SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

2023 yazının saç modası

Bu yaz saçlarda öne çıkan trendler neler diye merak ediyor musunuz? Modeller öylesine çeşitli ki, herkes kendine en uygun en uygun olanı bulmakta zorlanmayacak. Geçtiğimiz yılın öne çıkan doğal dalgalar ve klasik saç kesimlerinin yanı sıra atkuyruğu, topuz ve benzeri modellere 2023 yazında hangi yeni saç trendlerinin eklendiğini saç tasarımcısı Şenol Zeytinoğlu aracılığıyla öğrendik…

1- Mikro Bob’lar

Saçlarda modaya uygun bir bob kesimi olmadan hiçbir sezon tamamlanmış sayılmaz. 2023 yazında, klasik saç kesiminin bu en kısa versiyonu öne çıkıyor. Mikro bob'u bu kadar özel yapan şey ise kesiminin kulağın hemen altında hatta kulağın ortasında bitmesi. Bu saç modeli kakülle birleştiğinde rahat bir ‘Fransız Bob’ tarzına dönüşebilir. Bununla birlikte 2023 yazının en popüler stilinin küt ve tek uzunluktaki modeller olduğunu söyleyebiliriz. Mikro bob saç kesimlerine Prabal, Fendi, Marco Rambaldi ve Jason Wu gibi tasarımcıların yeni sezon koleksiyonlarında bolca yer verdiğini de belirtelim.

 2- Geriye Taranmış Saçlar

Saçı geriye doğru tarayarak elde edilen rahat görünüm için 2023 yazının belki de en pratik kullanımlı saç modeli trendi diyebiliriz. Bu saç modeli, saçların basitçe arkaya doğru taranmasıyla elde ediliyor. Gevşek bırakılabilen veya başın arkasında bir topuz şeklinde toplanabilen bu saç trendi bizim de favorimiz. Ensede örgü ile de belirginleştirilerek kullanılabiliyor. Yine Alberta Ferretti ve Jason Wu’nun bu yaz tercih ettiği modellerden...

 3- Atkuyrukları

Atkuyrukları geçtiğimiz yıl muhteşem geri dönüş yaptı ve moda haftalarının podyumlarında yerini aldı. İster yarım dediğimiz yukarıda toplanmış atkuyruğu, ister çocukluk günlerimizden hatırladığımız klasik atkuyruğu olsun, 2023'te bu saç modeli trendinin tüm varyasyonlarını göreceğiz. Graham John Bell, The Blonds ve Christian Dior’un yeni sezon defilelerinden aşina olduğumuz bu model, özellikle uzun saçlarda rahatlıkla kullanılabilir.

4- Küt Kaküller

Katlı kesimler son iki yıldır kadınların da saçlarında sıkça tercih ettiği modellerdendi. Ancak bu yaz kaküllerde pek görülmeyecekler. Çünkü yazın trendi dümdüz kaküller... Adeta tek dümdüz bir çizgi gibi görünüyorlar. Bu modelde saçın uzunluğu önemli değil. İster kısa ister uzun olsun, her boyda kullanmak mümkün. Rebecca Minkoff ve Christopher Kane’in defilelerinde öne çıkan bir model…

5- Liseli Atkuyruğu

Atkuyruğu hiçbir dönemde 2023 yazı kadar popüler olmamıştı. Özellikle de ekstra uzun versiyonu... Eğer evde hala takma saçlarınız varsa, yaz aylarında onları tekrar gün yüzüne çıkarabilir ve atkuyruğunuza birkaç santimetre daha ekleyebilirsiniz. Özellikle lise döneminde kullanılan ikili atkuyruğu uzun zamandır bu kadar göz alıcı ve abartılı olmamıştı. Uzun atkuyrukları yaz sezonunda LaQuan Smith ve Halpern’in gözdesi oldu.

6- Yandan Ayrılmış Saçlar

Uzun zamandır hem biz saç tasarımcılarının hem de kadınların radarında olmayan yandan ayrılmış saçlar tüm ihtişamıyla geri döndü! Bu yazın gözdesi olacak bu modeli bakımlı ve ultra şık bir şekilde kullanacağız. Nasıl mı Saçınızı sıkıca geriye doğru tarayın ve daha fazla saç teli çıkmayacak şekilde köklere jöle veya şekillendirici krem uygulayın. Şekillendirici ürünü doğrudan köklerden boylara doğru çekmek her zaman önemlidir. Ancak biz ayırma işlemini jöle kullanmadan uygulamayı da seviyoruz. Tommy Hilfiger ve Erdem’in 2023 yaz koleksiyonlarında sıkça görebilirsiniz.

7- Yumuşak Dalgalar

Göz alıcı dalgalarla vedalaşıyoruz ve saçlardaki dalgaların yumuşak ve doğal görünümüne yer açıyoruz. Saçlardaki gelişigüzel dalgalanmalar görünüme de romantik ve rahat bir karakter kazandırıyor. Doğal dalgalar elde etmek için saç maşası veya düzleştirici gibi bir saç şekillendirme aleti kullanmamak en iyisi. Saçınızı bir veya daha fazla örgüyle gece boyunca tutabilir ya da ince çorabınıza buklelerinizi tutturarak farklı bir şey deneyebilirsiniz. Sabah uyandığınızda saçlarınızdaki dalgalara inanamayacaksınız.

Yazının devamı...

'Agartha Tünelleri' sır perdesini aralıyor

‘Agartha Tünelleri’, yazar Erkan Erten’in binlerce yıllık Bizans rivayetlerinin gerçeklikle örtüştüğü, yaşanmış hikayelerin yer aldığı araştırmalarla kaleme aldığı yarı kurgu bir roman. Erten’in “Herhangi bir dijital platformda dizi ya da film yapılmasını çok istiyorum. Türkiye birçok medeniyetin doğduğu, kutsal efsane ve emanetlerin bulunduğu topraklar üzerinde. Eminim Dünya’da çok ses getirebilecek ve turizme katkı sağlayacak bir proje olur” dediği kitabıyla ilgili sohbet ettik.

‘Agartha Tünelleri’ni yazma fikri nasıl oluştu?

90’lı yıllarda Agartha ile ilgili bir makale okumuştum ve ilgimi çok çekmişti. Sonrasında okul kütüphanesinde okuduğum bir kitapta ‘Agartha’ya Yolculuk adlı bir bölüme denk geldim. O günden 2022 yılına kadar konu üzerinde derin araştırmalar yapmaya başladım. Şu anda yeryüzünde bulunan okyanusların toplamından daha fazlası yer altında bulunuyor. Ayrıca yerkürenin çekirdek ısısı, güneşin ısısından 2000 derece daha fazla. Birçok şartın bir araya gelmesi, yer altında da bir yaşam olabileceği fikrimi güçlendirdi. Tarihi yarımadada bulunan birçok yeri birçok kez ziyaret ettim. Çemberlitaş, Sultanahmet Meydanı, Kapalıçarşı, Yerebatan Sarnıcı, Bizans ve Osmanlı’dan kalan yerleri gezdim ve yeraltında kalan saray kalıntılarıyla ilgili yazılan pek çok makale okudum. 2008 senesinde Sultanahmet Meydanı yakınlarında kurulan bir sinema filmi setinde, yıllardır gizli kalmış ve gün ışığına çıkarılan Bizans Sarayı kalıntılarının bulunduğu alana girdim. Yıllardır okuyup, bilgi sahibi olmaya çalıştığım tüneller ve kalıntıların içindeydim. Benim için ‘Agartha Tünelleri’ fikrinin ilk başladığı gün, o gündür. O günden sonra kafamda bu şehrin altında olan bir ya da birden fazla geçiş olduğu kanaatine vardım ve hikayenin köşelerini oluşturmaya başladım.

Zihninizde oluşan süreç ile yazdığınız tarih aralığı ne kadar?

Yazma ve hikayeleri oluşturma fikri 2008 senesinden sonra kafamda canlanmaya başladı. Sadece bu hikayenin nasıl bir zemine oturması gerektiğiyle ilgili kaygılarım vardı. Çünkü bu konu ile ilgili birçok kaynak olmasına karşın, birçoğu hayal ürünü gibiydi. Yani Agartha diye bir yaşam alanı olduğu 1947 senesinde Richard Byrd adlı Amerikalı bir askerin gittiği ve gördüğü hikayesinden öteye gitmiyordu. Ve elle tutulur müspet bir kanıt sunulmamıştı. Bundan yola çıkarak Agartha ile ilgili bir kurgunun oluşmasına ve roman olarak yazmaya karar verdim. En başından en sonuna hesap edersek yaklaşık 30 senedir bildiğim bir konu.

Kitabı özetlemek istersek tam olarak ne anlatıyor?

‘Agartha’ yani yer altında yaşadığına inanılan üstün ırk, Atlantis ve Mu kıtalarının yıkımı öncesinde oralardan kaçan ve yeraltında yaşamlarına devam eden üstün ırkın ülkesi. Yeryüzüne birkaç kez çıkmayı denemelerine rağmen insan ırkının yeterince medeni olmadığına kanaat getirip tekrar yeraltına çekilmişler. Fakat yeryüzü ile bağlarını hiç kesmemişler. Yeryüzünde Agartha’ya ulaşılan birçok kapı ve geçit olduğu söylentisi var. Bu tünellere girip kaybolanlardan bahsedilir. Donuktaş Mabedi’nde, Kapalıçarşı’da bu tünellere girip kaybolan insanların haberleri gibi… Bu tünellerin ya da geçişlerin en değerlisinin de İstanbul’da olduğuna inanıyorum. Çemberlitaş’ır altında Hz. İsa’nın çarmıha gerildiği çiviler ve kutsal kasenin olduğu iddia edilir. Bu iddiayı güçlendiren kısımsa İstanbul’un işgal yılları sırasında 1918 senesinde Vatikan’dan gelen papazların, yakalanıncaya kadar gizlice bu alanı kazmaları ve 1929 senesinde Danimarkalı Teosof Vett’in kazma girişimleri olmuş ama halkın infial yaratması nedeniyle durdurulmuştur. Bu alanın altında bu emanetler dışında çok daha değerli bir şey olduğuna inanıyorum. Birkaç yıl önce İstanbul’un röntgeni çekildiği ve Çemberlitaş Meydanı’nın altında aynı şekilde bir meydan daha olduğu iddia edilmişti.

Kitabın ne kadarı kurgu, ne kadarı gerçek?

Kitap tamamen kurgusal karakterler barındırsa da, Thule Cemiyeti kurucusu, Fatih Camisi’nde Lahiti çalan kişi, 2.Abdülhamit gibi birçok karakter de kitapta gerçek karakterleri ile bulunuyor. Yani yaşanmış hikayeleri, kurgusal bir dille anlatıyorum. 1456 senesinde İstanbul’a gelerek kutsal emanetlerini almak isteyen İtalyanlar ne kadar gerçekse, 2.Abdülhamit’in o kutsal emanete ulaşması ve teşhir etmesi de o kadar gerçek. Kaldı ki, Kız Kulesi efsanelerinden birini de yeniden gün ışığına çıkartıyorum.

Kitabı yazarken bir araştırma yaptınız mı? Yaptıysanız, ne kadar zaman aldı?

Sanırım son bir yılımı tarihi yarımadada yani gerçek İstanbul’da geçirdim diyebilirim. Kapalıçarşı, Cevahir Bedesteni, Çemberlitaş Meydanı, Ayasofya, Sultanahmet, Hipodrom Meydanı gibi alanlarda binlerce fotoğraf çekip, yüzlerce noktayı tek tek gezdim. Bunun yanında Atlantis ve Mu kıtası ile ilgili internet araştırmaları yaptım. Agartha ile ilgili kanaatim ise Dünya çevresinde gezinen ve uzaydan geldikleri hala kanıtlanamayan ama dünya etrafında görünen UFO’lardan sonra oluştu. Yani bu bahsedilen ve görünen UFO gemilerinin yer altından çıktığına eminim. Çünkü üst akıl ve üstün insan ırkı dediğimiz Agarthalılar, bunları yapabilecek teknoloji ve bilime hakimdiler. Yani Antik Mısır’da kablosuz elektrik kullandıklarını iddia ettiğimiz bir toplum için, zaman ve mekan kavramı olmadan yolculuk yapabilmeleri pek de zor olmasa gerek.

Kitapta geçen Kız Kulesi’nin altındaki tünellerden bahseder misiniz? Bu tünellere dair geçmişte bir çalışma yapılmış mı?

Kız Kulesi ile ilgili birçok hikaye var esasında. Halk dilinde olan efsane ise zamanın imparatorunun kızının bir yılan sokması ile öleceği rivayetinden dolayı ona denizin ortasında bir ada inşa ettirmesi. Kızın adada yaşamını sürdürürürken, adaya giden yiyecekler arasında saklanan bir yılanın ısırması sonucu ölmesinden dolayı adının Kız Kulesi olduğu. Tarihi kaynaklarda ise burasının ilk olarak milattan önce 400’lü yıllarda yapıldığı ve gemi geçişlerini kontrol etmek için kurulduğu yazılı. Daha sonra şehrin simgesi haline gelen yapı, gümrük, geçiş istasyonu olarak kullanılmış. Fakat bizim dahil olduğumuz kısım 1950’lerde cereyan eden bir olaydan sonra gerçekleşiyor. İngiliz bilim insanı ve aynı zamanda bir antika koleksiyoneri olan Sir Francis Crick, bir gün evine gelen gizemli bir kişinin ona verdiği birkaç doküman ve söylediği “İstanbul’a gidip bu tünelleri bul” uyarısından sonra hayata geçiyor. Sir Francis Crick bu gizemli adamın ona verdiği notlar, çizimler ve anlattığı hikayeyi önce bir hayal ürünü olarak kabul ediyor ama daha sonrasında kafasını kurcalayan sorulardan dolayı dönemin Türkiye hükümeti ile irtibat kurup, Kız Kulesi’nde incelemeler yapmak için gerekli izinleri çıkartıyor ve 1960 senesinde İstanbul’a geliyor.

Yine kitapta söz ettiğiniz Yerebatan Sarnıcı ve Abdülhamit ile ilgili kaleme aldığınız bölümü detaylı ve kaynakları ile birlikte anlatır mısınız?

Antik hikayelerde geçen Medusa ve Anadolu’da geçen Şahmeran hikayeleri esasında birbirine benzeyen türde bir yaratığın hikayesidir. Medusa, kendine bakanı taşa çeviren bir canavarken, Şahmeran ise aşkı uğruna kendini feda eden bir yılanlar kraliçesidir. 1453 senesinde İstanbul fethinden sonra Osmanlı İmparatoru Fatih Sultan Mehmet, İstanbul şehrinin Latin istilası sonrası harap haline çok üzülmüş ve şehri imar etmek adına bir seferberlik başlatmış. Bunun yanında kuşatma sonrası şehir dışına çıkan yahudi, hristiyan halkı tekrar geri dönmeleri ve işlerine devam edip şehirde yaşamaları adına birçok girişimde bulunmuş ve başarılı olmuştur. Profesör Halil İnalcık bu konuda yazdığı eserleri ile o günlere ışık tutmaktadır. Fakat Fatih Sultan Mehmet, Bizans İmparatorluğu’nun birçok gizemi ve sırrına ne yazık ki sahip değildi. Bunlardan belki de en önemlisi Yerebatan Sarnıcı’ndaki gizemli emanetti. 1456 senesinde Fatih Sultan Mehmet ile görüşmeye gelen İtalyan heyetin bahsettiği ve sonraki süreçte bulunan bu emanet, belki de şehrin bilinen en değerli emanetiydi. Aradan 600 yıla yakın bir zaman geçmesine rağmen halen bilmediğimiz birçok gizem ve mistik alan ayaklarımızın altında duruyor. Bunlardan sadece biri ve belki de en önemlisini gün ışığına çıkaran ise bu olayın yaşanmasından 450 yıl sonra torunu 2.Abdülhamit Han oluyor.

‘Agartha Kapıları’ ile ilgili detaylı bilgi verebilir misiniz? Bu kapılardan dünyanın başka hangi ülkelerinde var?

Kitapta bahsettiğim ve kurgusal olan kapılardan biri Konstantin Forumu hizasında bir yerde olabilir. Bu benim öngörüm ama birçok gizli kazı yapılması ve bu alanda çok fazla araştırma yapılması benim öngörümü güçlendiriyor. Türkiye’de 40’tan fazla giriş olduğu iddia ediliyor. Kapadokya, Tarsus, Mersin bunlardan birkaçı. Bunun dışında Brezilya, Tibet, Kanada, Antarktika gibi yerlerde de girişler olduğu iddia ediliyor. Zaten Agartha ile ilgili en güçlü ve insanları ayağa kaldıran en önemli hikaye Richard Byrd’ün hikayesidir. Richard Byrd, Agartha’ya Antarktika’dan uzun bir yürüyüş sonrası girdiğini iddia eder.

Meryem Ana profil silüetini nasıl çıkarttınız? Daha önce belirlenmiş böyle bir silüet var mıydı?

Kitabı yazmaya başlamadan önce notlar alıyordum. İstanbul şehri üzerinde hikayemde geçen alanlar arasındaki mesafeler, bu mesafelerin simgesel bir bütünlüğü var mı? Örnek vermek gerekirse, Bizans Sarayı ile Kınalıada arasında 13 km mesafe olması ve 13 rakamının uğursuz olması gibi... Bu arada Çemberlitaş Sütunu ile Cevahir Bedesteni arasında düz bir hat çektiğinizde tam olarak 333 metre uzunluğunda çıkıyor. V şeklinde bir iniş düşünürsek, 333 metre daha gidip 666 metre gitmiş oluyorsunuz. Bunun gibi birçok detaya bakarken İstanbul haritasında gözüme çarpan bir silüet oldu. Kendi haritamı kapatıp başka bir uygulama üzerinden harita açtım ve yine aynı şeyle karşılaştım. Bizans efsanelerinde anlatılan, Efes Antik Kenti’nde bulunan birçok heykel ve ikonada görünen Meryem Ana tam karşımdaydı. Öncelikle kendi yarattığım bir illüzyon zannettim. Ama tekrar tekrar kontrol ettiğimde tam karşımda duruyordu. Bizans efsanelerinin çoğunda Konstantinopolis şehrini Meryem Ana’nın koruduğuna inanılır. Hatta bazı efsanelerde Meryem Ana’nın Ayasofya’da yaşadığı rivayet edilir. Bazı kaynaklar Ayasofya’da yaşayanın Melek Mikail olduğunu iddia etmesine karşılık, şehri birkaç kere koruyan ve İstanbul fethinden önce şehri terk edenin Meryem Ana olduğu iddia edilir. Bu hikayelerden yola çıkarak bu gerçek silüetle karşı karşıya kalınca haliyle ufak bir şok geçirdim. Daha sonra bununla ilgili bir doküman var mı diye araştırdım ama hiçbir yerde bu silüetin fark edilmediğini anladım. Yani dünya üzerinde İstanbul şehrinin bir Meryem Ana silüeti olduğunu bulan ilk kişiyim. Bu, kitabımın en değerli kısmı diyebilirim.

Son dönemlerde birçok kitap senaryolaştırılarak dizi haline getiriliyor, Agartha’nın hikayesinin dizi yapılmasını düşündünüz mü?

‘Agartha Tünelleri’ binlerce yıllık Bizans rivayetlerinin gerçeklikle örtüştüğü, yaşanmış hikayelerin yer aldığı araştırmalarla kaleme aldığım yarı kurgu bir roman. Herhangi bir dijital platformda dizi yapılmasını çok isterim tabii ki. Türkiye birçok medeniyetin doğduğu, kutsal efsane ve emanetlerin bulunduğu topraklar üzerinde yer alıyor. Ortaya dünyada çok ses getirebilecek ve turizme katkı sağlayacak bir proje çıkabileceğine eminim. Dünya üzerinde aşık olduğum tek şehir İstanbul’un bu gizemli hikayelerinin ve bu serüvenin ekranda da paylaşılmasını çok isterim. Çünkü bu hikayenin içindeki sırlar ve gizemler sadece bu topraklarda yaşayanları değil, tüm dünya halklarını ilgilendiriyor. Yani Meryem Ana silüetinin işlendiği bu kadim şehri, dünya üzerindeki tüm insanların yeniden keşfetmesi gerektiğine inanıyorum.

Yazının devamı...

Gazeteci Özlem Bay soruyor: Gözyaşların ne renk?

Gazeteci Özlem Bay ikinci kitabı ’Gözyaşların Ne Renk?’le, okuyucularını yaşanmış insan hikayeleriyle buluşturuyor. Roman, 30’lu yılların Karadeniz’inde bir şehirde dünyaya gelen Kazım’ın hayatıyla başlıyor, birbiriyle bağlantılı insanların maceralarıyla devam ediyor. Hepsinin ortak yönü ise hayata karşı güçlü ve sağlam durmaları… Özlem Bay’la yeni kitabını konuştuk. Bu arada Bay’ın 3. kitabının da yolda olduğunu öğrendik.

Sizi gazeteci ve köşe yazarı olarak tanıyoruz, ilk çocuk kitabınız ‘İçimdeki Çocuktan Masallar’ da geçtiğimiz yıl yayımlanmıştı, şimdiyse yetişkinler için ilk romanınız ‘Gözyaşların Ne Renk?’ okurla buluştu. Bu romanı kaleme alma fikri nasıl ortaya çıktı, yazım sürecini sizden dinlemek isteriz.

Evet, 22 yıllık gazeteciyim. Hep ekonomi basınında çalıştım ve çalışmaya da devam ediyorum. Kitap yazma serüvenim ise pandemide başladı. Çocuk kitabımın ardından romanım için ufak ufak yazmaya başlamıştım. Ancak hayatımdaki üzücü bir gelişme bu süreci hızlandırdı. Babamı 17 yıl önce kaybettim. Onun boşluğu hiçbir zaman dolmadı ama annem hep yanımdaydı. İki yıl önce ise güzel annem en agresif kanser türlerinden biri olan pankreas kanserine yakalandı. İki ameliyat, tedavi süreci ve hastane odalarında geçen zor bir dönem yaşadık. Annem, kendisi ve babamla ilgili bir şeyler yazmamı isterdi hep. Ben de çok istiyordum bunu ama iş yoğunluğu nedeniyle bir türlü başlayamamıştım. Hastalık bu planımı öne çekti. Hastane odasında annemin anlattıklarını kurgulayıp yazmaya başladım, yazdıkça da ona okudum. Bu dönemde romanın büyük kısmı bitmişti. Sonra geçen yıl 26 Şubat’ta annemi kaybettik. Kitabı tamamlamam ve piyasaya çıkması ise bugünleri buldu. Keşke annemi kaybetmeden önce çıkarabilseydim ve o da görseydi ama olmadı...

Romanın ismine gelirsek, ‘Gözyaşların Ne Renk? bana çok etkileyici geldi. Bu isme nasıl karar verdiniz?

Öncelikle romanın ismini çok düşündüğümü belirtmek isterim. Karakterleri tanıdığım ya da yaşadıklarını bildiğim içindir mi bilmem çok hüzünlendim yazarken, zaman zaman da ağladım… Kitabın bu duygusal tarafını ismine de taşımak istedim. “, biçimi  kadar farklı , " diye Afrika atasözü okumuştum bir yerde. O sözden çok etkilendim. Hepimizin gözyaşları aynı ama ağlamamıza neden olan yaşanmışlıklarımız çok farklı. Bu da bende böyle bir ismi çağrıştırdı.

Romanınızın alt başlığı ise “İnsan En Çok Kendine İyi Gelir”... Bunun sizdeki karşılıklarını merak ediyoruz…

Hepimizin hayatında inişler ve çıkışlar oluyor. Zaman zaman da çok ağır, altından kalmamızın zor olduğu olaylar yaşayabiliyoruz. Bu noktada iyi olmak ya da kötü olmak bir seçim. Ancak çözümün yine kendimizde olduğu da bir gerçek. Yani hayatımızı değiştirecek bir insan aramak yerine, aynaya bakmamız yeterli diye düşünüyorum. Tıpkı karadutun lekesini sadece kendi yaprağının çıkarması gibi… O yüzden eskiler; İnsan da aynı bu ağaç gibidir" derler. Yarasına ilacı başka yerde arayan yanılırmış. Her yaranın merhemi; kendi dalındaymış. Bundan yola çıkarak ben de romanımın alt başlığı olarak ‘İnsan En Çok Kendine İyi Gelir’ dedim. Kitaptaki karakterler de kendine iyi gelenler…

Bildiğim kadarıyla kitabınızda hem ailenizden izler taşıyan kahramanları ve onların yaşadıklarını anlatıyorsunuz, aynı zamanda da başkalarından dinlediğiniz yine gerçek hikâyeleri... Üstelik, romanı kaybettiğiniz anne ve babanıza ithaf etmişsiniz. Bu hikâyeleri anlatmayı seçişinizde bir mirası aktarma duygusu da var gibi geldi bana, ne dersiniz?

Kesinlikle doğru tespit. Kim bilir belki de aile karmamızı tamamladım… Ağabeyim ve bana büyük bir ilgi, sevgi ve şefkat gösteren anne Mine ve babam Ziya’ya ithaf ettiğim kitapta bir anlamda onları ölümsüzleştirdiğimi düşünüyorum. Bu da benim için son derece yüksek bir manevi tatmin anlamına geliyor.  

Romanda tüm kahramanların buluştuğu nokta, gerek hayatta dibe vursalar, gerekse zirvede olsalar da her zaman ‘güçlü’ durmaları. Ne dersiniz, metnin özünde bu hayata karşı bu “güçlü duruş” var diyebilir miyiz… Vazgeçmemek, umutlu olmak, yeniden başlama gücünü bulmak…

Kitapta okuyucuları yaşanmış insan hikayeleri bekliyor… 1930’larda Karadeniz’de bir şehirde dünyaya gelen Kazım’ın hayatıyla başlayan roman, birbiriyle bağlantılı insanların maceralarıyla devam ediyor. Hepsinin ortak yönü ise hayata karşı güçlü ve sağlam durmaları… Öyle ki, hepsinin dip olduğu zamanlar var. Ancak hiçbiri hayattan umudunu kesmeden yola devam ediyorlar. Tıpkı Hint mitolojisinde adı geçen Phoenix kuşu gibi… Yani küllerinden yeniden doğuyorlar. Bence hayatlarımızda sıfır noktası ile zirve aslında aynı. Çünkü insanlar sıfır noktasına geldiklerinde zirveye çıkmış oluyorlar. Çünkü tam o noktada zirveye tırmanmak için güçle, umutla dolu oluyorlar. İşte bu romanda o güce ve umuda sahip olan insanların hikayeleri var. Hayatta hiçbir acı, hiçbir durum kalıcı değil. Önemli olan bunları kabullenip yola devam etmek.  

Son olarak gelecekte sizden yeni romanlar okuyacak mıyız ya da yeni çocuk kitapları… Projelerinizi öğrenmek isteriz.

Roman da çocuk kitabı da yazmaya devam edeceğim. Ancak yeni kitabım işimle ilgili olacak. İş dünyasına yönelik bir kitap üzerinde çalışmaya başladım bile. İş hayatında başarılı olmuş girişicileri keyifli bir dille kaleme alacağım.

Yazının devamı...

Kubilay Tunçer oyunculukta da sihir yapıyor

Bugünlerde adından sıkça söz ettiren Kubilay Tunçer’i, aslında onlarca yıldır izleyicileri büyüleyen oyunculuğu ve kalabalıkları kendine çeken illüzyonlarıyla zaten tanıyoruz. Kendisiyle oyunculuk ve sihirbazlık hakkında konuştuk. Ayrıca kısa bir süre önce dijital platformlarda yayına giren ve farklı iki karakterle karşımıza çıktığı ‘Sıcak Kafa’ dizisi ve ‘Yılbaşı Gecesi’ filmi hakkında ve bundan sonraki planlarından da bahsetti. Oyunculuğu kadar sahne sihirbazlığıyla da tanıdığımız sanatçının meğer başka birçok marifeti de varmış...

- Kubilay Bey, bu kadar çok işi yapmaya enerjiniz nasıl yetiyor?

Aslında işler art arda yayınlandığında aralıksız çaılışyormuşuz gibi bir izlenim oluşuyor. Halbuki bazen bir, bir buçuk yıl aralıkla çekilen işler oluyor bunlar. Ama ben yine de kendimi meşgul tutmayı seviyorum. Daha doğrusu çalışmaktan başka bir şey bilmiyorum. Benim enerjim çalışmaktan geliyor.

- ‘Odadaki Sihirbaz’ adında bir de sihir gösteriniz var yanılmıyorsam...

Evet. ‘Odadaki Sihirbaz’ bir aile şovu. Genellikle çocuklar için yapılan işler yetişkinler için sıkıcı olur. Bu şovda bütün ailenin birlikte eğlenmesini hedefledik. Sihir oyunlarının gücü ve sahnenin parıltılı dünyası sayesinde bunu başardığımızı söyleyebilirim. Biliyorsunuz, benim yıllardır devam eden stand-up ve kabare tarzı sihir şovlarım da var. 

- Bir de Merlin ödülünüz var değil mi?

Evet. Ayrıca uluslararası yarışmalarda aldığım bir çok başka ödül de var. Çeyrek asırdır aralıksız sahnedeyim. Dünyada onlarca şehirde de gösteri yaptım. Sihirbazlık, hayatımın en önemli işlerinden biri.

- Peki sinema mı sihir mi?

Bugüne kadar 25 civarında film çektim. Hem Cannes’da hem Berlinale’de oyuncu olarak Kırmızı Halı’da yürümüş muhtemelen tek aktörüm. Sinemeyı şüphesiz çok seviyorum. Ama benim hayatımın şekillendiği yer tiyatrodur. Açıkçası sihir de sinema da tiyatrodan çıkma şeyler. Benim gözümde bunlar bir bütünün ayrılmaz parçaları.

- Yeni projelerinizden bahseder misiniz?

Funda Eryiğit ve Hazar Ergüçlü’yle ‘Timsah Ateşi’ oyununu iki sezondur sürdürüyorduk. Ama Funda’nın hamileliği sebebiyle neşeli bir ara verdik. Bunu fırsat bilerek yeni bir oyun çalışmaya başladım. Sezona yetiştirmeye çalışıyoruz. Bu arada dizileri ve filmleri konuştuğumuz ‘Dizinin Dibi’ adlı bir ‘podcast’ ve çocuklara tarihi sevdirmeyi hedefleyen bir televizyon programına başladım. Daha önce çektiğim birkaç film ve dizi yayına girecek. Ardından yeni bir film için sette olacağım. Öte yandan dersler, seminerler derken yine yoğun bir dönem açıkçası. Bir süredir yazarlığı ihmal etmiştim. Yeni bir roman bir de senaryo yazıyorum. Yaza kadar bitirmiş olmayı hedefliyorum onları da. 

- Yeni filmde yine kötü adam mı oynayacaksınız?

Kötü adam rolleri nedense üzerime yapıştı. Gerçi çok tatlı adamları oynadığım filmlerim de var ama ne yalan söyleyeyim kötü adamları oynamayı seviyorum. Sokakta insanların bana bu konuda şakalar yapması, ‘Abi, senden korkuyoruz’ falan demeleri benim çocukların çok hoşuna gidiyor. Eğleniyoruz.

Yazının devamı...

Gözde Sucu: En büyük hayalim şarkı söylemekti, gerçekleşti

Yumuşak ses tonuyla bağırmadan söylediği şarkılarla kısa sürede müzikseverlerin gönlüne taht kuran Gözde Sucu’nun müzik serüveni, Sezen Aksu’nun kendisine verdiği iki şarkı ile uzun bir yolculuğa dönüştü. Üçüncü şarkısı ‘Amin’ dijital müzik platformlarında yerini almışken, biz de Sucu ile müzik hayatını konuştuk.

 - Şarkı söyleme öykünüz nasıl başladı, hikayesini şarkı yapma sürecine kadar anlatır mısınız?

Çok klasik bir söylem ama ben de çocukluğumdan beri hep şarkı söyleyerek büyüdüm. Ablam konservatuar da okuyordu, ben de girmek istemiştim ancak sınavları maalesef kazanamadım.

Aradan yıllar geçmiş olmasına rağmen yüreğimin bir kenarında müzik aşkı hep vardı, hani denir ya… ‘’her şeyin bir vakti vardır’’ demek ki o zaman vakti değilmiş. Geçen yıl artık müzik yapma isteğimle birlikte şan dersi arayışına girdim. Ne mutlu ki bana Süheyla Yengi hocam ile yollarımız kesişti. Kızımla birlikte şan eğitimim almaya başladık ve bir yılsonunda Hocam’a ‘’küçük bir şarkı demo’su yapabilir miyiz? eşim ve çocuklara dinleteyim anı kalsın’’ diye bir talepte bulundum. Bir baktım bana Sezen Aksu’nun iki yeni şarkısıyla geldi. Benden Sezen hanıma söz etmiş ve kendisi de bana şarkıları göndermişti. Anladım ki benim zamanım gelmiş artık ve hemen ilk şarkımız Taze Bitti ile stüdyoya girdim.

 - Şarkınız ilk çıktığında nasıl yorumlar aldınız? Heyecanlı bir süreç olmalı, neler hissettiniz? Ne düşündünüz?

Şarkı çıkana kadar Sezen Aksu’nun bana bir şarkı vermesine inanamamıştım, hala inanamıyorum. Bahsettiğim gibi bambaşka bir amaç için yola çıkmıştım, farklı bir noktaya geldim. Taze Bitti şarkısı çok başarılı oldu. Dijital platformda iki ayda 1 milyondan fazla izleyicisi oldu, sosyal medyadan da inanılmaz güzel dönüşler almaya devam ediyorum. Elbette büyük bir sevinç oldu benim için ve hemen ikinci şarkıyı yapmaya karar verdim.

 - ‘Amin’ şu anda oldukça iyi bir dinleyici kitlesi yakaladı… Sezen Aksu eserlerinden sonra ‘Amin’e nasıl karar verdiniz? Söz beste kimlere ait, dinleyici ile ne zaman buluşacak?

İlk şarkım ‘Taze Bitti’ yeni çıktığı günlerde radyocu bir arkadaşım aracılığıyla bu şarkı bana geldi. Hemen arabada dinledim ve çok heyecanlandım. Şarkıyı o zaman listeme aldım. Söz müzik ve aranje Ozan Gülek’e ait. Klip çekimi Cenk Alptekin tarafından yapıldı. Çekimler üç farklı mekanda gerçekleşti.

 - Bundan sonraki müzik yaşamına nasıl devam etmeyi planlıyorsunuz? Bir hedefiniz var mı?

Bu yola girip ilk şarkımı yorumladığımda aldığım güzel tepkiler beni oldukça motive etti. Hobi olarak çıktığım bu yolculukta daha iyi şeyler yapmalıyım diye düşünüyorum. Söz, beste ve aranjede işinde ehli insanlarla çalışmaya başladım. Olanaklarım elverdikçe de çıtayı daha da yukarı taşıyacağım. Aldığım her şarkıyı heyecanla, tutkuyla okuyorum. İsteğim, sesimi ve yorumumu seven tüm müzik dinleyicileri ile uzun bir yolculukta birlikte olmak. Birlikte devam ettiğimiz sürece ortalama iki ay arayla müzik severleri çok güzel şarkılarla buluşturacağım.

 - Müzik alanında örnek aldığınız yerli veya yabancı isimler var mı?

Tartışmasız çocukluğumdan beri Sezen Aksu hayranıyım. Annem ve babam her zaman çok iyi müzik dinleyicisi idi. Evimizde müzikler çalınır, danslar edilirdi. Zeki Müren, Whitney Houston, Dean Martin en çok sevdiğim dinlediğim sanatçılar oldu. Son on yıldır çok beğendiğim, sürekli kendisini geliştirip yenileyen Buray’ı takdir ediyor ve takip ediyorum.

- Hayal kurar mısınız? En büyük hayaliniz ne?

Elbette hayal kurarım. İnsanları hayata bağlayan, hayattan keyif almasını sağlayan hayalleri değil midir? Bir hayalimi gerçekleştirdim şarkı söylemeye başladım, asıl büyük hayalim ise, yorumumla müzik dünyasında bir isim bırakmak, yıllar sonrada yorumlarımın aynı keyifle geniş kitleler tarafından dinlenmesi.

Yazının devamı...

İp askıyla gençlik geri geliyor

KBB Boyun Cerrahi Uzmanı Dr. Seçil Uçar doktorluk mesleğinin yanı sıra aynı zamanda Yeditepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde Resim Heykel Bölümü’nde Yüksek Lisans yapmış. Şimdilerde yüz estetiği ve yüz tasarımı üzerine cerrahi ve medikal tedaviler üzerinde çalışmalarını sürdürüyor. Kendisiyle son dönemin öne çıkan estetik uygulamalarından ip askılama yönteminin detaylarını konuştuk.

- İp askılama yöntemi tam olarak nedir?

Yaşlanma ile birlikte yerçekimi etkisi ile cilt altındaki yüzeysel yağ pedlerinde aşağı doğru sarkma olur. İp askı uygulaması ile aşağı sarkmış bu yağ pedlerini, eski yerine getiririz ve bunu kafa içindeki sağlam fasya dediğimiz dokulara askılayarak yaparız.

- Bu yöntem kimler için uygun?

18 yaş üstü herkes için uygundur. Buradaki püf nokta, kime hangi ipin, kaç tane ve hangi teknikle uygulanacağına karar vermektir. Bu uygulamayı, kanama bozukluğu olanlarda, kanser hastalarında, gebelerde, emzirenlerde, otoimmün hastalığı olan kişilerde yapmayı tercih etmiyoruz.

- İp askılama hastaya nasıl uygulanıyor?

Aslında bu yöntemde çok farklı şekilde uygulamalar yapılıyor. Bu uygulamaların büyük çoğunluğu askılama değil, iplerle sıkıştırmadır. Gerçek ip askılama yönteminde ip, saçlı derideki fasya dediğimiz kalın zarlara sabitlenmelidir. Bu sabitleme yapılmadığı takdirde, ip yerçekimi etkisiyle erkenden aşağı düşer. Birçok hastadan duyduğum ip yaptırdım ama birkaç ayda düştü denmesinin sebebi de aslında gerçek askılama işleminin yapılmamış olmasıdır.

- İp askı yüzün daha çok hangi bölgelerinde tercih ediliyor?

İp askıyı aslında çok farklı amaçlar için kullanabiliriz. 40-65 yaş grubunda daha çok anti-aging amaçlı orta yüz ve gıdı askılama uyguluyoruz. Bunu ben bir evin alt yapısını yapmaya benzetiyorum. Bu alt yapı hazırlanmadan üstüne yapılacak diğer anti-aging amaçlı işlemler kendini pek göstermeyecek, istenilen lifting etkisini sağlamayacaktır. Daha genç, 20-30’lu yaş grubunda ise kaş kaldırma, ‘fox eyes’ veya ‘jaw line’ ve çene hattını belirginleştirmek için ip askılama yapıyoruz.

- Uygulama kaç seans sürüyor?

İp askı uygulaması tek seansta bitmektedir. Hastanın tercihine ve yüz analizine göre tek seansta tüm yüz askılama yapılabileceği gibi, farklı zamanlarda farklı yüz bölgelerine de askılama yapılabilir. 


- Yüz germe işlemi esnasında ağrı hissedilir mi?

İp askı uygulamasını genelde klinik ortamında, lokal anestezi ile uyguluyoruz. Yani ipin geçeceği her noktayı uyuşturuyoruz. Böylece hastalar hiç ağrı hissetmiyorlar. Eğer ip askı ile birlikte başka bir cerrahi işlem de uygulayacaksak, örneğin göz kapağı, liposuction veya burun estetiği gibi, o zaman ameliyathane şartlarını tercih ediyoruz.


- İple askının kalıcılığı ne kadardır? 

İp askının kalıcılığı tercih edilecek ipe, ipin sayısına ve uygulama tekniğine bağlıdır. Ben uzun süredir ip askılama ile uğraştığım için kendime özgü kalıcılığı arttıran teknikler uyguluyorum. Sıkıştırma yöntemi ile kısa sürede eriyen iplerle ve az sayıda ip yapılarak uygulanırsa, bir ay bile dayanmazken, kalıcı iplerle, saçlı deriye askılama şeklinde ve yeterli sayıda yapılacak olan uygulama yıllarca kalacaktır.


- İplerde kullanılan silikon zararlı mıdır? 

Silikon ipler, yıllardır meme implantlarında , çene implantlarında kullanılan materyalden oluşmaktadır. İçi polyesterdir. Türkiye’de ve dünyada yıllardır uygulanmaktadır ve literatürde zararlı olduğuna dair bir bilgi bulunmamaktadır.

- İşlem sonrası nelere dikkat etmek gerekir?

Uygulama sonrası yüzü bantlıyoruz ve birkaç gün sonra bantları çıkarıyoruz. Birkaç gün bu bölgeye ve saçlı deride ipin çıkış noktalarına su değdirmiyoruz. İpin giriş kısımlarını batikon ile günlük temizlik yapıyoruz. İlk birkaç gün saçlı deride ve çiğneme esnasında hafif ağrı olabiliyor, ağrı kesiciler ile giderilebiliyor. Antibiyotik tedavisi veriyoruz. İpler tam olarak yüze uyum sağlayana kadar hastamıza ağzını çok açmamasını ve çok sert şeyler yememesini tavsiye ediyoruz.

Yazının devamı...

Kenan Doğulu’nun müzik dünyasına hediyesi: Bade

Kenan Doğulu prodüktörlüğündeki ilk albümünün çıkış şarkısı ‘Fragile’ ile dünya listelerine giren genç ve başarılı sanatçı Bade, son teklisi ‘Kendi Kendi Kendime’yi geçtiğimiz günlerde dinleyiciyle buluşturdu. Bade ile müzik hayatının en ince detaylarını konuştuk.

O Ses Çocuklardan Berklee College Of Music’e uzanan bir müzik yolculuğunuz var. Bize biraz bu yolculuktan bahseder misiniz?

Aslında müzik 4-5 yaşlarımdan beri hayatımın merkezindeydi. O Ses Çocuklar’dan sonra sürekli sahnede olmak istediğimi fark ettim. Ortaokul, lise yıllarında hemen hemen her gün okuldan erken çıkıp eve gidip müzik yapıyordum. Dolayısıyla derslerim de pek iyi değildi. Üniversite dönemi yaklaşınca ne okuyacağıma karar vermem gerekti ve ailem müzik okumam konusunda bana destek oldu. Bu yüzden çok şanslı hissediyorum kendimi. Berklee’ye gitmek benim için uzak bir hayaldi çünkü epey iyi bir miktar burs alırsam altından kalkabiliyorduk sadece. Beklediğimden az burs alınca ailemle bir anlaşma yaptık. Okulu 3 seneye indirerek ve yarı zamanlı çalışarak uzak olan hayalimi bir şekilde gerçekleştirdik. Okulda hafta içi İngilizce özel ders veriyordum, bir yandan hafta sonları New York’ta ‘Meyhane’ adlı bir mekanda şarkı söylüyordum. Hem okulda hem de çalıştığım işlerde kendimi ciddi bir kültür karmaşası içinde bulunca, bu durum beni yazmaya itti.

Henüz 22 yaşındasınız ve çok güzel ilerleyen bir kariyeriniz var. Müzik sektöründe başarı merdivenlerini hızla tırmanan genç bir sanatçı olmak nasıl hissettiriyor?

Çok teşekkür ederim! Ne yalan söyleyeyim 22 yaşında Türkiye’de üreten bir birey olarak benim de yaşıtlarım gibi kafamın, duygu dünyamın karıştığı ve gelecek kaygısı duyduğum zamanlarım oluyor. Başarının öznel olduğuna inanıyorum. Benim için başarı, kalbimi açmaktan korkmadığımda ve kendime dürüst olduğumda ürettiklerimin bir getirisi. Anlatmak istediğim çok şey var, dokunmak istediğim çok fazla insan var. Bu durum da tabii beni geleceğe dair inanılmaz heyecanlandırıyor.

Kenan Doğulu ile yollarınız nasıl kesişti?

Yaklaşık 7 sene önce O Ses Çocuklar’a ilk katıldığımda takımımızın vokal koçu olarak hayatıma giren ve sonra da hep iyi ki yollarımız kesişmiş dediğim canım Duygu Soylu’nun Ankara konserinde tanışmıştık. O gece yapılmış son dakika planıyla konsere gitmiştim ve bir şarkı söylemiştim. Kenan Doğulu da tesadüfen ordaymış ve beni izlemiş. ‘Sliding Doors’ filmi gibi aslında hikayenin tamamı… Tanıştığımız günden beri hep bana destek oldu. Pandeminin başlarında ben okuldan arkadaşlarımla zoom üstünden bir albüm yapıyordum. O sıralarda bir kaç şarkıyı da Kenan Doğulu ile paylaştım. Birlikte de bir şeyler yapsak mı acaba derken o albüm rafa kalktı ve biz yepyeni şarkılar yazmaya başladık.

Kendinize has bir müzik tarzınız var. Şarkılarınızda hem Türkçe hem de İngilizceyi bir arada kullanıyorsunuz. Bu fikir nereden geldi?

Dünya genelinde müzik son zamanlarda daha evrensel bir hal aldı. Beste yapmaya başladığımda uzun süre ya İngilizce ya da Türkçe yazdım. Hissettiğim duygu, nerede olduğum, kimi düşünerek söz yazdığıma göre kullandığım dil de kendini seçiyor aslında. Okulda bestecilik ve söz yazarlığı dersleri alırken ister istemez daha çok İngilizce yazmaya alıştım. Büyüdükçe ve daha çok şarkı yazmaya başladıkça belli başlı duyguları Türkçe ifade etme isteği ve ihtiyacı doğdu. Bu dualite içinde kaybolduğum ve kendimi daha keskin bir kalıba koyma ihtiyacı duyduğum zamanlar oluyor ve kimi zaman ürettiklerim birbirini tutmuyor. Bu durumu bir strateji veya kendimi etiketleme ihtiyacı haline getirmektense olabildiğince özgür bir şekilde  yazdığım şarkının enerjisini ve ruhunu hissetmeye bakıyorum.

Şarkılarınızı yazarken nelerden ilham alırsınız?

Yaşadıklarım, gözlemlediklerim ve bunların bende oluşturduğu hisler. Söz yazarak başladığım şarkılar genelde bir birikmişlik veya düşüncelerimi aktarma ihtiyacından doğuyor. Beat yaparak veya akorlar üzerinde oluşturduğum şarkılar ise o günkü, hatta o anki enerjimden ve ruh halimden çok etkileniyor.

Şu kişiyle birlikte çalışmayı çok isterim dediğiniz, bir gün mutlaka birlikte düet yapmak istediğiniz bir sanatçı var mı?

Rosalia’yla çalışmak çok isterim. Düet yapmaktan çok şarkı yazma ve production sürecininin bir parçası olmak inanılmaz olurdu. Belki de manifest’lemiş oldum böylece, göreceğiz…

Son olarak yeni şarkınız ‘Farkındayım’ ve EP’niz hakkında neler söylemek istersiniz?

Yaklaşık 2 senedir üstünde çalıştığım 6 şarkılık EP’m ‘Bade’yi 16 Aralık'ta yayınladık sonunda! İnanılmaz heyecanlıyım. Şarkılar baştan sona yaşadığım bir içsel yolculuğun müziğe bürünmüş hali diyebilirim. 6 şarkının üçünü geçtiğimiz sene içerisinde tekli olarak paylaşmıştım, cuma günü de 3 yeni şarkıyla EP’nin tamamlanmış hali geldi. "Farkındayım" için Harun Güler’in yönetmenliğini yaptığı ve inanılmaz keyif alarak çektiğimiz bir klip de var.

Yazının devamı...

Kutaplarının Geliri Ruhu Yaralı Çocuklara…

Yazar/senarist Güneş Altunkaş, yayınladığı tüm kitapların gelirlerini ruhu yaralı çocukların eğitimi için kullanıyor. Şu anda yardımcı olduğu 9 çocuğu var… Güneş Altunkaş ile son kitabı ‘O Sokağa Asla Girme’ ve yeni projeleri üzerine konuştuk.

- Yıllardır değişmeyen iddialı, bir o kadar farklı bir yazı diliniz ve tarzınız var. Sosyal medya hesaplarında da sıklıkla görüyorum ki, okurlarınız hikayelerinizi fazlasıyla içselleştiriyor hatta kendilerini kaptırıp sizin kurduğunuz dünyalarda gezinmeyi de çok seviyorlar. Çok yakın zamanda çıkan yeni romanınız ‘O Sokağa Asla Girme’ ile yine uzun yıllar çok konuşulacak bir hikaye yazdığınızı biliyorum. Peki, neden O Sokağa Asla Girmeyelim?

Kalemimin tarzı farklı ama bazı vazgeçilmez önceliklerim var. Her yeni romanımda adaletli bir dünya kurmaya çalışıyorum. Hikayemin türü ve konusu ne olursa olsun kötülere en ağır cezaların verildiği, hata yapanlara ikinci şansın sunulduğu ve her daim iyilerin kazandığı bir dünya benim vazgeçilmezim. Sanırım okurlarım da benim gibi düşünüyorlar ki hikayelerimle aralarında büyük bir bağ kuruyorlar. Sonuçta insan, psikolojisi gereği garip bir varlık. Zaman ve durum fark etmeksizin yasak olan hep merak edilip, cazip gelmiştir. Kitabımın adına da bu denli düşünerek karar verdim diyebilirim.

- Her yazar, roman yazabilir mi? Ve siz roman yazmaya nasıl karar verdiniz?

Aslında bu soruyu söyleşilerimde, atölye çalışmalarımda ve sosyal medya mecralarımda çok sık duyuyorum. Yazmak başka bir eylem, roman yazmak bambaşka bir eylem. Sonsuz bir inanç ve cesaretle son sayfaya kadar bitmek bilmeyen bir doğum sancısı çekmek pek kolay olmasa gerek. Ve bu süreçte önyargılarına yenik düşen insanlarla, geri dönüşü olmayan pişmanlıklarla, korkularına yenik düşüp canileşen ruhlarla, geçmişinin faturasını masumlara kesmeye çalışanların hazin sonunlarıyla ve çok daha fazlasıyla zihninizde karşılaşıyor ve sayısı belli olmayan kelimeleri bulup yanyana getirip yeni bir dünya kuruyor olmak gerçek bir disiplin ve bu yola adanmış bir hayat gerektiriyor. Çocuk yaşlardan beri yazmak hayatımın en öncü eylemiydi. Şanslıyım ki eğitim hayatımda bu yönde devam etti ve üniversitede Sinema&TV okudum. Bu işin temeli olan dramanın yapısının ve ilkelerinin en temelini bilmek, yaratma ve yönetme bilgisine sahip olmak için de dramaturji eğitimleri aldım. Hiçbir zaman ilhamın bana gelmesini beklemedim ve yıllar önce öz disiplinim ile çıktığım bu yolda hala film sektöründe çalışıyor ve roman yazmaya devam ediyorum.

- ‘Kapının Ardındaki Ben’ romanınız fantastik-dram, ‘Hokus Pokus’ ise polisiye-dram türünde. Oysa ki hayatını stabil bir denge üzerine kurmuş sakin bir ruhsunuz. Ancak böyle inişli çıkışlı bir o kadar da zorlu hikayeler yazarken ne hissediyorsunuz?

Yazarken, kendimi nereye gittiğini bilmediğim hareket halindeki bir otobüste cam kenarında oturan bir yolcu gibi hissediyorum. Sonuçta hangi türde yazarsam yazayım ben hikayelerimde dert anlatıyorum. Gerçek hayatta da, senaryolarda da, romanlarda da her daim olan mutluluğu sevimsiz ve samimiyetsiz buluyorum. Toplum refleksini her daim canlı tutabilmek adına zor olanı hatta hayal edilenden daha da zor olanı yazmaya devam edeceğim.

- Merak edenler için ‘O Sokağa Asla Girme’nin çıkış noktasından ve konusundan bahseder misiniz?

Ben yazdığım her hikayede insana ait olumsuz bir duyguyu kendime başlık alıp arkama bile bakmadan öylece yola çıkarım. Bu romanımdaki olumsuz duygu ise önyargı. Ne yazık ki, insanı her defasında en çok tuzağına düşüren belki de tek duygu bu. Bu romanımda önyargılarına yenik düşen insanlar var, geri dönüşü olmayan pişmanlıklar var, korkularına yenik düşüp canileşen ruhlar var, geçmişinin faturasını masumlara kesmeye çalışanların hazin sonu var ama finalinde hayal edilenden bile ötesi var. O Sokağa Asla Girme’nin hikayesi hala sevilerek okunan romanım Kapının Ardındaki Ben' in Dost Apartmanı'nda geçiyor. Kapının Ardındaki Ben’in sevilen karakterleri Zeynep, Ali ve Leyla' nın yolları Hokus Pokus' un insanları Ercüment, Canan ve Ufuk ile aynı apartmanda kesişiyor. Bir gece yarısı Galata' nın terk edilmiş bir sokağında bir cinayet işleniyor ve bu cinayetin katil zanlısı aranırken bir insanın kaç geçmişi olabileceği sorusunun cevabı ortaya çıkıyor. Şunu söyleyebilirim ki, kitabın son sayfasına gelene kadar sizler de zanlının kim olduğunu bulamayacaksınız.

- Sinema- TV mezunusunuz ve uzun yıllardır da film sektöründe yönetici kadrolarında görev yapmış ve bu sektörün tecrübelilerindensiniz. Görsele dönüştürmek üzere yazdığın hikayeleri öncelikli olarak roman haline getirip seyirciden önce okurla buluşturmayı tercih ediyorsunuz. Böyle bir yol seçmenin sizin için bir amacı ya da özel bir nedeni var mı?

Var tabii, olmaz olur mu hiç... Ben hikayelerimi çocuklarım gibi görüyorum, sonuç olarak onları ben dünyaya getiriyorum ve onları da korumak ilk önceliğim oluyor. Öncelikle bir edebiyat tutkunu olarak görsel için ürettiklerimin roman haline getirmeyi güvenli buluyorum, en azından esinlenme adı altında çalınma riskini azaltmış oluyorum. Evet, yolu uzatıyorum ancak bildiğim yoldan gitmek bana kendimi hem güven de hem de iyi hissettiriyor.

- Bu arada tüm kitap gelirlerinizi ihtiyaç sahibi çocukların eğitimine katkı olarak sunuyorsunuz. Bu kararı almanızdaki en önemli nedeni merak ediyorum?

Sadece çok fazla endişenin, kaosun, korkunun olduğu bir dünyada insan olmaya çalışıyorum diyebilirim. Kabul edelim ki, her insanın içinde iyi ve kötü tarafları var. Ben sadece iyi tarafımı kullanmayı seçiyorum. Ben ve kardeşim babamızı erken yaşta kaybettik ama bizler imkanları olan şanslı çocuklardık. Bizde baba geleneğidir ihtiyacı olana incitmeden yardımcı olmak, bunu da adeta iğne oyası yapar gibi özenle yaparız. Malum, film sektöründe olduğum için hayatımı romanlarımdan kazandığım parayla idame ettirmiyorum. Her kitap 3 çocuk diye çıktığım bu yolda Kapının Ardındaki Ben ve Hokus Pokus ile bugüne kadar 6 çocuğun eğitimine katkı sağladım. Hatta satışları devam ettiği için çocukların hayatlarına dokunmaya hala devam ediyorum. O Sokağa Asla Girme ile de artık 9 çocuğumum var. Bu çocuklar sadece ekonomik zorluk çeken çocuklar değil maalesef ki, şeytani ruhlar tarafından canları yanmış çocuklar. İçlerinde annesi kadın cinayetine kurban gitmiş olan da var, ensest ve pedofili mağduru olan da var. Bu evlatların karartılmış dünyalarını tamamıyla aydınlatamayacağımı çok iyi biliyorum. Ancak belki renklere giden bir yol bulmalarında minik bir yardımım olur diye onlara sadece ablalık yapmaya çalışıyorum.

- Kitaplarınızın film ya da dizi olmaları yönünde teklifler aldığınızı biliyorum. Peki, yakın zamanda görsel bir proje var mı?

Teklifler geliyor hatta tüm romanlarım için gelmeye de devam ediyor. Ben karşı tarafın hikayelerimi ne kadar sahiplendiğine bakıyorum. Boşuna hikayelerime çocuklarım demiyorum, öyle kolay da kimseye emanet edemiyorum. Ancak yakın zamanda güzel haberler vereceğim.

- Peki yeni roman hazırlığı var mı?

Hatta bitti ve yayıncıma teslim ettim desem bana ne dersiniz... Yazmak, benim için yemek yemek, su içmek gibi bir rutin. Yazmayınca kendimi biraz huzursuz hissediyorum. Bu sefer de okurlarıma bir sürpriz yapmak istedim. Çünkü onlar kitap okuyacaklarını zannederken aslında kitabın kahramanlarıyla sohbet edip, dertleşecekler. O zaman yakın zamanda görüşmek üzere diyelim mi?

 

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.