Bebeğinizi aşırı ve hızlı beslemekten kaçınmanız gerekir. Yatığının baş kısmını bir-iki havluyla biraz yükseltmek daha rahat uyumasını sağlayacaktır. Bazı arkadaşlarım reflü yastığının işlerine yaradığını söylemişti. Gaz probleminin (En yoğun-genellikle üç ay devam eder.) aksine, reflü problemi sekiz ay civarı, bazen bir yıl, en şiddetli durumlarda ise iki yıla kadar sürmektedir. Zor bir süreç olduğu için sakin kalmak önemlidir.

Kolik ise diğer ikisinden farklı olmakla beraber, doktorların da başka görüşlere sahip oldukları bir rahatsızlıktır. Kimisi besin alerjisi-gaz-reflü gibi sindirim sorunlarıyla, kimisi ise nörolojik problemlerle (aşırı duyarlılık gibi) bağdaştırıyorlar. Ben ne Mir’de, ne de Atlas’ta her gün aynı saat, sistemli ve yatıştırılamaz bir ağlama problemi yaşamadığım için bu konuyu doktorumuzla hiç konuşmadım ama arkadaşlarımdan duyduğum durum tam da bu: ‘‘Her gün, aynı saatte-yaklaşık aynı süre boyunca, yüksek sesli ağlama. Susturamıyoruz. Elimizden bir şey gelmiyor. Ve çok üzülüyoruz. Ne zaman bitecek?’’ Bazı pedagoglar, bebeğin ağlamaya ihtiyacı olduğundan bahsediyorlar. Anne karnından itibaren, doğum sırasındaki korkularını, gün içinde yaşadığı stresi içinden atabilmek için ağlama yöntemini tercih ettiklerini ve onları pışpışlayıp, susturmaya çalışmak yerine kucakta, sarılarak, ağlamalarına izin verilmesinin, sevildiklerinin söylenmesinin doğru olduğundan bahsediyorlar. Bazı doktorlar ise, bebeğin ilgisini başka yöne çekmenin, su-kalp atışı-elektrik süpürgesi-yunus gibi anne karnı sesleriyle yatışmasını sağlamanızı öneriyorlar. Tracy Hogg ise koliğin bir tedavisinin olmadığını, sakin kalınması gerektiğini-kalınamadığı taktirde dışarıdan yardım almanın doğru olduğunu söylüyor. Ne kadar sinir bozucu, aile için zor olsa da bilmeliyiz ki; bir çok ebeveynin günümüzde yaşadığı bu sorun geçiyor-geçecek!

Bu anlattığım üç durum da okuduklarımdan ve kendi tecrübelerimden-çevremdekilerin yaşadıklarından yola çıkarak yorumladığım bebek problemleri. Siz her şartta bebeğinizi iyi gözlemleyerek, doktorunuza danışıp, hareket edin. Sonuçta bir bebeği en iyi annesi tanır ve en doğru çözümü doktoruyla birlikte yine o bulur.

https://www.facebook.com/bebekolduannedogdu/

Yazının devamı...

Kardeş Birliği

Hani deriz ya "Aynı anne babadan çıktı ama birbirinden nasıl bu kadar farklı?" diye... Peki biz gerçekten aynı anne-baba mıyız çocuklarımıza karşı?

Aslında kardeşler arasındaki ayrışma daha anne karnından başlar. Hamileliği sırasında annenin duyguları, hisleri, yaşadıkları... Hepsi iki bireyi birbirinden farklı iki karakter yapmak için etkendir. Sonra hayata ‘‘merhaba’’ deme şekilleri farklılaştırır kardeşleri. Doğum sırasında hangi şartlarda, nasıl yapıda (stresli, rahat, huzurlu, öfkeli) bir doktorun-ebenin yardımıyla doğduğuna, bebeğin ne şekilde anneye verildiğine, babanın yanında olup-olmamasına, ilk emzirme sırasında annenin acemiliğine-heyecanına-mutluluğuna-hissettiklerine, baba ve bebeğin ilk karşılaşma şekline göre her şey çocukları birbirlerinden ayrıştırır.??

İki çocuğu olan hangi anne, ikisine birden birebir aynı davrandığını kabul edebilir ki? İmkanlı mı? Daha ikinci çocuğa hamilelikten fark gösterir anne tavrı göbeğindekine (bebeğine)... İlkinde hem daha heyecanlı, hem daha endişeli olunabilir. İkincisinde daha tecrübeli bir mutluluk yaşanabilir. Sağlık problemlerinin, dış etkenlerin değişimi bile annenin psikolojisine ve böylelikle direkt olarak bebeğe yansır.

Mir Kaya’ya hamileliğimi hatırlıyorum da... Her gün yürüyüş, hamile egzersizleri yapar, yüzerdim. Kendimle her yalnız kaldığımda onunla sohbet eder, reiki verirdim. Doğum meditasyonuyla, benim için bir bilinmezlik olan doğumu hayal ederdim. Atlas’ta ise işler değişmişti. Tüm günümü Mir Kaya’yla oynayarak, onun güncel işleri peşinde koşturarak geçiriyordum. Mir Kaya’da alışveriş torbası taşımazken, Atlas’ta on üç kiloluk Mir taşıyordum kucağımda. Geceleri Mir’i uyuttuktan sonra kısacık sohbet edebiliyordum, karnımdaki oğlumla. Bambaşka iki tecrübe işte. Ve bambaşka iki karakter... Bu Atlas’a, Mir kadar değer vermediğim anlamına gelmiyor, onu daha eksik seviyorum manasında asla değil ama şartlar ve kadın değişiyor. İlk annelikle-ikincisi arasında bir sürü farklılıklar oluşuyor. İlkinde acemi neşesi varsa, ikincisinde tecrübeli bir mutluluk alıyor yerini. Ve bilinmezlikten, süreci birebir yaşayan kişiye dönüştüğün için bambaşka iki hikaye çıkıyor ortaya. Öyle olunca da çocuk da farklılık gösteriyor. Sen aynı anne-baba değilsin ki; birincisiyle, ikincisi karşı. Aksine kendi ağzınla söylüyorsun... ‘‘Birinde yaptığım hataları, diğerinde yapmayayım.’’ diye.

Hamilelikten başlayan tavır değişimi, bir ömür sürüyor işte. Lohusalıkta. Emzirmede. İlk üç sene döneminde. Yaş ilerledikçe... Tek çocuktan, ikiye geçiyorsun bir kere. Tüm gününü birine ayırırken, şimdi gün ve ilgili ikiye bölünüyor. Gerçi, sevgi yeter yetmesine, kaç tane olsa o kadar çoğalır içinde; kalp büyük, annelik yüce de gün hep yirmi dört saat. Enerjin ne kadar aynı bakilikte olsa bile, anne bir tane, çocuk iki. İster istemez bölünüyor paylaşımlar.

Eh çocuklar da biri hırçın, diğeri daha sıcakkanlı, ilki daha asi, ikincisi duygusal, birincisi yumuşak huylu, beriki agrasif olabiliyor. Karakterlerinin yanında, biz kendi ellerimizle de şekillendiriyoruz onları. Birebir aynı davranamadığımız bir gerçek ama birebir ‘aynı sevdiğimizi’ gösterebilir, sürekli dile getirebilirsek, işte o zaman sonuç birbirine yakın olabilir. İki farklı kardeş olsalar da, birbirlerine destek karakterler olma imkanları doğar.

Her ikisinin de ayrı iki birey olduğunu görüp, iki farklı ihtiyaca göre özen gösterebilirsek onlara, değerli olduklarını hissederler. Biri gitar çalmayı seviyor ve biz ayrım yapmayacağız diye her ikisini de gitar kursuna götürmeye çalışıyorsak, sevmeyene haksızlık ettiğimizi göremiyoruz demektir. Her ikisini bir karaktermiş gibi düşünmeden, ayrıştığı noktalara göre onlara özen göstermeliyiz. Paylaşılan anlar farklı ama paylaşılan sevginin bir olduğunu hissettirebiliriz. Çocuklarımızı iyi tanımalı, neyin onları mutlu ettiğini, ne zaman keyifsiz olduklarını bilmeliyiz. Gözlemlemeli ve onların dilinden, isteklerine göre cevaplar vermeliyiz.

Her ikisiyle (üçüyle-kaçıylaysa) de ayrı ayrı kaliteli vakit geçirebilmeliyiz. Baş başa sohbetler edebilmeli, eğlenebilmeliyiz. Ve hep beraber-bir arada olmaktan keyif almalarını sağlayabiliriz. Sevgi ve güveni geçirebilirsek çocuklara, gerisi önemli değil. Kendine güvenen, kendini seven bireyler yetiştirebilir, böylelikle huzuru içlerine ekebiliriz. Onlar için hayatta en değer verdikleri kişiler; anne-babaları tarafından sevildiklerini, beğenildiklerini, onaylandıklarını bilirler ve derinlerde hissederlerse, iki kardeş ne kadar ayrışırlarsa ayrışsınlar yolun sonu mutluluk olur, tüm aile için. Davranış şekillerimizle, çocukların içine bir sürü duygu ekeriz, hangilerinin kök salıp, büyüyeceklerini bilemeyiz. Ama sevgi dolu-olumlu olanları yeşertmelerine yol gösterebiliriz. Bunu ilk olarak biz ebeveynler yapabiliriz. Sonraki dış etkenlere de ön ayak olmuş oluruz.

Kardeşler arası kurulan karşılaştırmasız, kıyassız ilişki, eşittir sevgi. Abi-abla, küçük kardeş ayrımı yapmadan oturtulan bir düzen, onlar adına el ele yürünecek bir yol. Büyük veya küçük kardeşten gelen kıskançlığa karşı anlayış, altında yatan nedene odaklanarak çözümleme, onların gelecekte omuz omuza ilerlemeleri için en büyük sebep. Büyüğe haksızlık ediyorum düşüncesiyle, küçüğü es geçme tavrından uzaklaşma, gelecekte birbirlerine destek iki yürek.

Doğru hamleler karışabilir, az vakit insanı zora sokabilir, yorgunluk-bölünmüşlük hissi anneyi boğabilir, o noktada da tek anahtar kelime; doğallık! İçinden geldiği gibi davranmak ve (zaten sonsuz hissettiğimiz) her tavrın sevgi barındırıyor olması. Ama severken, aynı zamanda hissettirebilmek, açık açık göstermek, dile getirmek önemli. Onları sevdiğimizi kendimizin biliyor olması, onlar için yeterli değil... Davranışlarımızla göstermemiz, gözlerine-yüreklerine sokmamız, kulaklarıyla duymalarını sağlamamız gerekiyor. Tüm çocukların buna ihtiyacı var. Yaşları kaç olursa, olsun...

https://www.facebook.com/bebekolduannedogdu/

Yazının devamı...

Ebeveyn-Çocuk-Saygı Üçgeni

Etrafımı gözlemlediğimde, genellikle insanlar çocuklarına saygı duymayı unutuyorlar. Küçük oldukları için onlar adına ‘doğru kararlar’ alarak, hareket ediyorlar. Ama çocukların duygu ve düşüncelerini önemseyen yok. Hatta alışkanlık haline getirip, çocuk yetişkin olduğunda bile bu davranışı sürdürüyorlar.

Geçen gün bir kafede şahit olduğum bir olayı anlatmak istiyorum... Yan masamızda, çocuk annesiyle yemek yiyordu. Çocuk en fazla iki-üç yaşlarında. Çocuğun oturduğu yerin arkasından bebek arabalı bir kadın geçmeye çalışırken, sıkıştı ve geçemedi. Bunun üzerine anne, oğluna haber vermeden, sandalyeyle beraber çocuğu kaldırdı ve yerini değiştirdi. Çocuk elinde çatalıyla, artık (yeri değiştiği için) önünde olmayan tabağına bakarak ağlamaya başladı. Annesi de onun üzerine ‘‘Dur, dur getiriyorum tabağını.’’ dedi. Ağlayan çocuk ‘ufacık’ bir olaydan susmak bilmedi. Bütün kafe döndü onları izledi. Anne gerim gerim gerildi. En sonunda sinirden çocuğa bağırmaya başladı. Anlayacağınız olaylar, olaylar...

Aslında annenin yaptığı çok masum bir davranıştı. Başkasına yardım etmek için oğlunun sandalyesini kaydırdı. Ama ben bu durumda çocuğa hak vermeden edemeyeceğim. Birisi bana hiç seslenmeden, ‘‘Melis müsaade eder misin?’’ demeden, beni sandalyeyle beraber alıp, başka bir yere koysa inanılmaz sinirlenirim. ‘‘Ne yapıyorsun ya, manyak mısın?’’ diye söylenebilirim karşımdakine. Durum bundan ibaret... Kendine yapılmasını hoş karşılamayacağın bir şeyi, inan evladın da hoş karşılamayacak! Yapma! O iki-üç yaşlarında diye onun duygularını-fikirlerini umursamaz davranma! Onun birey olduğunu kabullen. Onun sahibi olmadığını bil. Bu olayda, çocuk yeri değiştirildiği için değil, haber verilmeden sandalyesi taşındığı için tepki gösteriyor. Eminim, annesi çocuğa ‘‘Ali, bak arkandan geçemiyorlar, gel sandalyeni kaydıralım.’’ diye haber verseydi, oğlu da anlayışla yerini değiştirirdi.

Aynı davranış bizim evde de zaman zaman vuku buluyor... Mir henüz bir yaşındayken, şiddetli bir ağlama krizi geçirmiştik. Hatırlıyorum çünkü olayın üzerine annemlerle çok konuştuk. Mir, dayısıyla yerde oyun oynarken, ablası birden Mir’i tuttuğu gibi mama sandalyesine oturttu. O sırada Mir ağlamaya başladı, Emre ve ben de ‘‘Ne yapıyorsun? Oyun oynuyorduk...’’ dedik. Kızcağız da, ‘‘Yemeği hazır, yemek yedireceğim.’’ dedi. Tabii ki o yemek yenmedi! Mir ağladı, susmadı, mama sandalyesinden bir lokma bile yemeden indi. Çok normal! Oyun oynayan bir çocuğu, haber vermeksizin kucağınıza alıp, mama sandalyesine koyarsanız, sonuç sadece hüsran olur. Ama bu sadece çocuk için geçerli değil. Ben burada şu yazıyı yazarken, annem gelip, koltuk altımdan tutup, beni yemek masasına oturtursa, ‘‘Anne iyi misin?’’ derim sinirle. Bana yemeğin hazır olduğunu haber vermesini ve kendi rızamla yemeğe gitmeyi tercih ederim. Olay bundan ibaret aslında... Çocuk bir yaşında da insan-birey-kişilik. Ve onun bireyliğini kabullenmeyip, ona haber vermeden, onun adına kararlar alıp, uygulamasını istersek, ağlama krizlerine de ses çıkarmamalıyız demektir, zira bu da onların (haklı) karşı tepkisi.

Yapmamız gereken tek şey, çocuğumuza karşı tavırlarımızda, bize ait olan bir şeye ‘malımıza’ davranıyormuş gibi değil de, bir arkadaşımıza davranıyormuşuz gibi düşünerek, önce haber vererek, o izin veriyorsa istediğimiz şeyi yapmasını sağlayarak hareket etmemiz gerekiyor. Tabii ki onlar çocuk ve kendi düzenlerini kurmakta zorlanırlar, bizim onlara yol göstermemiz gerekir. Mesela, yemek yemesi gerekiyorsa, ‘‘Yemek yemesin.’’ demiyorum. Yedirin. Ama yemeğe oturtmadan önce haber verin. Yemesi için şıklar sunun. ‘‘Bu gece yemekte köfte mi, kıymalı ıspanak mu yemek istersin?’’ gibi... Oyun oynarken, ‘‘Birazdan yemeğe oturuyoruz, haberin olsun.’’ diye, iki-üç kere haber verin. Ben eşimi sofraya çağırırken bile üçlemek zorunda kalıyorum değil ki oğlum bir kerede oyununu kesip, sofraya gelsin...

Nasıl ki; arkadaşlarımıza bir şeyi ifade ederken, üslubumuz yumuşacıksa, çocuğumuza karşı da aynı olmalı. "Dışarı çıkarken montunu giymeyi unutma, hava çok soğuk, üşürsün." dedikten sonra, dışarıda aynı evi paylaştığımız arkadaşımızı montsuz gördüğümüzde, "Sana ben giyin demedim mi? Hastalandığında ben bakıyorum ama!" diye bağırmıyorsak, tüm içimizi sevgisiyle kaplayan, dünya bir yana o bir yana diye düşündüğümüz evlatlarımıza çok daha özverili bir üslupla yaklaşmalıyız.

Hepimiz çocuklarımızı seviyoruz. (Kendimizce, kendi sevme stilimize göre, kendi gösterme tarzımızca.) Sevgi cepte. Onda zaten hemfikiriz ama sevginin yanında bir de onlara saygı duymalıyız. Hem de yaşları kaç olursa olsun... Hiçbir şekilde onların da birey olduğunu unutmamalıyız. En büyük emek, sevgi artı saygı.

https://www.facebook.com/bebekolduannedogdu/

Yazının devamı...

Bağırmayan Ebeveyn

Ben online alışverişi pek sevmem. Hele söz konusu kitap olunca... Gitmeliyim kitabevine, gezdirmeliyim parmaklarımı raflarda. İçime sıcak gelen kapakların, okumalıyım arkalarını... Öyle işte; gencim ama eski kafalıyım. Babama ise her hafta bir kargo gelir. İçinden çıkan yeni kitaplar, kitaplığını süsleyiverir. Ben de okumak isteyip de bulamadığım kitapların siparişini babama verdirtirim. Yine bazı kitapları raflardan edinemeyince, babamdan istedim kendilerini... Gelen kitaplarım arasında sipariş vermediğim bir kitap çıktı: Bağırmayan Anne Baba Olmak

Normal şartlarda hayatta elime almayacağım bir kapak ve başlık! ‘‘Öyle şey mi olur canım?! Nasıl ‘hiç’ bağırmadan yapabilirsin ki!’’ diye düşünürken ben, şimdilerde ‘‘İyi ki de gelmiş o kitap benim evime.’’ diyorum. Yoksa bazı önerileri kendime nasıl saklayacaktım ki!

Bizim Hal Edward diyor ki; ’ Her uçak yolculuğumda, bu anons sırasında, düşündüğüm bir konu olmuştur şu öncelik işi. ‘‘’’ derdim kendi kendime... Halbuki herkes haklı! Uçaktakiler de, Hal de... (Yani uçakta belki onu yine de uygulayamayabilirim de, mecazi anlamda kullandığımızı uygulamak zorundayız.) Biz kendimizi sağlam hissedeceğiz ki; çocuklara iyi gelelim, iyi bakalım. Kendimiz boğulurken, onların nefes almalarını nasıl sağlayabiliriz ki? Kendimize alanlar bırakmamız gerekiyor. Mir doğduğunda, ilk aylar uyumaz, uyuduğunda sık sık uyanırdı. Annem ‘‘’ dese de ısrarla biberonla sağdığım sütlerden verdirmezdim. Onu biberona terk ediyorum gibi hissetmesin diye düşünürdüm. Bir süre sonra da yorgun, gergin gezerdim. Kendime de, Mir’e de eziyet. Şimdi Atlas’ta ise çok yorgun hissettiğimde ilk öğününü ‘‘’’ deyip, yatıyorum, ertesi güne zinde ve mutlu kalkıyorum. Böylelikle çocuklarla da daha kaliteli vakit geçiriyorum. Evet, her zaman önceliğimiz onlar olduğu için ‘önce’ kendimize dikkat etmeliyiz.

Bir de hep aklımı kurcalayan bir konuya daha değinmiş... ‘‘Çocuklar sınırlarınızı zorlamayı.’’ sever gibi bir şeyler söylüyor. Tam da Mir’e kurduğum bir cümledir bu. ‘‘ Eskiden, Mir sınırlarımı zorladığında sesim yükseliverirdi. Mir’in de yüzü asılmış şekilde istediğimi yapar ama kalbi kırılmış olurdu. Tabii aynı olay, farklı zamanlarda çokça tekrarlanırdı. Şimdilerde konuyu çözerken bir durup, kendi kendime, ‘ diyebiliyorum. (Her zaman değil de yine de bu günümüze şükür.) Anlayışlı olduğumu görünce, yüzü gülüyor ve istemediğim tavrını sürdürmüyor. Çok akıllılar, herşeyi farkındalar; bizi parmaklarında oyanatabilecek kadar...

Üçüncü ve özellikle yumuşak yüzlülüğümüzle biz annelerin çok sık yaptığımız bir hatadan bahsetmiş... ‘’ uyarısı beynimin bir kenarında. ‘‘Boş tehditler, tutulmayan sözlerdir.’’ diyor, haklı! Bazen sinirle ağzımızdan bir cümle çıkıveriyor; ‘‘.’’ Ne saçma bir cezadır! Tutulması imkansız bir söz... O yüzden kendi kaldıramayacağımız uyarıları, onlara karşı kullanmamalıyız. Zaten ‘ödülsüz ve cezasız’ bir sistem oturtmaya çalışıyoruz da, her zaman bu yöntemin (maalesef) işlemediği kesin. Zaman zaman nahoş tehditlere başvuruyoruz, kabul edin! Heh, madem bir ceza var ucunda, o zaman mutlaka arkasında durabileceğiniz bir uyarıda bulunun. Geçen gün bir arkadaşım aradı; oğlu okula gitmek istememiş... Evde kavga, kıyamet kopmuş. Annesi de gitmezse tüm gün playstation’ına dokunamayacağını söylemiş. Fakat gün içinde oğlu ağlamış, tutturmuş oyun diye. Anne de canından bezmiş, bari açayım diye düşünürken ‘‘e dedi. Dedim, ‘‘ dedi, kapattık. Ne zor geçmiştir tüm gün... Otoriter değil ama kararlı olmalıyız çocuklara karşı. Bir de kitaptan sonra lügatımdan bazı kelimeleri eksilttim; daima-asla-sürekli-hep-hiç gibi kesin, keskin ve uzun içerikli cümleler kurmuyorum ki; söylediklerimin arkasında durmam kolay olsun.

Aynı zamanda bu kelimler yargılama konusunda çok kuvvetliler. ‘‘’’ derken bir genelleme yapıyoruz ama ‘‘ dediğimizde çocuğu huysuz-mızmız olarak yaftalamıyor, sadece o olay karşısındaki tavrını anlatmaya çalışıyoruz. Bu iki söylem arasında ciddi fark olduğundan, çocuğumuzu genel bir kalıba oturtmamış oluyoruz. Böylelikle ‘okula gitmek istememe konusu’nu konuşabilmeye fırsat tanıyoruz... ‘Çünkü’lü cevaplara açık kapı bırakıyoruz. Diğer türlü, karakterine laf ettiğimiz için konuşma sert bir şekilde son buluyor.

Her kitap insanlarda farklı etkiler bırakır. Geçmişi, bilinçaltı, şu an yaşadıkları derken, herkesin önem verdiği bölümler/ders çıkaracağı konular farklıdır. Bu kitapta benimkiler de böyleymiş ki; kendime aldığım-aklımda kalan uyarılar yukarıda anlattıklarım. Eminim siz okusanız, başka bir bölümü bu yazdıklarımdan daha çok önemsersiniz... Benim hayatıma dokunan noktaları böyleymiş demek ki.

https://www.facebook.com/bebekolduannedogdu/

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.