SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Ozon tedavisi hakkında her şey

Rejeneratif, yani yenileyici tıp, tıbbın yeni, müthiş gelişmelerin olduğu heyecan verici bir alanı. Bu gelişmelerle birlikte, bugüne kadar tedavi edilemeyen kronik hastalıklar için bir ümit ışığı doğurmuştur. Temel mantığı, hastalıklı dokuların yerine geçecek ve bu dokuları onaracak yeni, canlı dokuların geliştirilmesidir. Ozon tedavisi, PRP ve kök hücre tedavisi de rejeneratif tıp yöntemlerinden... Prof. Dr. Sinan Ekici ile ozon tedavisinin üroloji alanındaki kullanımından konuştuk.

Öncelikle son yıllarda tıbbın pek çok alanında karımıza çıkmaya başlayan ozon nedir?

Ozon (O3) üç oksijen atomundan oluşan doğal bir gaz. Doğada, güneşin yaydığı yüksek enerjinin etkisiyle oksijen molekülü parçalanır ve 3 oksijen atomu bir araya gelerek ozon molekülünü oluşturur. Ozonun yoğun olduğu ozon tabakası güneşin zararlı ultraviyole ışınlarının yeryüzünü etkilemesini önler. Vücudumuzda ise ozon kanımızda bulunan bağışıklık sistemi hücrelerimiz tarafından üretilerek kullanılır. Ozon, çok fazla enerjiye ve stabil olmayan bir yapıya sahip olduğundan başka moleküllerle reaksiyona girer ve biyolojik etkinlik gösterir. Bu nedenle bilinen en güçlü oksidan moleküldür.

İlk defa 1. Dünya Savaşı sırasında savaş yaralarının iyileştirilmesinde ozondan yararlanılmış. Ozonun tıp alanında kullanılmasının 1935’te başladığı kabul ediliyor. 1958’de ozon/oksijen karışımının doz ayarlamasını yapabilen ilk tıbbi ozon jeneratörü geliştirilmiş. Bu aşamadan itibaren ozonun tıp alanında kullanımı hızla gelişti. 1990’lı yıllardan itibaren de ozonun farmakolojisi aydınlatıldıkça bağışıklık sistemini güçlendirici, farklı antibiyotiklerle sinerjik etkisi ortaya konuldu.

Ozonun etkisi nasıl ortaya çıkıyor?

Ozon vücuda veya kana verilince hemen vücut sıvılarının içinde oksijenden 10 kat daha fazla çözünür ve güçlü oksidan etkisiyle iyonlar ve biyomoleküllerle (antioksidanlar, proteinler, karbohidratlar ve doymamış yağ asitleri) reaksiyona girer. Ozon bu reaksiyonlar sonucu oluşan hidrojen peroksit ve lipid oksidasyon ürünü olan lipid peroksitlerle etkisini gösterir. Hidrojen peroksit kan hücrelerinin içine girerek erken biyokimyasal etkileri ortaya çıkarırken, lipid peroksitler diğer vücut hücrelerinde etki göstererek uzun süren geç biyokimyasal etkileri ortaya çıkarır.

Ozonun tedavi amaçlı kullanımı ve etki mekanizmaları nelerdir?

Ozon tedavisi konvansiyonel tıbbi uygulamaların tamamlayıcısı olarak kullanılmalı. Diğer tüm tıbbi tedavi yollarında olduğu gibi ozon tedavisinin başarısı da hastanın sağlık durumuna ve hastaya bağlı faktörlere ek olarak ozon tedavisinin sıklığına, uygulanan doz ve konsantrasyona bağlı.

Etki mekanizmalarını kısaca şu şekilde özetleyeyim:

-Bağışıklık sistemini aktive eder ve düzenler. Ozon immün modülatör etkisiyle immün sistemin aşırı çalışması sonucu gelişen otoimmün hastalıklarda immün sistemi normale getirir.

-Mitokondrileri de etkileyerek anti-oksidan mekanizmalarda rol alan moleküllerin ve enzimlerin üretimini ve aktif hale gelmesini sağlar.

-Ürik asit seviyesini azaltır, ürik asit metabolizmasını düzenler.

-Eritrosit metabolizmasını aktive eder, oksijen taşıma ve dokuya oksijen verme kapasitelerini arttırır. Kronik hastalıkların temelinde dokulara yetersiz oksijen gitmesi söz konusudur.

-Kanın akışkanlığını artırır, küçük damarlardaki aterosklerotik plakların çözülmesini sağlar, tansiyonu düzenler.

-Anti-enflamatuvar etkisi vardır, enflamasyonun ön planda olduğu kronik sistit, interstisyel sistit, kronik prostatit, üretrit, epididimit, orşit tedavisinde etkilidir.

-Dezenfeksiyon etkisi ile anti-bakteriyal, anti-fungal, anti-paraziter ve anti-viral etkisi vardır.

-Yara iyileştirici etkisi vardır.

-Yüksek doz ozon trombositlerin parçalanarak içlerindeki büyüme faktörlerinin açığa çıkmasını sağlar. Bu özelliği ozonlu PRP tedavisinde kullanmaktayız.

-Ağrı kesici özelliği vardır. Sinir hücrelerinin beslenmesini ve metabolizmasını düzelterek vücuttaki doğal ağrı kesicilerin salgılanmasını arttırır.

-Kemoterapi ve radyoterapinin kanser dokusu üzerindeki etkinliğini arttırırken, yan etkilerini de azaltır.

-Vücut için enerji molekülü olan ATP üretimini arttırarak vücudun dinç ve enerjik olmasını sağlar. Uykuya dalmak kolaylaşır ve uykudan dinlenmiş bir şekilde kalkılır. Cildi canlandırır, parlaklaştırır.

-Tüm bunları yaparken sonuçta hücre içi metabolizmayı düzenleyerek yaşlanma sürecini yavaşlatır. Yani anti-aging (yaşlanma karşıtı) etkileri vardır.

Ozon uygulama yöntemleri:

Tıbbi amaçlı ozon uygulamasında dozlar, uygulama sıklığı ve uygulama yöntemleri hastalığa ve hastaya ait faktörlere bağlı olarak değişir. Üroloji alanında ozon uygulama yöntemleri

1- Majör otohemoterapide hastadan alınan 100 ml kan, ozonla aktifleştirilerek vücuda geri verilir. Bu şekilde ozon etkisi tüm vücutta ortaya çıkarılır. Bağışıklık sistemini hastalıklara karşı aktif hale getirir. Korona virüs pandemisinde bu nedenle tedaviye destek olarak ozon kullanıldı.

2- Açık yaralara özel tasarlanmış kapalı sistemler ile ülser, bası yaraları, yara, açık yara, ameliyat sonrası yaralar, herpes ve enfekte bölgelerde uygulanır.

3- Rektal yolla ozon uygulaması ile ozon barsak epitelinden hızla emilerek kana geçer.

4- Vajen içerisine verilerek mantar hastalığının tedavisinde kullanılır.

5- İdrar yollarına ozon uygulaması ile mesane, idrar kanalı ve prostat hastalıklarında kullanılır.

6- Ozonlu PRP olarak kullanılır. PRP ile elde edilen trombositten zengin sıvının ozonlanmasıyla yüksek etkinlikte PRP elde edilir. Hastalıklı bölgeye enjeksiyonuyla hücresel yenilenme ve doku hasarının tamiri yapılır.

Ozon tedavisinin uygulandığı ürolojik hastalıklar nelerdir?

Ozon tedavisi pek çok ürolojik hastalıkta tedavi edici veya destekleyici tedavi olarak uygulama alanı bulmaktadır:

-Kronik prostatitler

-Sık tekrarlayan akut prostatitler

-Sık tekrarlayan dirençli akut ve kronik sistitler

-İnterstisyel sistit (ağrılı mesane sendromu)

-Radyasyona ve kimyasallara bağlı sistitler

-Üretritler (bel soğukluğu)

-Akut ve kronik orşit (testis iltihabı) ve epididimit (epididim iltihabı)

-Sıkışma ve sıkışma tarzı idrar kaçırma (aşırı aktif mesane)

-Kronik pyelonefrit (böbrek iltihabı)

-Kanser hastalarında radyoterapi ve kemoterapi sırasında destekleyici tedavi

Ayrıca,

-Arteriyal dolaşım bozuklukları, geriyatrik (yaşlılığa bağlı) sorunlar, kronik yorgunluk sendromu,

-Herpes gibi virüslerden kaynaklı hastalıklar

-Enfekte olmuş yaralar ve enflamasyonlu hastalıklar (ülserler ve deri lezyonları, bakteriyal enfeksiyonlar, mantar enfeksiyonları)

-Diyabet mellitus (şeker hastalığı) ve komplikasyonları, metabolik sendrom tedavisinde de ek tedavi olarak kullanılır.

Ozon tedavisinin yan etkileri nelerdir?

Ozon tedavisi eğitimli ve uzman doktorlarca uygulandığında bilinen en güvenli ve yan etkisi olmayan bir tedavidir.

Ozon tedavisinin kullanılmaması gereken durumlar var mıdır?

-Gebeliğin ilk 3 ayında,

-Favizim (bakla allerjisi) olan hastalarda,

-Aşırı alkol kullananlarda,

-Hipertiroidizm (aşırı çalışan tiroid bezi) varlığında,

-Anemi ve kanama-pıhtılaşma bozukluğu olanlarda,

-Yakın zamanda serebrovasküler olay veya myokard enfaktüsü geçirmiş olanlarda,

-Bilinci kapalı yoğun bakım hastalarında,

-İmmünsüpresif ilaç alanlarda veya kronik enfeksiyon nedeniyle immün sistemi ciddi derecede baskılanmış hastalarda,

-İleri evre kanser hastalarında,

-Ozon tedavisini tolere edemeyen veya ozona alerjisi olanlarda kullanılmamalı.

Yazının devamı...

İlaç pasaportunuz var mı?

Kişiselleştirilmiş ve Önleyici Tıp Doktoru Sibel Özgül, dünyada giderek yaygınlaşan bu alanın Türkiye’deki öncü doktorlarından. Her bireyin, ‘ilaç pasaportu’ olmasının önemine değiniyor… “Kullandığımız ilaçların farmakogenetik testi ile bizim genetiğimize uygun olup olmayacağını belirleyebiliyoruz. Farmakogenetik inceleme, ilaç etkinliğinin genetik yapıya dolayısıyla kişilere göre değişimini gösteren bir test. Her ilaç, her bireye uygun değil. Dolayısıyla kulaktan dolma ya da popüler bilgilerle karar vermek son derece yanlış. Sağlığınızı etkileyecek her karar için doktorunuza danışmalısınız” diyor.

- Son yıllarda özellikle probiyotik kullanımının artığını görüyoruz, bu konuda sizin görüşleriniz nelerdir?

Probiyotikler doğru kullanıldığında, başta sindirim sistemi için olmak üzere birçok faydalara sahip olan canlı bakteriler ve mayalar. Bununla beraber, probiyotik kullanımı kişiye özel belirlenmeli. Kişi probiyotik kullanmadan önce bağırsak mikroflora testini yaptırmalı, bu sayede de alması gereken mikroorganizmalar belirlenmeli. Bağırsağımızdaki bu iyi mikropların bile oranları var. Fazlasını da, eksiğini de sevmiyoruz. Pek çok kişi, uzman hekimlere danışmadan ürün kullanıyor ve bu durum fayda yerine zarar da verebiliyor.

Ayrıca, probiyotikler canlıdır ve soğuk zincire tabidir. Ben açıkçası soğuk zincir olmayan probiyotikler ile ilgili tereddüt yaşıyorum. Fakat elbette daha önemlisi, kişiye uygun olan bir içeriğin alınıp alınmadığından emin olunması. Probiyotik kullanımı artık salt sindirim sistemi şikayetleri ile sınırlı değil. Dünyada farklı hastalıklara yönelik probiyotik uygulamaları başladı. Örneğin, MS hastalığına yönelik probiyotik üretiliyor ve hastalara öneriliyor. Bu sebeplerle probiyotik kişinin kendi kendisine eczaneye gidip alabileceği bir şey değil. Bu konu tamamen kişisel tıp ile ilgili ve hekim görüşü ve laboratuvar sonuçları ile belirlenmeli.

- Bağırsak florasını neler bozar?

Bağırsak florasını bozan çeşitli sebepler var. Bunlar arasında; glisemik indeksi yüksek gıdaların fazla tüketimi, fazla alkol kullanımı, kronik ilaç kullanımı ve özellikle sık antibiyotik kullanımı bağırsak florasını bozan unsurlar olarak sayılabilir.. Günümüzde özellikle sezaryanle doğmuş çocuklar ve yine çok fazla antibiyotik kullanan çocuklarda bağırsak flora bozukluğu ile daha sık karşılaşıyoruz. Gereksiz antibiyotik kullanımının burada özellikle altını çizmek isterim. Aslında genel anlamda, hekim gerekli görmedikçe antibiyotik kullanılmamalı. Her öksürük, ateş varlığında ya da diğer virüs kaynaklı tablolarda maalesef halen kullanılabiliyor. Bu konuya özen gösterilmeli ve hekim tavsiyesi esas alınmalı.

- Bu durumda doğru beslenmenin de önemi ortaya çıkıyor. Nasıl beslenelim?

Yanlış beslenme disiplinleri, rafine karbonhidrat beslenmeler, glisemik endeksi yüksek gıdalar bağırsak mikroflorasını bozuyor. Artık virüslerle yaşadığımız bir çağ başladı. İleride belki de savaşlar bile biyolojik olacak. Bu çağda artık bağışıklığımızı güçlü tutmak, kişinin kendi sorumluluğunda ve bu çok önemsenmesi gereken bir konu durumuna dönüşmüş durumda. Unutmamalıyız ki, bağırsaklarımızın sağlığı vücudumuzdaki diğer birçok organı etkileyebiliyor. Örneğin, bağırsağımızın geçirgenliğini bozduğumuzda diğer yandan beynimizin geçirgenliğini de eş zamanlı bozuyor ve nörolojik hastalıkların önünü açabiliyoruz. Yine birçok cilt hastalıkları bu yüzden görülüyor.

Ancak belki bunun kadar önemli bir diğer konu, bağırsak mikroflora testi yapılmadan yanlış destek ilaçlarına gidilmesi. Kişiselleştirilmiş ve önleyici tıp kapsamında belli analizler yapılarak tedavi planlanmalı.

- Glüten içermeyen ürünler hakkında ne düşünüyorsunuz?

Glisemik indeksi yüksek gıdalardan bahsettiğimizde de maalesef yanlış bir farkındalık oluşuyor. Glütenin, glikozun ve laktozun yalancı antijen olduğunu ve enflamasyon yarattığını biliyoruz. Belki de ve bununla ilgili önlem almaya çalışıyoruz. Fakat glüten içermeyen paket gıdalara yönelerek de hata yapabiliyoruz. Bu gıdalar glisemik endeksi yüksek ürünler olabiliyor. İçlerinde mısır, patates, pirinç , badem unu gibi buğday dışı ürünler kullanılıyor ve aynı zamanda da kimyasal işlemlere tabi tutuluyorlar. İşlenmiş katkılı ürünler de glikoz kadar, laktoz kadar ve glüten kadar zararlı. Eğer glütensiz bir yemek yapmak isterseniz, nohut unundan ya da ya da karabuğday unundan evde kendiniz katkısız yiyecekler yapabilirsiniz. Ancak tüm bu ürünleri kullanırken kalori değerlerini iyi bilmeniz gerekir. Kalori ile glüteni karıştırmayalım. Gerçekten de glütensiz beslenip beslenmeme kararını verirken ve sağlıklı bir yol haritası çıkarırken uzman görüşlerinden faydalanmakta yarar var.

- Detoks hakkında bugüne dek pek çok olumlu/olumsuz görüş var. Siz bu konuda neler söylersiniz?

Detoks, toksinlerin, ağır metallerin ve diğer istenmeyen maddelerin vücuttan atılması işlemi. Özünde, insan vücudu karaciğer, böbrekler ve bağırsak gibi organlarıyla detoks yapabilir ve üstelik gün boyu bunu yapar. Ancak kentsel yaşam bizi, hava, su ve işlenmiş gıdalardaki aşırı miktarda kirleticiye maruz bırakır. Şeker, un, hayvansal ürünler ve alkol gibi gıdaları fazla tükettiğimizde, detoks sistemlerimizi aşan koruyucular, hormonlar ve toksinler gibi maddeleri de almış oluruz.

Modern yaşamda artan kirlilik, sağlıksız beslenme alışkanlıkları ve sedanter yaşam tarzlarıyla vücudumuza aldığımız bu yükü, yediklerimize, içtiklerimize ve mümkün olduğunca soluduğumuz havaya dikkat ederek azaltmaya çalışmalı ve ayrıca detoks süreci konusunda vücudumuza her zamankinden daha fazla yardım etmeliyiz. Aksi halde, baş ağrısı, enerji yoksunluğu, depresif hissetme, cilt sorunları, sindirim problemleri, uyku bozuklukları gibi durumlarla sıkça karşılaşmak mümkün.

- Herkes istediği zaman kafasına göre detoks yapabilir mi?

Detoks sisteminin işlemesi için tüm kriterlerin yerinde olması gerekir. Bu noktada bağısak florası çokça önem kazanmakta. Sistemi dişli çarklar gibi düşünürsek, bağırsak floramız önemli bir çark olarak karşımıza çıkar. Bozuksa, birçok sorunu beraberinde getirir. Burada yine sezaryen çocuklarına değinmek isterim: Bu çocuklar annenin doğum kanalından geçmediği ve annenin doğum kanalını yutup çıkmadığı için bağırsak mikroflorası oluşumunda zorlanır. Çünkü doğum kanalındaki mikroflora ile bağırsak mikroflorası oluşur. Anne sütü bunu yerine koyuyor dense de bu yüzde 20 oranında başarı sağlar. Sezaryen çocukları normal doğumla dünyaya gelen çocuklarla karşılaştırıldığında, bu sebeple genellikle daha kırılgan hayata karşı daha dayanıksız bir duygu durum içerisinde olurlar. Unutmayalım ki, bağırsak bizim duygusal beynimizdir, duygu durumumuzu etkiler. Ayrıca alerjilerimiz, cildimizin güzelliği, duygusal dünyamızda yaşanan durum bozuklukları da bağırsak mikroflorasının düzgün olmasıyla doğrudan ilişkili.

Tüm bu sebeplerden dolayı, bağırsak mikroflora testi yaptırmak önemli. Alacağınız probiyotikler, yapacağınız detoks ya da kullanacağınız vitaminler bu test sonrasında belirlenir. Gelişigüzel vitamin kullanımı, internetten bulunan detoks programları ya da alacağınız probiyotik sağlığınızı olumsuz yönde etkileyebilir.

Yazının devamı...

Müge Ulusoy'dan müstakbel oyuncuya öneriler

Oyuncu Müge Ulusoy, bugüne dek pek çok dizide rol aldı. Bunlar arasında yer alan ‘Kurtlar Vadisi’nde hem ‘Meral’ hem de ‘Asiye’ olmak üzere iki şahane karaktere hayat verdi. Daha sonra pek çok sinema filminde rol aldı. Bunlar arasında Zeki Demirkubuz'un yönettiği ‘Kader’ filmi de vardı. 18. Ankara Uluslararası Film Festivali'nde bu filmdeki rolüyle ‘En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu’ ödülünü aldı.Müge Ulusoy, şimdilerde oyuncu marka medya danışmanlığı yapıyor. Ulusoy’la, oyuncular marka medya danışmanı seçerken nelere dikkat etmeli, Türkiye’de marka medya danışmanlığı sektörü, oyuncuların doğru projeyi seçerken dikkat etmeleri gereken püf noktaları gibi önemli konularda görüşlerini aldım.

- Oyunculuğu bıraktıktan sonra kendi şirketinizi kurdunuz, neler yapıyorsunuz?

Bir ürünü, bir insanı ya da bir projeyi kısacası markayı yönetebilmek... O markaların başarılarına ve süregiden iş hayatlarına ortak olmak... Yaptığım işin ana başlıklarını kısaca böyle sıralayabilirim. Sıra dışı özelliklere veya yeteneğe sahip olan ve çok çalışanlar artık belli bir düzeye gelmiş önemli bir kitlesi olmuş ise iyi bir strateji yöneticisine, marka danışmanına ihtiyaç duyar. Türkiye’nin o günkü konjonktürüne bağlı olarak atılması gereken doğru adımlar veya beklenilmesi gereken zamanları iyi tahlil etmek gerekir. Sektörel birikimimin olması ve beni doğru yönlendiren iç sesimi dinlemeyi biliyor olmam da işimde beni farklı kılan özelliklerim. Alanında eğitimli, tecrübeli ve uyum içinde çalışan ekibimizle birlikte bir yandan çalışmalarımızı sürdürüyor, diğer taraftan yeni projeler üretip hayata geçiriyoruz.

- Oyuncu olmak isteyenler adaylar nereden başlamalı nasıl bir yol izlemeli?

En başta, gerçekten oyuncu mu olmak istiyorlar yoksa popüler olup sosyal medyada takipçi sayısı milyonlara ulaşmış, çok para kazanan biri olarak hayal dünyasında yaşamak mı istiyorlar, önce buna içtenlikle karar vermeleri gerekiyor. Çünkü gerçek bir oyuncu olmak hiç kolay değil. Müşfik Kenter, Genco Erkal gibi pek çok ustanın biyografilerini okumalarını, takip etmelerini tavsiye ederim. Anlık popülerlik ile oyunculuğu lütfen karıştırmasınlar. İşte bu idrake vardıktan sonra meşakkatli yolculuk başlıyor demektir. İnsanı keşfetmeyi, gözlemlemeyi, okumayı, sabırla çok ama çok çalışmayı göze almalılar.

- Oyuncu olmak için konservatuar mezunu olmak şart mı? Yoksa özel atölyeler de yeterli midir?

Konservatuvar okumak şart değil elbette. Doğuştan yetenekli, iyi bir gözlem ile çok çalışarak, oyuncu koçlarından yardım alarak oyuncu olunabilir. Ama bahsettiğim şey, 3-5 aylık kurslar değil elbette. Öyle olsaydı konservatuvarlar kapanır kurslar / atölyelerle idare edilirdi. Hepsinin yeri ayrı tutulmalı diye düşünüyorum. Konservatuvar mezunu olmayan ama çok iyi oyuncular da tanıyorum, istisnalar yok değil. Konservatuvarlar özellikle teknik olarak oyuncuyu hazırlar, sanatın diğer dalları ile de buluşturur, oyuncu adayını disipline eder. Konservatuvar eğitimi alıp mezun olduğunuzda yaşıtlarınızdan en az 10 yıl ileride olursunuz. Bunları tabii ki kendimden ve aldığım eğitimden yola çıkarak söylüyorum.

- Oyuncu adaylarının bu süreçte yaptıkları hatalar neler?

Öncelikle çok aceleci olmaları... Kendilerinin farkında olmamaları da ikinci sırada yer alıyor. Kendilerinde neler eksik neler fazla yüzleşmeli ve onarmalılar. Oyunculuk, herkesin bildiği üzere bir usta-çırak ilişkisidir. Bir anda usta olmuş gibi hissetmeleri korkunç bir hata. Ne kadar mütevazı olursanız o kadar gelişir ve büyürsünüz. Oyuncu adaylarına bunu unutmamalarını tavsiye ederim.

- Oyuncu olmak için güzellik yakışıklılık da bir kriter mi?

Güzellik ve yakışıklılık avantaj olabilir ama asla kriter değildir. Sonuçta gerçek hayatta da herkes çok güzel veya yakışıklı değil. Oyunculukta her türlü tipe ihtiyaç var. Güzel konuşmak, bakmak, duruş daha önemli. Çok güzel olmayan ama inanılmaz karizması ve ışığı olan oyuncular, üstün oyunculuk performanslarıyla bize çok güzel veya yakışıklı gelir izlediğiniz bir filmde veya tiyatro sahnesinde, öyle değil mi?

- Türk dizi ve sinema sektörünün içinde yıllarca çalıştınız, sizce en büyük sıkıntısı nedir?

Önceki yıllarda, iki dizi Pt1 (Prime time) ve Pt2 olarak arka arkaya yayınlanırdı. Çocukların aileleriyle izleyebileceği programlar, çeşitli yarışmalar veya ‘sitcom’lar vardı. Bu programlardan sonra da dramalar başlardı. Kısacası bir çeşitlilik söz konusuydu. Ülkede örneğin karamsar bir hava hakimse, o zaman seyirciyi umutlandıran projeler yapmanın daha gerekli olduğunu düşünüyorum. İnsanlar saat 20.00’da televizyon başına geçip 00.00’a kadar reklam arası dizi izlemeyi neredeyse bırakmış durumda. Bu da internet platformuna yönelime sebep oldu. Türkiye sadece İstanbul’dan ibaret değil ki! Anadolu’nun şehirlerinden köylerine kadar her yerde televizyon izleniyor. Şunu unutmamalıyız ki, hedefiniz başarıdan ziyade çok para kazanmaya geçerse hiç para kazanamazsınız. Benim daima hedefim, önce işimi iyi yapmak ve başarılı olmaktır. Bu da disiplin ve çalışmakla oluyor. Sinema sektörü son yıllarda yükselen ivme ile seyircisiyle buluşuyor, başarılı pek çok imza var.. Gurur duymamak elde değil elbette.. Kısacası, Türk sinemasına büyük yatırımlar yapılsa eminim dünyada da önemli bir konumda yer alırız..

- Sizin bugünkü başarıya ulaşmanızda neler etkili oldu?

Yapım gereği seçme lüksümün olmasına çok önem veririm. Mesela ortaokul ve lise yıllarımda matematik bölümü öğrencisiydim ama konservatuvar/tiyatro okumayı seçtim. Çünkü her zaman, “Ben istediğim şeyleri istediğim şekilde yapacağım” dedim. Bu özel hayatım için de geçerli tabii. Marka yaratmak veya marka olmak, okunduğu veya yazıldığı gibi kolay sanılmasın. Çok emek gerekiyor, alt yapınızın ve sabrınızın sağlam olması gerekiyor. Daima gelişime açık ve sadece kendiniz ile yarış halinde olmalısınız. İşinize yaramayan duygulardan ve durumlardan uzak durarak hedefinize doğru koşmalısınız. Tüm hava koşullarına rağmen asla durmadan karşınıza çıkan her türlü engeli aşma becerisi gerekiyor. Rüzgarı arkanıza almayı başarırsanız ılık ılık ilerlediğiniz yol muhteşem bir hayat serüvenine dönüşebilir. Burada şans da çok önemli tabii ki.

Yazının devamı...

Erkekler bakımı keşfetti

Gözde Yorgun, eğitimini gastronomi ve mutfak sanatları üzerine tamamlamış. Görkem Yorgun ise iç mimarlık okumuş aynı zamanda profesyonel sporcu... Ancak iki kardeş şimdilerde eğitim aldıkları kariyerlerine veda ederek devraldıkları baba mesleğine ve yeni yarattıkları erkek kozmetik markası ‘Marmara Barber’e odaklanmış durumda. İki genç girişimci ile profesyonel sporcu hayatlarından, eğitimlerine ve dünyanın 52 ülkeye ihraç ettikleri markalarının doğuşuna kadar pek çok şeyle ilgili konuştuk.

- Yeni bir marka kurmaya nasıl karar verdiniz?

Görkem Yorgun: Aile şirketinde çalışmaya başladığım ilk yıl, dünyadaki gelişmeleri ve trendleri takip etmek üzere Hong Kong’ta yapılan Cosmoprof Asia Fuarı'nı ziyaret ettik. Ekip olarak yeni projeler ve Türkiye’ye getirebileceğimiz yeni ürünlerin araştırmasını yaptık. Dünyadaki yükselen trendlerine bakarak yeni bir alana girmemizin, halihazırda üretimini yaptığımız kolonyadaki uzmanlığımızı başka bir noktaya taşımaya karar verdik. Özellikle erkek kuaför ağına hitap etmek üzere bir proje geliştirdik. Çünkü kozmetik pazarında kadınlar için yüzlerce marka ve ürün olmasına rağmen erkekler için eksiklik olduğunu düşünüyorduk. Türkiye’ye döndükten sonra hızlıca çalışmaya başladık. Çok iyi hazırlanıp bir sunum yaptık. Babamızdan aldığımız destek ve güç bizi çok heyecanlandırdı. Hemen çalışmalara başladık. Böylelikle yeni bir yola çıkmış olduk.

Gözde Yorgun: Graffiti sanatından ilham alarak yarattığımız, kozmetik sektörüne yeni bir trend getiren markamız, erkek bakımında global bir markaya dönüştü. Üç yıl içinde dünyanın pek çok yerinde kozmetik fuarlarına katılarak ürünlerimizi tanıttık. Toplam 52 ülkeye ihracat ettiğimiz markamızı, bu yıl Türkiye’de de tüketici ile buluşturmaya karar verdik.

- Neden erkek bakım ürünleri?

Görkem Yorgun: Dünyanın pek çok yerinde -erkek ya da kadın- herkes kuaföre gidip bakım yaptırarak deşarj oluyor. Erkek bakım ürünleri halen gelişen bir pazar. O yüzden erkek bakımına odaklanmaya karar verdik. Ürünlerin sloganına gelince ‘Being a barber taking care of the people’ yani ‘berber olmak insanlarla ilgilenmek’...

Gözde Yorgun: Çoğu erkek kişisel bakım ürünlerini marketlerden, online satış portallarından ve kuaförlerinden satın alıyor. Görünen o ki artık erkek kuaför salonlarının yerini barber shop’lar alacak. Birçok ülkede bu dönüşüm başladı. Türkiye’de de örneklerini görüyoruz.

- Erkekler de kadınlar kadar bakımlı mı?

Gözde Yorgun: Yurt dışında erkekler daha bakımlı ve saç modelleri, tıraş şekilleriyle trendi yakalamayı seviyor. Türkiye’de ise erkek bakım ürünleri pazarı yeni gelişmeye başlıyor. Yakın zamanda Türkiye’de erkekler de kadınlar kadar bakımlı olacak.

Görkem Yorgun: Biz erkekler, eskiye nazaran kendimize daha iyi bakıyoruz. Kişisel bakımımıza ve hijyenimize önem veriyoruz.

- Erkek bakım ürünlerindeki pazarın gelişimini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Görkem Yorgun: Türkiye de kişisel bakım endüstrisi erkek bakım sektörüne ayak uydurmaya başladı. Biz de bir Türk markası olarak hem Türkiye’de hem de dünya pazarında öncü markalarından biri olarak çalışmalarımıza devam edeceğiz.

- Yarattığınız ürünler hakkında bilgi verir misiniz?

Gözde Yorgun: 2017 yılında önce üç çeşit tıraş losyonu ile piyasaya çıktık. Ürünler, kokuları ve berberlere özel olmalarından dolayı farklılık yarattı. İlk yıl, kolonya çeşitliğini artırarak piyasada sağlam temeller atmayı hedefledik. İkinci yıl da kolonya dışında berberlerin ihtiyaçlarına yönelik ürünler ekleyip ürün gamını genişlettik.

Görkem Yorgun: Şu anda kolonya, parfüm, after shave, tıraş jeli, sakal yağı, saç şekillendiricileri, tarak, tıraş fırçası ve profesyonel kullanım için berber aksesuarları seçenekleri var. İlerleyen dönemlerde ürün yelpazesinde yeni ürünler de eklenecek.

Yazının devamı...

Covid 19 Djiital Sergisi

Türk sanatçıların dünya sanat pazarında en doğru şekilde temsil edilmesi ve Türk sanatının sesini daha geniş kitlelere duyurmak hedefleriyle yola çıkan Hub Design; şimdi kendi bünyesinde topladığı sanatçılarla yepyeni bir sergiye imza atıyor. Covid 19 temalı dijital sergide, bu sürecin sanatçılarımızda yaşattığı duygu ve değişimin izlerini süreceğiz. Hub Design kurucusu Gülşah Özperçin ile kısa süreci değerlendirdik...

- Hub Design’in başlattığı Covid-19 temalı online serginiz hakkında bilgi alabilir miyiz?

Serginin ismi, ‘Stream (Akış)’... Sosyal mesafe ve karantina altında olmanın, zamanımızı değerlendirme şeklimize olan etkisi ve içe dönük yaşam biçimimizin sanatçıyı günlük hayatın gerekliliklerinden kopararak tam anlamıyla akış içinde üretim yapmasını zorlaması, sergi yapmaya karar vermemizde önemli rol oynadı. Artsy dijital sanat platformunda yayına açılan online sergimiz, 23 Mayıs Cumartesi gününe kadar sanatseverler ile buluşacak. Sergide 18 sanatçı, toplam 29 eser ile yer alıyor. Sanatseverler için sergi kapsamında pandemi döneminde üretilen veya pandemi teması içeren eserlerden eklektik ve plüralist yapıda bir seçki hazırladık. Her sanatseverin koleksiyonu için kendine yakın bir parça bulabileceği ve her bütçeye uygun eserlerin yer alacağı bu karma serginin eş küratörlüğünü Ayça Okay ve Lara Birgit Kamhi üstlendi.

-Sergide kimler yer alıyor?

Sergide Türk sanatçılardan Bahar Oganer, Barış Cihanoğlu, Cengiz Yatağan, Dicle Çiftçi, Elifko, Fırat Neziroğlu, Gizem Candan, Lal Batman, Leyla Emadi , Manolya Çelikler , Mutlu Başkaya, Ömür Tokgöz, Özge Günaydın, Seydi Murat Koç, Taner Yılmaz ve New York’lu Sanatçılardan Bianca Kann, Charlotte Fox ve Mallory Smith gibi değerli isimler yer alıyor. 2 hafta boyunca Artsy’de yayında kalacak olan online serginin gelirinin bir kısmı COVID-19 ile mücadele için ilgili kurumlara bağışlanacak. Yeni normalimize kavuşamamızla birlikte online serginin Hub Design faaliyet noktaları olan New York, Londra, Paris, İstanbul, Bogota ve Meksiko şehirlerinde çok ayaklı fiziksel sergi olarak gezmesi planlanıyor.

- Covid-19 sergisinde sanatçıların üretim serüveni nasıl başladı?

Karantina günlerinin başlamasıyla birlikte sanatçılarmızı motive tutmak ve üretime teşvik etmek için onlarla daha da yakın olduk. Hub Design ailesinin tüm fertlerini içeren bir grup kurduk. Günceli birbirimizle buradan paylaşıyoruz. Salgının yayılma süreci bizim açımızdan çok hızlı ilerledi. Kimsenin asla tahmin edemeyeceği bir hastalığın çıkıp, tüm hayatımızı ve yaşama şeklimizi kökünden değiştireceği fikrine alışmak zaman aldı. Ne zaman sona ereceği belli olmayan bu inziva döneminde çok kıymetli etkinlikler, sanat fuarları ve sergiler iptal edilmişti. Geçici süreliğine kapatılan sanat galerileri ve sanat ekonomisinin hızla durma noktasına gelmesi başta sanatçılar olmak üzere hepimizi demoralize etti.

Bir diğer yandan biliyorduk ki, bu süreçten en az hasarla çıkmanın tek yolu güçlü olabilmek. Durup beklemek bizim için lükstü. Karantina sürecinde sanatçılarımız atölye ortamlarını evlerinde sağlayamadıkları için üretmekte zorlanıyorlar, üretimi sürdürebilmek için ihtiyaçları olan malzemelerin temininde problemler yaşıyorlar, daha başka pek çok problemle savaşıp bazen köşeye sıkışıyorlar ama köşeye sıkıştıkça daha yaratıcı, daha kışkırtıcı eserler üretiyorlardı. Sonuçta söz konusu olan üretmek ise herhangi bir kısıtlama karşısında durmak mümkün değildi. Sanat tarihi boyunca nasıl başarılı eserler ortaya konulduysa, bugün Covid-19’a ve karantina sürecine rağmen sanatçılarımız yeni eserler üretmeye devam ediyor.

Van Gogh, Frida Kahlo kendi iç dünyalarında büyük depremler yaşayan sanatçıların, yaşadıkları depremler daha iyi birer sanatçı olmalarını sağladı. Covid-19’u da böyle anacağımızı düşünüyoruz ileriki yıllarda. Dolayısıyla, Hub Design olarak üretmek için sınır tanımayan sanatçılarımızı dünyaya taşımak için biz de sınır tanımıyor ve varoluşun yeni gereklilklerini hızla yerine getirmeye çalışıyoruz. Dijitale yatırımımızı Covid-19 öncesinde yapmış bir şirket olarak bu yöndeki faaliyetlerimizin çeşitlilik ve sayısını artırıyoruz. Tüm sanatçıların katılımına açık, kolektif bir online galeri fikri, ‘Social Distance Hub’ ismi ile önce instagram’da hayata geçti, bu oluşumla hala tüm dünyadan başvuruları alıp değerlendiriyoruz. Bildiğiniz üzere bir de Artsy dijital sanat platformunda yeni bir şov başlattık ve bu şovu iki haftada bir yenilemeyi planlıyoruz.

- Eserleri nasil belirlediniz?

Eserlerin seçimi eş-küratörlerimiz Ayça Okay ve Lara Birgit Kamhi tarafından gerçekleştirildi. Küratörlerimiz eser seçim sürecini dijital olarak yürütmek zorundaydılar. Malum pandemi onların da iş yapma şeklini değiştirmişti. İlk adım olarak Covid-19 döneminde üretilen işlerin baz alınacağı bir yapı oluşturuldu. Daha sonra bu ana başlığın altına minik destekleyici alt başlıklar konuldu. Deneysellik, zaman, malzeme gibi belirleyici unsurlar eser seçiminde küratörlerimize rehberlik ettiler.

Yalnızca belirli bir periyoddaki belirli estetik değerlere sahip eserleri seçmektense kendilerini özgür bırakarak sanatçıların geleceğe dönük skeç, plan, günlük gibi tarihe iz bırakan işlerine de yer vermeyi tercih ettiler.

Yazının devamı...

Siz gerçekte kimsiniz?

Klinik Psikolog Dr. Şeniz Ünal, ilk kitabı ‘İçimizdeki İnsanlar’da hepimizin içindeki insanlara farklı bir ışık tutuyor. Herbirimizin mutlaka kendisinden parçalar bulabileceği kitapta, teorik bilgilerin yanı sıra Ünal’ın 9 danışanının kişisel deneyimleri ve dönüşümleri anlatılıyor.

- Kitap yazmaya nasıl karar verdiniz? Sizi bu yolcuğa sürükleyen itici güç ne oldu?

Ben psikoloji yolculuğuma klasik üniversite lisans eğitimiyle başlamadım. 20’li yaşlarımın sonunda, kendi yolumu ararken, girdiğim kişisel gelişim yolculuğu, 20 sene sonra beni doktoralı klinik psikolog, psikoterapist yaptı. Entelektüel birikimlerimi, kişisel ve profesyonel deneyimlerimi aktarmayı düşündüm ve kitap ortaya çıktı. Birkaç başlıkta kitabı yazmamdaki nedenleri toparlamam gerekirse…

Bu kitabı yazmamdaki amaçların birincisi regresyon terapisinin nasıl bir terapi olduğunu ve diğer terapi modelleriyle hangi noktalarda kesiştiğini insanlara anlatmak. Hiç kolay bir yöntem değil, iyi yapılması gerekiyor, ciddi deneyim ve eğitim istiyor. İnsan psikolojisini yine çok iyi anlamak gerekiyor. Maalesef medyada biraz ucuzlatılmış bir durumda ülkemizde.İnsanlar bu çalışmayı yapmak isterlerse kimin yaptığına ve nasıl yapıldığına iyi baksınlar demek istiyorum. Ayrıca bilgi birikimimi, deneyimlerimi de aktarmak benden sonra gelenlere borcum diye düşünüyorum.

İkincisi, kendim için yazdım. Lisansı, psikoloji olmayan birisinin de gayet iyi psikoterapi yapabileceğini ve çok da başarılı olabileceğini yazmak istedim. Dünyada bunun pek çok şahane örnekleri olmasına rağmen ancak Türkiye’de çok katı ve sabit fikirli bir bakış açısı var.

Üçüncüsü, kişisel gelişim ve farkındalık için bilinçaltına inmenin önemini yazmak istedim. Maalesef sadece konuşma terapisi denilen ve çoğu zamanda üç beş seans sonrasında bir iç dökme ya da sohbete dönen terapi modelinin de çok faydalı olamayacağını da göstermek istedim. Tabi bir psikanaliz var. Katı kuralları olan dört beş senelik bir terapi, hala fanatikleri var. Ama günümüzün dünyasında kimse haftada birkaç gün dört beş senesini maalesef psikanalize ayırabilecek ne zamana ne de paraya sahip. Dolayısıyla insanlık geliştikçe teknikler geliştikçe her zaman yeni açılımlar oluyor ve çok daha farklı yöntemlerle hem kısa sürede hem de derin bir şekilde farkındalıklar yaşanabileceğini, insanların iyileşebileceğini şifalanabileceğini de göstermek istedim.

Son olarak da başkalarının hikayeleri ilham olsun diye yazdım. Teorik bilginin yanı sıra kişisel deneyimler ve dönüşümler başka insanlarda kapı açabilir, umut olabilir diye düşünüyorum. Kitabın yayınlanmasından çok kısa bir süre geçmesine rağmen bana gelen yorumlar da hep ¨…. hikayesi bana çok benziyor¨ cümleleri yer alıyor. Sıkıntısı olan kişilerin psikoterapiye şans vererek içinde bulundukları kafeslerden çıkabileceklerini hissettirmek istedim.

- Danışanlarınız hikayelerinin anlatılmasına nasıl yaklaştılar?

Çok olumlu yaklaştılar. Açıkçası çalışmaya ilk başladığımız zamanlarda, “Sizinle yapacağımız terapi sürecini daha sonra başkalarıyla anonim olarak paylaşabilir miyim?” deseydim, bence o zaman paylaşmayabilirlerdi. Ancak kendi farkındalıklarını yaşayıp kişisel dönüşümlerini de deneyimledikten sonra başkalarına faydalı olmak, başkalarına ilham vermek adına seve seve bunu yaptılar. Onların kişisel ve özel bilgilerini açık etmeden paylaşabileceğim konusunda bana da güvendiler. Kendi kişisel bilgileri ifşa edilmeden başkalarına ilham olmak istediler. Bu nedenle de seve seve paylaştılar. Hikayelerini paylaştığım danışanlarımın hepsinden imzalı onay formu da aldım, hem onlar hakkında ne seviyede paylaşım yapacağımı hem de yazar olarak kendi yükümlülüklerim ve sorumluluklarımı detaylandırıp yazdım.

- Yöntemlerinize dair açıklamalar da eklemişsiniz terapilerin arasına. Bu yolda ilerleyen, kariyerinde bu yönde ilerlemek isteyen kişiler için de öğretici bir kitap diyebilir miyiz?

Kesinlikle diyebiliriz. Zaten kitabı yazarken amaçlarımdan birisi de buydu. Bilinçaltı ve metaforlarla çalışma konusunda çekinceleri olan terapistlere ışık tutmak istedim. Bilinçaltıyla çalışmanın psikoterapi sürecindeki önemini ve etkisini paylaşmak istedim. Psikoterapi sürecinin nasıl günümüz şartlarına ve ihtiyaçlarına uygun olarak hızlandırılabileceğini de göstermek istedim.

Bir de bazı insanlar psikoterapi konusunda biraz fanatikler. Mesela illa psiko analiz, illa bilişsel davranışçı terapi, illa şu, illa bu... Halbuki çok büyük bir oranda kesişim alanları var ve terapiler çok iç içe geçmiş durumda. Farklı modelleri öğrenmek, danışanın ihtiyacına göre aslında terapiste de esneklik sağlıyor. Bunu da paylaşmış oldum.

- Kitabınız ‘İçimizdeki İnsanlar’dan da anlaşılacağı üzere farklı disiplinleri kişilerin sorunlarına özel şekilde harmanlıyor ve bir şekilde kendi yönetiminizi oluşturuyorsunuz diyebiliriz sanırım.

Her insan biriciktir. İnsanların sorunları aynı görünse de aslında her insanın kişiliği, karakteri, yaşam şartları, hayatı algılayışı, sorunu vs. kişiyi özel ve de biricik yapar. Bu sebeple sorunun çözümü de kişiye özel olmalıdır. Bunu yapmak için de bir terapistin elinde ne kadar çok araç olursa o kadar iyi olur. Psikoterapi aslında bir sanattır. Psikoterapistin bir sanatçı olduğu ve yaptığı terapi modelinin bir sanat olduğu söylenir. Burada psikoterapistin bilgisinin ne kadar olduğu ve bu bilgisini işleme, bilgisini gösterme, bilgisini adapte edip uyarlama yeteneği de çok önemlidir. Bunun içinde ne kadar donanımlı olursa onun içinde o kadar iyi olur.

Yine psikoterapistin kendisinin kişisel farkındalığı ne kadar fazlaysa, kendi kişisel yaralarını sıkıntılarını ne kadar dönüştürebilmişse danışanına da o kadar faydalı olur. Yani psikoterapist kendi içinde ne kadar derinleşmişse danışanın da o kadar derinleşmesine yardımcı olur.

- Son dönemde yaşadığımız korku cumhuriyetine dönüşen dünyada bizlere tavsiyeniz olur?

Şu an çok kaygı dolu ve belirsiz bir dönemin içerisindeyiz. Bu yakın tarihimizde eşi benzeri bulunmayan bir süreçtir. Adeta siste yürür gibi ancak birkaç metre ilerisini görerek ilerleyebiliyoruz. Hastalıkla mücadelede siste ilerler gibi tıbbi keşiflerle şekilleniyor. Bugün doğru olan yarın doğru olmayabiliyor. Bu da kişiler de çok ciddi kaygı ve korku yaratabiliyor. Belirsizlik zaten başlı başına ciddi bir kaygılandırıcı bir durumdur. Bu noktada hem kendimizin hem de sevdiklerimizin önce sağlığı ve güvenliği sonrasında da yaşamsal şartların idame ettirilip ettirilemeyeceği ya da hayatımızın ne zaman eski bildik şartlara dönebileceği ne yazık ki hala soru işareti. Bu belirsiz ve kontrolümüzün dışında olan dönemde yapabileceğimiz tek şey kendimizi olduğunca fiziksel ve ruhsal sağlıklı tutabilmektir.

Fiziksel olarak sağlıklı kalabilme şartlarını zaten konunun uzmanları anlatıyorlar. Ruhsal sağlık konusunda da genel kaygı ile baş etme yöntemlerini kullanabiliriz. Bu konuda çok fazla kaynak var. Bunlardan en önemlisi psikolojimizi etkileyen olumsuz bilgi ve paylaşımların minimuma indirilmesidir. Eğer dış dünyada güvenli alan yoksa -ki şu günlerde öyle- kendi iç dünyamızda kendimize güvenli bir alan yaratmak zorundayız. Bu fiziki olarak evimizde kendi içimize dönebileceğimiz küçük güzel bir köşe de olabilir.

Yatmaktan tutunda kendimizi güvende kılacak, bize iyi gelen yöntemleri uygulayabileceğimiz bir yer olabilir. Bu kişiden kişiye değişir. Mesela kimi yemek pişirerek buna ulaşırken kimi saatlerce belki bilgisayar oyunu oynayarak bunu yapıyordur. Kimi meditasyon yaparak kimisi de dua ederek bir şekilde kendi içsel güvenli alanını yaratmak zorundadır ki dışarı çıktığımızda dışsal şartların üstesinden gelebilecek şekilde kendimizi hissedebilelim, daha güçlü olabilelim.

- Şu yaşadığımız bu sürece farklı farklı bakış açılarıyla yorumlar var. Kimisi doğanın intikamı diyor kimisi bir dönüşüm evresinden geçiyoruz, 2020 her şeyi yeniden yapılandıracak bir yıl olacak diyor, toplum ve dünyanın geçtiği bu durum için sizin yorumlarınız neler?

Bu sorunun cevabı kime sorarsanız çok kişisel olacaktır. Çünkü herkes kendi bakış açısından, kendi penceresinden, kendi bilgi, deneyim ve görgüsünden yola çıkarak cevap verebilir. Benim kendi kişisel cevabıma gelecek olursak, ben zaten dünya nüfusunun son yüz, yüz elli yıldır çok hızlı bir şekilde artığını düşünüyorum ve bu beni kişisel olarak endişelendiriyor. İnsan dünyanın sahibi gibi davranmaya başladı biraz. Doğanın dengesini bozduk maalesef.

Dünyayı başka canlılarla paylaşıyoruz, bunu unuttuk. İnsanlar kendi menfaatini düşünüyorlar. Düşünün ki tarlalarda yılanlar fareleri yiyor mesela, yılanları öldürürseniz fareler cirit atar. Denge bozulmuş olur. Şimdi biraz bu böyle oldu. Zülfü Livaneli’nin ‘Son Ada’ isimli bir kitabında bu sistem çok güzel anlatılıyor.

Bilindiği üzere virüs gibi mikroorganizmalar yaşamdan önce de dünyamızda var olan varlıklardı. Var olan bu mikroorganizmalar bazen daha fazla oluyor bazen daha az oluyor.

Yaşadığımız bugünlerde biyolojik açıdan bakarsak, hayvandan insana geçen bu mikroorganizma şu an kendine yer bulmaya çalışıyor. Bir nevi ‘teritori / alan’ mücadelesi bu. Bir şekilde bir denge bulunması gerekiyor. Ben kendi adıma doğanın intikamı olarak düşünmüyorum. Doğada pek çok oluşum var ve beraber yaşamayı öğrenmek zorundayız.

Yaşam şartları açısından çok güçlü ve muktedir görünen insan ırkının aslında ne kadar narin ve kırılgan olduğunu görüyoruz. Bu da belki bize biraz daha mütevazı, alçak gönüllü, şefkatli, itinalı ve dikkatli bir insan olmamızı hatırlatacak. Ancak korkarım ki, virüs tehlikesi bittikten kısa bir süre sonra tekrar biraz vahşi olarak tanımlayabileceğimiz kapitalist hayata geri döneceğiz. Bu arada yine bunu kullanarak bazı siyasi güçler insanlar üzerinde daha otorite ve tahakküm kurmak eylemlerinde bulunma yoluna da gidebilirler. Virüsün sağlığımıza olan etkisinin yanı sıra hayat tarzımıza da bir etkisi olacağı kesin. Nitekim 11 Eylül’den sonra dünyada pek çok şeyin dengesi değişmişti. Bu virüsle de biraz öyle olacak gibi duruyor. Ama ne yöne nasıl gider? Onu ben kendi konumumdaki bir birey olarak şu an sadece spekülasyon yapabilirim net bir şey söyleyemem.

- Duygu durumumuzun bağışıklıkla ilgisinden bahseder misiniz?

Duygu durumumuzun biyolojimizi etkilediği bilimsel olarak kanıtlanmıştır. Bunu psikonöro immünoloji bilim dalı açıklıyor. Olumlu veya olumsuz duygular hemen bedenimizde karşılık buluyor. Teknik detaylara girmeden, çok basit bir örnek vermek gerekirse… Sevdiğiniz birisi arabayla uzak bir yola gitti ve telefonunuz çaldı, trafik kazası yaptığını başkasından duydunuz. Haberi alır kalmaz, nefesiniz kesilir, kalbiniz hızlı çarpmaya başlar, eliniz ayağınız boşanır, vs.. bir seri bedensel tepki verirsiniz. Belki donakalırsınız belki de ağlamaya başlarsınız. Hemen siz sevdiğiniz kişiyi arasınız.

Eğer telefonunuza cevap veren olmazsa tepkileriniz daha şiddetli olabilir. Ancak telefonunuza cevap verilirse ve “ben iyiyim, arabada sadece hasar var” cümlesini duyduğunuz anda, sanki sihirli değnek değmiş gibi bedensel tepkileriniz biter. Ani rahatlama, yorgunluk, duygu boşalımı, vs şeklinde kendini gösterebilir. Peki ya uzun süre haber alamasanız? Bedensel tepki felce kadar gidebilir ve iyi haberi aldığınızda geri dönülmez hasar bile oluşmuş olabilir maalesef.

Her gün, her an farklı seviyelerde strese mazur kaldığımızı düşünürsek, stressiz olduğumuz zamanlarda, bu konuyla ilgili kendi seviyemizi belirlemek ve başa çıkma çarelerimizi önceden tanımlamak ve hazırlamak bize yardımcı olacaktır.

- Duygusal farkındalık eskiye kıyasla yükselişte midir? Ruhu iyileştirmek artık insanların öncelikleri arasına girmeye başladı mı? Toplumun bakış açısında ne gibi değişimler görüyorsunuz?

Eski zamanlarda daha kapalı kapılar ardında, küçük gruplarla insanlığa ait bilgiler, öğretiler paylaşılırdı. Mesela tasavvufçuların veya budistlerin sadece onların yanına eğitime gelen insanlarla bilgi paylaşması gibi… Matbaanın bulunması ardından, iletişim araçlarının gelişmesi, bilgilerin paylaşılması, yayılması konusunda çok büyük pay oldular. İnternetin de bulunmasıyla beraber çok daha geniş bir kesime yayılmaya başladı. Felsefe bilimi çok eski zamanlardan beri vardı. Ancak psikoloji bilimi ve insanın bir ruhu olabileceği konuları son yüz elli – iki yüz yıldır konuşulmaya başlandı. Mekaniğin ötesinde maneviyatla ilgili konular, çalışmalar özellikle yüz yıldır çok büyük bir yükseliş trendinde. Bu konular aynı virüs yayılımı gibi. Katlanarak artıyor ve bu çok güzel bir durum.

Ancak günümüzdeki virüs örneğinde olduğu gibi, kişisel gelişimde de istiyoruz ki birisi gelsin bizi iyileştirsin. Kolumuza aşı yapsın, ilaç versin, sihirli değnek dokundursun. Somut, virütik hastalıkta dahi kendi sorumluluğunu yerine getirmekte zorlanan insanlar (evde kalamama, karantinadan kaçma, sosyal mesafeyi koruma, vs) farkındalık konusunda zorlanabiliyorlar.

Şimdi yaşadığımız salgının olumlu sonuçlarından bir tanesi, stresin psikolojimiz üzerine etkisinin ana akım medyada konuşulur hale gelmesi diyebiliriz. Normalde ana haber bültenlerinde yer bulamayacak konular ve konuşmacılar yer bulmaya başlıyor. Korku ve kaygının yönetimi, bunun insan sağlığına nasıl etkisi olabileceği konusunda dallarında uzman kişiler konuşuyorlar. Kesinlikle bu konuda ciddi bir farkındalık artışı var.

Yazının devamı...

Travmalara Yolculuk

‘Otobanda Kaybolanlar’ adlı ilk kitabıyla okurların hafızasında yer edinen Fırat Uran, bu kez ‘Kara Köpek’le okurlarını farklı bir deneyiminle yüzleştiriyor. Bu kez, çocukluk anılarından travmalara, aile yaralarından spiritüelliğe, Rüya Sineması’ndan Kadıköy’e uzanan bir yolculuk bizi bekliyor.

Fırat Uran’ın Sola Unitas Yayınları ile piyasaya çıkan 2’nci kitabı ‘Kara Köpek’in anlatımları sanatçı Ece Cangüden’in illüstrasyonları ile destekleniyor, Duru Ekşioğlu’nun tipografileri ile okuyucuların hayal dünyası şekilleniyor.

- Fırat Uran kimdir biraz kendinizden bahseder misiniz?

Birinci ruhunu yaşayan biriyim. Bir başkasına göre de Dünyalıların bir sözcüsü, onların dilini de bilen, ötekilerin dilinden de anlayan... Bahçeşehir Üniversitesi’nde Hukuk Bölümü(nü bitirdikten sonra avukatlık ruhsatımı alıp Los Angeles’a taşındım. UCLA Üniversitesi’nde film yapımı ve yazarlık üzerine beş tane ‘Extension’ programı bitirdikten sonra bir süre New York’ta yaşadım. Geri döndüğümde İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde Fikri Mülkiyet Hukuku üzerine yüksek lisans yapıp mezun oldum. An itibariyle İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde Sinema TV yüksek lisansımı bitirmek üzereyim.

- Kitap yazmaya nasıl karar verdiniz? Ne tür duygulardan ilham alıyorsunuz?

Kendimi, tesadüfen David Lynch’in ‘Kayıp Otoban’ filmini çektiği otobanda bulunca... Kimsenin olmadığı bu çöl otobanında arabayı daha önce hiç sürmediğim hızda sürerken kitap yazmaya karar verdim. Bitirmek ise dört sene sürdü. İlham kaynağım aşklar, heyecanlar, travmalar, tutkular, hırslar, takıntılar ve intikamlar. Ben ‘minnoş’ bir yazar değilim. Karanlık şeyleri severim. Arka sokaklardan giderim. Kusurlu insanlardan etkilenirim. Böyle şeyler yazmayı severim.

- İkinci kitabınızın adı, ‘Kara Köpek’... Neden bu ismi kullandınız? Okuyucular kitapta neler bulacak?

Yıllar önce DOT Tiyatrosu’nda ‘Sarı Ay’ adlı bir oyun izlemiştim. Bu oyunda Lee’nin annesinin düzenli aralarla ‘Kara Köpek’ diye adlandırdığı bir duygu yaşadığı söylenmişti. ‘Kara Köpek’ onu ziyarete geldiğinde tek yapmak istediği şey: Yatak odasına girip, kapıyı kilitleyip, perdeyi çekip, içindeki hüzün duygusu geçinceye kadar bazen günlerce bazen aylarca ağlamakmış. Bunu duyduğumda çok etkilenmiştim. Yıllar sonra adını bu hissiyattan alan bir kitap yazmaya karar verdim. ‘Kara Köpek’ hissiyatına sahip olan baş karakter Berk, Kadıköy’de yaşayan ve asla evden çıkmayan bir tip. Bir gün hayat dolu birine gönlünü kaptırır. Batman ve Joker kadar farklı olan bu karakterler, birbirlerini değiştirmek ister. Aralarından biri kazanacaktır ama kim? Sevdiğiniz insanla birlikte olabilmek için nelerden vazgeçebilirsiniz, kontrolü ne kadar bırakabilirsiniz, geçmiş travmalarınız bugünkü ilişkinizi nasıl etkiler gibi soruları cevaplıyor kitap. Kitabın çizimlerini Ece Cangüden yaptı. Kendisi aslında resim ve heykel sanatçısı. Geçtiğimiz sene tuhaf kırmızı heykelleriyle Mamut Art’da yer aldı. Ece, kitabın çizimleri için uzun süre uğraştı. Koyduğumuz her çizimle, metinde anlatılandan farklı birşeyler söylemeyi hedefledik. Kendisine kocaman teşekkürü borç bilirim. Bir de kitabın tipografilerini yapan Duru Ekşioğlu var. Bu tekniği ilk defa ‘Kara Köpek’te denedik. Metnin bazı kısımları Duru’nun yaptığı tipografiler ile vurgulanıp öne çıkartıldı. Böylelikle okuması daha eğlenceli bir hal aldı.

- Yazarlık dışında müzikle de ilgilisiniz, müziğe ilginizden bahsedebilir misiniz?

Yazarlık dışında piyano öğretmenliği yapıyorum. Karantinadan önce sekiz öğrencim vardı. Şu anda geriye kalan bir tanesi ile ‘facetime’ üzerinden online ders yapıyoruz. Klasik müzik, pop rock ve film müzikleri öğretiyorum.

- Gelecek hayallerinizden biraz bahsedebilir misiniz?

İlk hayalim, kitabın İngilizce’ye çevrilip dünyada satışa sunulması. ‘Otobanda Kaybolanlar’ için yapmıştık. ‘Kara Köpek’ için de yapabileceğimize inanıyorum. Karantina bittiğinde tanıtım gecesi yapmayı planlıyoruz. Bu gecenin, kitabın ruhuna uygun olması için Kadıköy’de olmasını istiyorum. Eşi benzeri olmayan defter ve kartpostallar üreten Paperstreet’le ‘Kara Köpek’in çizim ve tipografilerinden defter ve kartpostallar üretmeyi planlıyoruz. ‘Otobanda Kaybolanlar’ kitabımın konsepti altında İstanbul Soho House’da 21 sanatçıyı toplayıp, İpek Özbay’ın küratörlüğünde bir sergi düzenlemiştik. ‘Kara Köpek’ için de farklı bir mekanda mesela Kadıköy Bina’da böyle bir sergi yapmayı planlıyoruz. Bunların dışında, yapımcı Aslı Akdağ ile kitabın film senaryosuna çevrilmesi için çalışmalara başladık. Her şey yolunda giderse, önümüzdeki seneye festivallere gönderecek bir senaryomuz olacak. Son olarak yazdığım iki romanın da tiyatro oyununa çevrilmesini istiyorum. Buradan açık çağrı yapıyorum, ben yaparım diyenler bana ulaşsın, konuşalım!

Yazının devamı...

Dezenfektana dair 10 ipucu

Dünya Sağlık Örgütü tarafından Covid 19'un, pandemi olarak ilan edilmesinin ardından, sebep olan yeni corona virüs için ülkemizde de önlemler artmaya devam ediliyor. Yapılan açıklamalara bakıldığında ülkemizde, kişiden kişiye yayılımın düşük sayıda gerçekleşmesi, sağlık sektörümüz için de çok önemli.

Son günlerde koruma amaçlı alınan dezenfekte malzemeleri için yaşanılan karışıklık, piyasada farklı içerikte üretilen malzemelerin çokluğu vatandaşlarımızın bu konuda nelere dikkat etmesinin gerekliliğini de ortaya çıkardı. Bu konuda Dr. Özcan Özgül ile konuştuk...

- Virüsün eller ile taşındığını biliyoruz, bu konuda bize bilgi verir misiniz?

Her ne kadar damlacık yolu ile de bulaşabiliyor olsa, özellikle Covid 19 etkeni virüsün eller ile taşınması belirleyicidir. Hastalığın oluşması özellikle ellerimiz ile virüsün, ağız, burun ve gözlere götürülmesi sonucu gerçekleşir. Doğru el yıkamanın yanı sıra alacağımız dezenfekte malzemesi ile bu bölgelerin korunması sağlığımız için büyük önem taşımaktadır.

- Bu durumda satın alacağımız dezenfektanlarda nelere dikkat etmeliyiz?

Ben bu konuyu 10 başlıkta değerlendiriyorum...

1. Kimyasal içeriği ile ilgili olarak: Dezenfeksiyon yapalım derken, toksik ya da kanserojen maddelere maruz kalınıyor mu?

2. Alkol içeriği ile ilgili olarak: Ellerdeki yağı alıp, çatlaklara ve tahrişlere neden olma ihtimali göz önüne alınıyor mu ve bu anlamda farkındalık var mı?

3. Kullanılan ürün ağız içine burun içine ve göz çevresine uygulanabiliyor mu?

4. Çocuklar ve her yaş grubunda kullanılabiliyor mu?

5. Açık yaralar varsa bu bölgelerde kullanılabiliyor mu?

6. Giysiler üzerindeki virüs ve bakterileri öldürüyor mu?

7. Sonradan durulanması şartıyla sebze ve meyveler üzerine sıkıldığında virüs ve bakterileri öldürüyor mu?

8. Sadece bakterileri değil virüsleri de öldürüyor mu? Öldürme oranları ne kadar?

9. Ürün, Sağlık Bakanlığı tarafından onaylı mı? Stabilitesi diğer bir deyişle raf ömrü ne kadar uzun ve son kullanma tarihi geçmiş mi?

10. Etken maddesinin "insan corona virüs ailesi virüslerinden herhangi birisi" üzerinde yapılmış testi var mı?

Bu noktada bireylerin bilinçlenmesini çok önemsiyoruz. Çünkü doğru dezenfekte, el yıkamak kadar önem taşıyor.

- Bu virüs için kullanacağımız dezenfektanın özellikleri neler olmalı?

Ağız, burun ve gözden bulaşının önemini bildiğimiz bu virüs için ağız içi sprey ya da gargara yoluyla uygulanabilen ve antiviral özelliği olan ürünlerin kullanımı önemli. Bu noktada ‘hipokloröz’ içeren ürünler biraz daha ön plana çıkıyor. Ağız içinde, gözler açıkken yüzde, hatta açık yaralarda bile bu içeriği kullanmak mümkün. Bu etken madde, saniyeler içinde ve yüzde 99.9 üzeri başarı oranında virüsleri öldürüyor. İçeriğinde kimyasallar olan markalardan kendimiz ve çocuklarımız için kaçınmamız gerekiyor. Ürünün Sağlık Bakanlığı onayını da özellikle incelemek çok önemli. Alınan önlemlerin yanı sıra vatandaşların bilinçlendirilmesi ve kişisel disiplinlerin artırılarak sorumluluk bilincinin artması da ayrıca önemli.

- Virüse karşı oldukça etkili olduğu bilinen hipokloröz etken maddesinden bahseder misiniz?

Hidrojen, oksijen ve klordan oluşmuş bir etken maddesi. Vücudumuzun savaşçı hücreleri, mikropları öldürmek için bu maddeyi üretirler. Dolayısı ile zaten vücutta var olan bir bileşendir. Yerkürede bu madde tarafından öldürülmeyen mikroorganizma bulunmuyor. İsimleri çok benzer olduğu ve her ikisinde de klor bulunduğu için çamaşır suyu (ağartıcı) ile çokça karışsa da farklıdırlar.

- Bu madde doğada bulunuyor mu?

Belirttiğim gibi insan vücudunda bulunuyor, hatta tüm memeli canlılarda savaşçı hücreler tarafından üretiliyor.

- Hipokloröz maddesi hangi alanlarda kullanılıyor?

Virüs, bakteri ve mantarları saniyeler içerisinde yok etmesinin yanında hipokloröz pek çok etkili kullanım alanlarına sahiptir. Dünyadaki kullanım alanları biraz daha yaygın; el, yüz, göz, ağız, yüzey dezenfektanı olarak, yara bakımlarında, göz ameliyatlarında, enfeksiyon tedavilerinde, alerjik hastalıklarda, ülser, diyabetik ayak, sinüzit tedavisi ve hayvanlarda pnömoni tedavisine kadar birçok alanda kullanılmaktadır.

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.