SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Bu yazın gelinlik trendleri

Yıllar geçse de değişmeyen düğün telaşı, jenerasyonların değişmesiyle birlikte gelinlik tercihlerini etkiledi. Abartı ve gösterişli modellerin yerini sade, rahat ama bir o kadar da iz bırakan gelinliklerin aldığını söyleyen BÉGUM Bridal Design House kurucu ve tasarımcısı Begüm Salihoğlu, düğün süreleri veya şekilleri kısalsa da gelinlerin beklentilerinin değişmediğini belirtiyor.

- Gelinlik denildiğinde ilk akla gelen isimlerden birisiniz. Daha önce moda sektöründe farklı girişimleriniz de oldu. Sizi bu tarafa iten ne oldu?

Daha ana okuluna gitmeden kumaşlarla ilgili bir iş yapacağımı biliyordum. Tekstile olan ilgim çok küçük yaşlarda başladı. Gençlik yıllarımda Fransız moda dergilerini satın alır, tasarımları ezberlerdim. Üniversitede Parsons’ı seçmem de tesadüf değildi ya iç mimar ya da moda tasarımcısı olmalıydım. Türkiye’ye döndükten sonra kendimi modanın birçok alanında deneyimlerken buldum. Tasarımcı yanında çalıştım, ülkenin en büyük perakende devlerinden birinde gece kıyafeti departmanında danışmanlık verdim, tasarım ürettim. ‘Semi Couture’ hazır giyimle yurtdışına çıktım, ‘couture’ kıyafet alanında uzun süre hizmet verdim. Derken zayıf ve güçlü yönlerimin ortak noktası gelinler olduğunu anladım. Çünkü geçici trendler ilgimi hiçbir zaman çekmiyor, diğer taraftan trendleri sezon öncesinde yakalıyordum. Parsons’ta fütüristik olmak ticarette seni zorlayabilir demişlerdi ve renkli üretimlerimde özellikle iki sezon sonra herkesin alacağı renk ürünlerini daha gözler hazır olmadığında ürettiğimi gördüm.

Gelinlik tasarımlarımı teknolojiyi kullanarak ve trend kumaşları kullanarak hazırlıyorum. Yeni nesil tekstil malzemeleri keşfetmeyi çok seviyorum. Tüm tasarımlarımda ortak noktam kadının daima nahif, klas ve zarif görünümünü ortaya koymak. Romantizm eklemeyi, dişiliğini gizemli bir şekilde göstermeyi seviyorum. Ve en önemlisi insanların o özel güne hazırlanma telaşında olduklarını bilmek ve onlarla empati kurmaktan hoşlanıyorum. Son olarak da ‘couture’ gelinlik dikerken, dünyada bunun aynı gustoda hazır giyim versiyonunun eksikliğini gördüm.

- 2021 gelinlik trendlerinden bahseder misiniz?

Abartı ve gösteriş yeni nesle hitap etmiyor, gelinlik anlayışları bir önceki nesilden çok farklı. Onlar daha rahat ama iz bırakan, orijinal bir detayı olan, karakterlerini yansıtan ve stillerinden taviz vermedikleri modeller istiyor. Biz zaten son birkaç senedir gelinlerin ihtiyaçlarını dinleyip buna cevap veren, gelinlik konusunda trendleri belirleyici, yenilikçi ve bu konuda öncü olmak için çalışıyoruz.

Pandemi ile birlikte bu sezon düğün anlayışı da değişti. Aile arasında iki saatlik düğünler oluyor. Ama gelin yine fotoğraf verdiği için, hayalindeki tasarımlardan pek de uzaklaşma taraftarı değil. Üzerinde taşıdığınızda kiloluk elbiseler, kabartmaların olmadığı gelinliklerle, daha mütevazı mekanlarda nikah kıvamında düğünler yapılıyor. Biraz daha kilise düzeni ve kortej uygulamaları yapılmaya başlandı.

- Bir gelinde saç ve makyaj sizce nasıl olmalı?

Makyaj, gelinin karakterinin önüne geçmemeli. Masumiyetin ögelerini barındırmalı. Hafif pembeleşen dudaklar, doğru yüz hatları kontürü, ‘nude’ ton rujlar gelinlere yakışıyor. Saç modeli ise tamamen kıyafetin dekoltesine göre planlanmalı.

- Peki ya ayakkabı ve aksesuar seçimi…

Düğünde set takım takılmasını sevmiyorum. Eğer aile yadigarı bilezik veya küpe varsa takılabilir ama bence tek bir noktaya mücevher takılmalı… Örneğin, bir yüzükle finalize etmek... Ayakkabı da ise yine davetin süresi, yeri ve elbisenin altında ne kadar gözükeceğine göre planlanması gerekiyor. Beyaz veya şampanya tonları tercihim olurdu.

- Sizce bir gelinliği mükemmel yapan detaylar neler?

Bence her şeyin bir arada olmadığı, tek bir detayda yoğunlaşan, kesimi üste çok iyi oturan net tasarımlar gelinliği mükemmel yapar.

- Şu an gelinlik alışverişinde olan kadınlara ne tavsiye edersiniz? Nelere dikkat etmeleri gerekir?

Gelinlik, gelin adayının üstünde nasıl duracağını bilmediğiniz tek giyim, sürekli denenen ve kalıbını bildiğiniz bir elbiseden çok farklı. Çok şaşırtıcı ancak ne zaman çok kararlı bir gelin görsem örneğin; “Ben kesinlikle straplez tercih etmem” veya “Ben asla kabarık olmayan bir gelinlik giymek istemem” derse hep tam tersi bir gelinlikle çıkabiliyor. Her kalıbı denemeye açık olun, ama aynı zamanda normal zamandaki tarzınızdan da asla ödün vermeyin. O gün kendiniz gibi olmanız ve gelinliğinizin ruhunuzla birleşmesi “İşte bu tam ben!” demesi bu anı kusursuz kılar.

Yazının devamı...

Güçlü bağışıklığın anahtarı

Mevsim geçişi yaşadığımız şu günlerde pek çok hastalığa karşı sağlam durabilmek bağışıklık sistemimizi güçlendirmekten geçiyor. Herbalife Nutrition Beslenme Danışma Kurulu Üyesi Prof. Dr. İsmet Tamer, sağlıklı yaşarken hastalıklardan ve enfeksiyonlardan korunmak için dikkat edilmesi gerekenler konusunda önerilerde bulunuyor.

- Mevsim geçişlerinde bizi en çok neler etkiliyor?

Mevsimsel ve çevresel değişiklikler, dengesiz ve yetersiz beslenme, uzun süreli ve yoğun psikolojik stres altında kalma, genel hijyen kurallarına uymama ve uykusuzluk gibi faktörler bağışıklık sistemimizin zayıflamasına, hatta çökmesine neden olabiliyor. Yaşın ilerlemesi, aşırı şekerli bir diyet, obezite, aşırı alkol ve sigara tüketiminin yanı sıra bazı beslenme yetersizlikleri de bağışıklık sisteminin işlevini azaltan en önde gelen nedenler arasında yer alıyor.

- Sağlıklı yaşamak ve hastalıklardan korunmak isteyenler yaşamlarını nasıl düzenlemeli?

* Kirli hava ve sulardan uzak kalmalı

* Stresle baş etmenin yollarını öğrenmeli

* Sigara içmemeli, alkol alımını asla abartmamalı

* Temizliğe dikkat etmeli, elleri sık sık yıkamalı

* Bol bol güneşe çıkmalı, özellikle açık havada her gün en az yarım saat yürüyüş yapmalı

* Hayvansal ve bitkisel proteinlere her öğünde yer vermeli

* Her öğünde mutlaka her renkten taze sebze ve meyve tüketmeli, sebze ve meyveleri mümkünse kabuğuyla, yoksa kabuklarını ince soyarak ve pişirmemiz gerekiyorsa az suda taze pişirip yemeli

* Omega-3 gibi sağlıklı yağların bağışıklık güçlendirici etkisi için haftada 2-3 kez taze balık tüketmeli, soğuk sıkım zeytinyağı, kabuklu yemiş ve keten tohumunu beslenmemize eklemeli

* İyi ve kaliteli bir uykuyu alışkanlık edinmeli

- Vücudumuzu güçlendirmek için nasıl beslenmemiz gerekiyor?

Vücudumuzun diğer sistemleri gibi bağışıklık sistemimiz de bir denge ve uyum içinde fonksiyon gösterir ve ihtiyaçları düzenli olarak karşılanmazsa işlevlerini düzgün şekilde yerine getiremeyebilir. Çevresel faktörlere ciddi anlamda müdahale edemesek de en azından onların vücudumuzda ortaya çıkardığı serbest radikal diye adlandırdığımız zararlı moleküllerden kendimizi koruyabiliriz. Bunun için sık sık su ve sabunla el yıkamak, çiğ yenmesi gereken besinleri yıkamadan tüketmemek, et ürünlerinin yeterli ve doğru şekilde pişirilmesini sağlamak, her renk sebze ve meyveden mevsiminde bolca ve taze tüketmek, düzenli olarak su içmek çare olabilir.

- Enfeksiyonlara karşı nasıl beslenmeliyiz?

Enfeksiyonlara karşı direnci artıran çinko; et, süt ve yumurtada da bolca bulunurken, bir diğer güçlü antioksidan olan beta karoten, kırmızı, turuncu ve sarı renkli sebze ve meyvelerde bulunur ve vücudun serbest radikallerden arınmasına yardımcı olur. Selenyum ise az miktarda bile tüm bağışıklık sistemini destekleyici etkiye sahiptir. Bu dönemde de enfeksiyonlara karşı direncimizi artıran ıhlamur, zencefil ve kuşburnu gibi sıcak içecekleri tüketebilir, ekinezya ve zerdeçal gibi anti-viral etkili besinlerden yararlanabiliriz.

- Vitamin kullanımı ile beslenme nasıl desteklenir?

Özellikle daha az miktarda ve tek tip beslenmeye meyilli yaşlılar, çok yoğun ve aktif çalışanlar, öğrenciler ve sporcular, bu aylarda mikro-besin yetersizliğinden olumsuz etkilenmemek için kendilerine uygun multi-vitaminlerden ve besin desteklerinden fayda görebilirler.

Yazının devamı...

Dijitalleşmede kadın eli

Tam 22 yıllık başarı öyküsünde pek çok organizasyonda yer alan, etkinlikler düzenleyen, pek çok ünlü isim ile çalışan, kıyafet tasarımı yapan, Vega Agency & Events’in kurucu ortağı Vildan Mumcu Özol’un başarı öyküsünü kendisinden dinledim…

- Pandemi sürecinde dünya neredeyse tümüyle dijital platformlara yöneldi. Hızla gelişmeye başlayan online iletişim ve markalaşma konusunda sizce dikkat edilmesi gerekenler nelerdir?

Öncelikle markalar dijital dünyada markalarını konumlandırmak istiyorlarsa, mutlaka bu konuda tecrübeli gerekli donanıma sahip kurumlarla iş birlikteliği yapmalı veya kendi içlerinde her bir kanalı ayrı profesyonellik isteyen dijital pazarlama ve iletişim bölümünde ilgili kadroları oluşturmalı. Bugün 360 derece tam hizmet ajanslarında marka yönetimi, dijital reklamlar, sosyal medya yönetimi, içerik pazarlama yönetimi, kreatif, prodüksiyon, etkinlik, yazılım gibi farklı kanallar tamamen bu alanlara özel yetişmiş profesyonellerle yönetiliyor.

Sektörde en sık karşılaşılan sorun, bütün bu süreçlerin bir-iki kişi tarafından yönetilmesini öngören markaların ne yazık ki istedikleri verimi elde edemeden hem zaman ve para kaybına uğramaları hem de sektörde rakiplere pay kaybetmeleri. Dolayısıyla en doğru yöntem, bu süreçleri profesyonel ekiplere emanet ederek tüm süreçlerin ölçülebilir olması sebebiyle sıklıkla denetim altında süreçlerin takibinin marka tarafından yapılması.

- Son dönemde her alanda öne çıkan dijitalleşmeyi, markalar ve müşteriler açısından olumlu ve olumsuz yanlarıyla değerlendirebilir misiniz?

Dijitalleşmenin markalar ve müşteriler açısından olumlu pek çok yönü var: Dijital teknolojiler ve dijital pazarlama kanalları daha geniş kitlelere, daha makul bütçelerle ulaşma imkanı veriyor, marka bilinirliği hızlı bir şekilde sağlanabilir duruma geliyor, verimlilik artıyor, markalar için dijital altyapıların sağladığı yeni iş modelleri ortaya çıkıyor, markalar kendi müşterileri ile özellikle sosyal medya kanalları aracılığıyla doğrudan iletişim kurabiliyor. Tüm bu teknolojilerin ve dijital pazarlama kanallarının kullanılmasında en dikkat edilmesi gereken konu, müşteri odaklılık... Artık tüm müşteriler kendilerini özel hissetmek istiyor. Bu bilinçle iyi hizmet ve kaliteli iletişimin dijital kanallarla çok hızlı yayılacağını düşünüyorum. Diğer taraftan kötü hizmet ve kalitesiz bir iletişimin de yine dijital kanallardan aynı hızla yayılacağını ve markaya da aynı hızla zarar vereceğini unutmamalı. Bu yüzden bence dijitaldeki kanallar mümkün olduğu kadar etkili ve profesyonel şekilde kullanmak konusunda markalar da artık yükümlü.

Bu kadar dijitalleştiğimiz bir ortamda, güvenlik en önemli risklerin başında geliyor. Tüm toplantılar online olarak gerçekleştiriliyor, tüm veriler uzaktan erişilebilir hale getirilmiş durumda. Dolayısıyla artık dijital güvenlik yine markaların kesinlikle üzerinde hassasiyetle durulması gereken konuların başında geliyor.

Yine dijital dönüşüme ve dijital iletişim kanallarına hızla ayak uyduramayan, bu konuda yavaş kalan markalar veya yeterli tecrübeye sahip olmayan kişi veya kurumlara iletişim ve pazarlama işlerini emanet eden çalışan gerek yatırdıkları bütçelerin karşılığını alamama, gerekse markasını dijitalde doğru konumlandıramama ve rakiplerinin gerisinde kalma sorununu yaşadığını sıklıkla görülüyor.

- Bir kadın girişimci olarak sektörde ve iş dünyasında sizin kişisel olarak ‘başarının anahtarı’ olarak gördüğünüz noktalar neler?

En önemli başarı anahtarı bence işini severek yapmak. Ne iş olursa olsun severek yapılmayan bir işin başarılı olmasının çok mümkün olduğunu düşünmüyorum. İşimizin modeli de değişse, şartları da değişse yine de o işe tutkuyla ve gerçekten aşkla bağlı olarak yapmak başarının ilk anahtarı. Bunun yanında asla vazgeçmemek, mutlaka disiplinle çalışmak ve yeniliklere açık olmak kesinlikle başarının diğer unsurları. Dünyada değişmeyen tek şey değişimin kendisi… Dolayısıyla hangi sektörde iş yaparsanız yapın muhakkak değişime açık olmanız, hızlı kararlar alarak bu değişimin bir paydaşı olmalısınız.

- İş hayatı, ev ve çocuk, blok yazarı olmak, seramik çalışmaları, dekorasyon, tekstil tasarım... Pek çok uğraşla aynı anda ilgileniyorsunuz. Tüm bu yoğunluk içinde zamanınızı nasıl planlıyorsunuz?

Tüm bunlar için aslında her zaman çok şükrediyorum. Her biri severek ve aşkla yaptığım işlerim. Hayatımın parçaları oldukları için de aslında hayatım bunları doğal akışı içerisinde kendi planını kendisi koyuyor. O anda hangi işle uğraşma konusunda kendimi yükselmiş hissediyorsam, geri kalan her şeyi bir kenara koyup o konuya konsantre oluyorum. Bu şekilde kendimi en verimli değerlendirebildiğimi düşünüyorum. Tabii bunların yanı sıra zaman yönetimimi doğru yapabilmek adına haftanın 7 günü sabah 05:00’de iyi bir kahve ile güne başlamak vazgeçilmez alışkanlığım.

- Kendi markalarını yaratmak isteyen yeni girişimcilere önerileriniz neler olabilir?

Bugün bir marka yaratmak dijitalle entegre olmadan mümkün değil. Mutlaka dijitalin iletişim gücünü arkanıza almanız şart. Dolayısıyla tüm girişimciler dijital pazarlamanın temel prensiplerini, dijital pazarlama kanallarını öğrenmek ve bu süreçleri gerek oluşturdukları iş modelleri nde gerekse pazarlama planlarında etkin şekilde nasıl kullanılacağını bilmeli. Bunun yanında yeni girişimcilerin yine unutmaması gereken en önemli nokta, müşterilerinin kim olduğunu bilmek müşterilerini doğru tanımak ve mutlaka yarattıkları markanın gelişiminde müşterilerinin de görüş ve önerilerine kulak vermek.

Müşterisini doğru tanımayan bir markanın herhangi bir şekilde başarılı olabilme imkanı söz konusu değil. İletişimin bu kadar kuvvetli olduğu bir dünyada, kendi markası ile ilgili her türlü gelişmeyi mutlaka anında açık ya şeffaf bir şekilde müşterileri ile paylaşmalı ve aldığı geri bildirimlerle gerekiyorsa işi 'pivot' ederek mutlaka bu iletişimi markasının gelişiminde etkin olarak kullanmalı.

Yazının devamı...

Edebiyatta NFT öncüsü oldu

İkinci kitabı ‘Proti Adası’nın Esrarı’nı yakın zamanda yayınlayan Zeynep Bugay, tüm seriyi tasarlamasına sebebiyet veren ‘Anne’ isimli öyküsünü NFT (Non Fungible Tokens) teknolojisi ile 3 Etherium yaklaşık olarak 12.520 dolar karşılığında sattı.

Dünya’nın ve ülkemizin gündeminde oldukça büyük yer tutan ve farklı sektörlerde olduğu gibi sanat alanında da üretilerin dijitalleşmesine aracı olan NFT teknolojisi çığır açmaya devam ediyor. Son zamanlarda NFT ile blockchain (blok zinciri) alt yapısına bağlanarak, taklit edilme riskini ortadan kaldırmak suretiyle hem sanatçıların eserlerinin orijinalitesinin korunabildiği hem de eserlerin tüm dünyadan farklı alıcılarla buluşturulduğu günümüzde, değerli yazar Zeynep Bugay’ın daha önce hiçbir yerde yayınlanmamış, tek sayfalık ‘Anne’ isimli hikayesi de NFT teknolojisi ile Rarible.com'da satıldı. Kendisi ile kariyeri, yeni kitabı ‘Proti Adası'nın Esrarı’ ve NFT macerasıyla ilgili kısa bir sohbet ettik.

- İlk kitabınız ‘Sevgili Nasıl Bulunur?’un ardından yeni kitabınızı bu kez bambaşka bir tarzda yayınladınız. ‘Proti Adasının Esrarı’ fantastik hikayesini kafanızda oluşturan o ‘ilk kıvılcım’ dediğiniz şey ne oldu?

Anlatmayı hayal ettiğim öykü için herkesi ortak bir noktada yakalayacak tanıdık bir duygu, müşterek bir olgu yakalamak ve o tanıdık duyguyla, o bilindik olgunun da etrafına bezeyebileceğim fantastik öğelerden hasıl edilmiş bir kurgu örgüsü oluşturabilmek istiyordum. Bunu kotarabilmek için göze görünen, aşikâr olduğunu düşündüğümüz her türlü unsuru farklı bir çerçeveden anlamaya, onların temel fonksiyonlarının dışında nasıl konumlandırabileceklerini düşünmeye, hayal etmeye gayret eden bir bakış açısı geliştirmeye çabaladım. Su olgusunun yaşamın başlangıcı, rahim, doğum, annelik, bereket temalarıyla olan bağlantısı, benim suya (denize, göle, okyanusa, dereye, şelaleye) olan ciddi düşkünlüğüm ve sevgim, ada unsurunun da gizli, saklı olanı suyun kutsiyeti ve doğal koruması sayesinde içinde barındıran yanıyla, yazacağım öykünün adada geçmesinin bana anlatacak çok değerli bir malzeme sunacağına kanaat getirdim. 40 yıldır yazları gittiğim adamızı, Kınalıada’yı kaleme almak istediğim hikayem için kayda değer bir kahraman, merak uyandırabilecek yan karakterler, ilgi çekici meskenler ve ana öykünün içinde dile getirebileceğim farklı destek hikayeler de sunabilir mi diye alıcı gözle incelemeye başladım.

Gece çok geç vakitlerde, ev ahalisi yattıktan sonra karanlıkta, tenhada, izbede gezip veya sabah çok erkenden, güneş doğuşunda evlerin, sokakların farklı yüz ve renklerini yakalamaya çalışıp, o duyguyu inatla kovaladım diyebilirim. Sonra bir gün, adamızın bana göre en zarif yapılarından birisi olan Poyrazlı Köşk'ün önünde, "Burada, Ada'nın Şövalyesi de olan Mars Tanrı'sı yaşasın, Proti Ada'sının ve organik anlamda bağlı olduğu diğer tüm Prens Adaları'nın da, kaderi onun kayıp kılıcının bulunmasına tabiyken, adanın insan sakinlerinin farkında olmadığı ama adanın bitki, tabiat örtüsü, hayvan dokusunun birebir içinde olup, deneyimleyeceği bir güç savaşı yaşansın" diyerekten yola çıktım. Adada, 2012 yılının kış zamanında, kızım Lea'nın babasının ekmek fırını önünde aç biilaç bir halde bulduğu Tekir İran kedim Gofret'i de yokluk ve sevgisizliğe meydan okuyarak, 2 sene boyunca adada hayatta kalma savaşında başarılı olduğu için ana kahraman olarak öyküme hemhal etmeyi duygusal anlamda uygun ve heyecan verici buldum. Zaten onunla ilgili 2016 yılının Mart ayında ‘Anne’ isimli kısa bir öykü yazmıştım. O hikayede Gofret'in maruz bırakıldığı yalnızlık ve mecburi yuva arayışı temaları bana bu kitapta nereden başlamam gerektiği konusunda yol gösterici oldu. Hepsinin toplamı sayesinde de tüm seriyi tasarlayıp, bu kitabı yazabildim diyebilirim...

- Fantastik bir hikaye oluştururken kurguladığınız dünya, olay örgüsü ve karakterler aslında sıfırdan yaratılıyor. Bu yaratımlar sırasında nelerden yararlandınız? Mesela, karakterlerinize isim bulma konusunda zorladınız mı?

Yaradılış sürecinin kendisi, kendi içerisinde döngüler ve tekrarlardan ibaret olduğu için daima tarihin tekerrür ettiğine atıfta bulunuruz. O sebeple, tarihi unsurları iyi bilmek gelecekte de var olacak yapıları, olayları doğru analiz edebilmek ve tahmin edebilmek adına çok gereklidir. Dolayısıyla, hayatın hiçbir aşamasında tamamen orijinal, sıfırdan, hiç esinlenilmemiş bir şey yaratmanın çok mümkün olduğuna inanmıyorum. Mutlaka ki benim üretim de hiç var olmamış bir şeyin bir anda ortaya çıkması değil; biraz bile olsa tanıdık gelen duygu, olgu ve olay örgülerinin farklı çehrelerde, tonlarda anlatımından ibaret. Farklılığı sağlayan unsurun bilhassa öykü anlatıcılığında dilin kullanımı olduğunu düşünüyorum ve 42 yaşıma girecek olmama rağmen yaşıtlarımın çok ötesinde, çok nitelikli ve oldukça zengin bir Türkçe kullanabiliyor olmamın bana ciddi bir avantaj sağladığına inanıyorum. Tüm bunların yanı sıra, 2009 senesinden günümüze dek, çok sayıda içrek grubun özel eğitimlerine katılmak suretiyle, farklı alanlarda; kozmoloji, felsefe, simya, hermetizm, uranyen astroloji, taroloji, okultizm vb. ve halen de çok farklı içerikteki konuları öğrenmeye çok ciddi bir disiplinle emek veriyor olmamdan ötürü, oradan gelen bilgisel donanımın bana sağladığı artıyı karakterlerin tasviri ve adlandırılmasında da kullanıyorum diyebilirim.

- Kitabınızdaki hikayeyi, intak yani insan dışı varlıkları konuşturma sanatıyla anlatıyorsunuz. Bana kalırsa hikayenizi anlatmak için oldukça zorlu bir yol seçmişsiniz. Kedi Mırmır’ın gözünden bizim de okurken hayalimizde canlanan o fantastik dünyayı betimlerken nasıl bir ön çalışma yaptınız, nelerden yararlandınız?

Yazarların seçimlerinin hayal dünyaları kadar bireysel yaşamlarıyla da bir anlamda özdeşik olduğuna inanıyorum. Benim dışarıdan çok özenilesi, içine girmeniz halinde de duygusal manada çok çileli ve güç bir yaşantım var. Katlanmak zorunda kaldıklarımın beni her seferinde daha da büyüttüğüne, ruhumda farklı ve kalıcı bir başka delik açıp, bir manada beni yaralarken veya sakatlarken farklı kabiliyetlerimi de elde olmaksızın uyandırdığına inanıyorum. Yani zor bir şeyler deniyorsam, boyumu aşacak şeylere hadsizce, hiç hesaplamaksızın cesaret gösterdiğim için değil, çok naif bir şekilde o yükün altından kalkma umuduyla bunu yaptığımı söyleyebilirim.

Mırmır'ın dünyası ilk kitapta adanın doğal habitatından ibaretken, ikinci kitapta aklımıza gelmeyen uzay zaman bağlantıları, yeniden doğum ve ölüm döngüleri kurguya dahil olarak, okuyucuya gerçekten başka türlü, fantastik öğeleri ciddi manada zenginleşmiş bir dünya sunacak. Bu durumda, ilk kitapta ısınma turları dahilinde yapısallığı daha akla yatar bir noktada tuttuğumu ve sadece görünmeyen unsurları dillendirerek güçlüğü belli bir kademede tutup, kendime, seçtiğim zorlu yola alışma süresi tanıdığımı söyleyebiliriz.

- ‘Proti Adası’nın Esrarı’ bir seri olarak devam edecek anladığım kadarıyla… Serinin devamında hikayenin geçtiği ana mekan yine Kınalıada mı olacak?

Ana olay örgüsünün merkezi Kınalıada olacak gibi gözüküyor. İkinci kitapta Antares, Regulus, Sirius gibi yıldız bağlantılarını da kurguya kattım. Ama serinin şu anda kaleme aldığım üçüncü kitabında Neptün'den gelen mahir bir suikastçı takımından tutun da denizin dibinde 1300 metrelik bir uçurum olarak nitelendirebileceğimiz Çınarcık Çukuru'na, batık ada Vordonisi'ye kadar pek çok farklı noktayı da anlatıyorum. Beni ne korkutuyor, ne heyecanlandırıyor veya bana ne hayal kurdurtuyorsa onu öyküye uygun bir matematik dahilinde sokmayı seviyor.

- Kitabınızda bulunmayan ama tüm seriyi tasarlamanıza sebep olan ‘Anne’ isimli ilk öykünüzün, dünyanın son yıllarda ilgi gösterdiği kripto para birimi olan NFT teknolojisi ile satışını gerçekleştirdiniz. Üstelik 3 Ethereum’dan yani bugunki karşılığıyla yaklaşık 12.500 dolar gibi çok ciddi bir fiyata... Sanırım bu Türkiye’de ilk olan bir gelişme, bunun hikayesini ve neden böyle bir şey yaptığınızı anlatır mısınız? Dünyada bunun başka bir örneği var mı?

Dijital alandaki her türden yeniliği ve girişimi, hatta tersine mühendislik akımlarının da büyük bir kısmını merak ve ilgiyle takip ediyorum. NFT teknolojisi de bu güncel yapının bir parçası ve fiziksel bir üretinin ya da eserin blockchain (blok zinciri) altyapısıyla dijitalizasyonunu sağlayarak, eseri tek ve eşsiz olacak bir şekilde kimliklendirmeye yarıyor. NFT'ler genelde dijital sanat eserlerini satmak ve satın almak için kullanılıyor; dijital bir resim, bir müzik dosyası, fiziksel nesnelerin görüntüleri hatta tweet'ler bile bu kapsama girebiliyor. Yani bir resim koleksiyoneri NFT ile bir eser satın aldığında duvarına asacağı bir tuval edinmek yerine jpg formatında görsel alıp, ödemeyi de kağıt para yerine kripto para birimlerinden birisi olan Ethereum ile yapıyor. Ancak tüm bu anlattıklarım çok zor ve kafa karıştırcı bir uygulamaymışçasına da NFT'yi gözünüzde büyütmesin. Herkes bir NFT oluşturabilir. Bunun için bir NFT pazarına (OpenSea, Mintable, Nifty Gateway, Rarible gibi) içeriğinizi yüklemeniz, dijital bir cüzdan edinmeniz ve satışı da tamamlamak için ne türden kripto para birimlerine ihtiyacınız varsa onları almanız yeterli olacaktır.

Ben, ‘Proti Adası'nın Esrarı’nı 2019 senesinin yazının sonunda kaleme almaya başladım. Fakat tüm o macerayı anlatabilmeme sebebiyet veren, beni kitaba esinlendiren orijinal öyküm, 2016 yılının Mart ayında, bir gün düz bir kağıda karaladığım, tek sayfalık ve bu kitaba da asla katmadığım ‘Anne’ isimli hikayemdi. Kedim Gofret yani hikayedeki adıyla Mırmır'ın öz annesinden kopartılıp, bir hediye olarak Kınalıada'da ilkokul öğretmenliği yapan Şükran Hanım'a verilişi, onun o ayrılış esnasında yaşadığı korku, kaygı ve hayal kırıklığının onu annesinden çekip kopartanlar tarafından hiç umursanmaması ve maruz kaldığı tüm o yalnızlığı anlattığım o ilk öykümü yaygın kullanılan NFT pazarlarından birisi olan www.rarible.com'a yüklemeye karar verdim. Çünkü bu hikaye, kitaba dair olan ilk ve tek çalışmamdı; tanımlandırılması için Rarible sisteminin talep ettiği açıklamaları da ekledikten sonra ‘mining’i (kripto madenciliği) yapılarak, eserin ücreti belirlendi. Satışa sunmamın hemen ardından, 1 gün gibi kısa bir süre sonra da çok ciddi bir rakama alıcı buldu. Güncelliği yakalayan, ilk niteliğinde bir işe imza attığım ve edebiyat alanında dijitalizasyonun ehemmiyetini tüm Türkiye'ye vurgulayacak şekilde öncü olduğum için çok mutluyum.

Bunu yakında 42 yaşına girecek olan, X kuşağının bir mensubunun yapabilmiş olmasının da ayrı bir takdir unsuru olduğuna inanıyorum. Dünyada bunun emsali olduğundan eminim; örnekler mutlaka ki vardır ama Türkiye'nin NFT ile bu denli kısa bir zaman zarfında, böylesi ciddi bir rakama satılan ilk, tek ve biricik öyküsünün bana ait olması sebebiyle haklı bir gurur yaşıyorum, koltuklarım kabarıyor desem yeridir.

Yazının devamı...

Oruç tutarken bunlara dikkat!

Ramazan ayı boyunca değişen beslenme düzeninde nelere dikkat edilmeli, vücudu desteklemek için neler yapılmalı sorularımızın yanıtlarını Herbalife Nutrition Beslenme Danışma Kurulu Üyesi Beslenme ve Diyet Uzmanı Berrin Yiğit’ten aldık. Yiğit ayrıca iftar ve sahur için beslenme önerilerinde de bulundu.

- Ramazan ile birlikte değişen beslenme düzeninde nelere dikkat etmeliyiz?

Ramazan ayında dikkat edilmesi gereken en önemli konunun su tüketimi olduğunu düşünüyorum. Genellikle ‘ezan okunmadan içebildiğim kadar içeyim de susamayayım’ veya ‘gün içinde susamamak için bolca çay içeyim’ mantığıyla yola çıkıyoruz. Aslında yapacağımız şey oldukça basit. Orucumuzu 1-2 bardak su ile açtıktan sonra iftarla sahur arasında 1-1,5 litre, sahurda da 0,5 litre kadar su içerek vücudumuzun ihtiyacı olan suyu karşılamış oluruz.

Gün içerisinde halsizlik, baş ağrısı gibi durumlar yaşamamak adına karbonhidrat protein ve yağ alımını optimal seviyede tutmalıyız. Özellikle kas kayıplarının oluşmaması ve uzun süreli tokluğun sağlanması için süt ve süt ürünleri, peynir ve yumurta tüketimine dikkat edilmeli. Karbonhidrat kaynaklarından tam tahılları ve yağ kaynaklarından kaliteli olanları tercih etmek de bir o kadar önemli.

Ramazan’da kabızlık çok sık görülen bir problemdir. Yüksek lif içerikli kompleks karbonhidratlar olarak adlandırdığımız gruptan tam tahıllı unlar, karabuğday, bulgur, kinoa ve kuru baklagilleri tercih etmeliyiz. Yağlara gelecek olursak birincil olarak Akdeniz Diyetinin göz bebeği zeytinyağı yemeklerimizin ve sofralarımızın vazgeçilmezi olmalı. Ancak sağlıklı diye bolca tüketilmemeli, tencere yemekleri piştikten sonra 2 yemek kaşığı zeytinyağı, salatalara ise kişi sayısına göre 1’er yemek kaşığını geçmeyecek kadar zeytinyağı konulabilir. Yağların bir diğer sağlıklı alternatifi de kabuklu yemişler. Özellikle sahurda ceviz, badem, fındık türevlerini mutlaka bulundurmalıyız. Burada dikkat edilmesi gereken nokta kabuklu yemişlerin çiğ olarak ve avuç içi kadar tüketilmesidir.

Vitamin-mineral eksiklikleri yaşamamak adına günde 5 porsiyon sebze ve meyve tüketimini de es geçmemek gerekir. Ara öğünlerde 1 porsiyon kadar taze veya kuru meyve tüketilmeli.

- Vücudu desteklemek için vitamin kullanmalı mıyız?

Hem bağışıklığı güçlendirmesi hem vücuda destek olması adına C ve D vitamini kullanmak mantıklı olabilir. Bağırsak tembelliklerini engellemek için probiyotik, prebiyotik takviyeleri kullanılabilir.

-Örnek bir iftar mönüsü nasıl olmalı?

Öncelikle oruç tutmanın ruh ve beden temizliği olduğunu hatırlayarak, bu süreci sadece iftar ile sahur saatleri arasında deli gibi yemek yiyerek geçirmemek gerektiğini hatırlatmak isterim. Oruç açılırken, 1 bardak ılık su yanına 1-2 adet hurma ve 1 ceviz veya 1 kase yağ içeriği çok yüksek olmayan çorba (mercimek/yayla vb. pirinç, tahıl) içilebilir. 10-15 dakika ara verdikten sonra tabağın yarısı etli sebze yemeği, kalan yarısı ise 3-4 yemek kaşığı yoğurt ve 3-4 yemek kaşığı bulgur pilavı ve yanında bolca salata tüketilebilir. Bir diğer alternatif 8 yemek kaşığı etli kuru baklagil yemeği yanında, salata ve 1 kase cacık şeklinde çeşitlendirilebilir. Önemli olan tüm besin gruplarından kaliteli olanları yeterli ve dengeli bir şekilde tabağa yerleştirmektir.

- Örnek bir sahur mönüsü nasıl olmalı?

Öncelikle iftar ile sahur arasından bolca su tüketmeye ve 1 porsiyon meyve + 1 bardak kefir veya yoğurt ile mini bir ara öğün yapmaya özen gösterilmeli. Sahur ise daha hafif olması, mideyi rahatsız etmemesi ve doyurucu olması için kahvaltı havasında geçirilmeli.

Mantarlı omlet

Bolca limonlu dereotu, maydanoz, roka

3 adet ceviz/ 1 avuç çiğ fındık/ 5-6 adet badem

1-2 dilim tam tahıllı/ çavdarlı veya ekşi mayalı ekmek

1 porsiyon meyve

Veya

3-4 yemek kaşığı yulafı 1 bardak sütle pişirip, üzerine 1 porsiyon mevsim meyvesi, 1 tatlı kaşığı keten tohumu veya chia, 2-3 adet ceviz ve hindistan cevizi tozu ve tarçın eklenebilir.

Veya

2 dilim esmer ekmeğe beyaz peynirli yağsız tost

Bolca söğüş

1bardak ayran

1 adet haşlanmış yumurta

3 adet zeytin ile tüketilebilir.

- Ramazan boyunca kilo alıp vermeyi nasıl kontrol altında tutabiliriz?

Ramazan ayında kilo kontrolü adına en çok dikkat edilmesi gereken şey öğünleri doğru şekilde bölebilmek. Zamanımız kısıtlı, fakat doğru bir planlama yaparsak ara öğünleri de beslenmemize ekleyerek, metabolizma hızımızın düşmesini engelleyebiliriz.

Örneğin iftardan 2-2,5 saat sonra kefirle beraber kabuklu yemişler yemek doğru bir ara öğün tercihi oluşturmanın yanı sıra, bağırsaklarımızın da rahatlamasına yardımcı olacaktır. Özellikle sindirim sistemimizin rahatlamasına ve metabolizmayı hızlandırmak için iftar sonrası bitki çayları tüketimi çok önemli. Hem bağışıklığın desteklenmesi ve hem yorgunluğun azalmasına destek olduğu için uykuya muhakkak dikkat edilmelidir. Dolayısıyla iftar ve sahur arasında uyumaya ve sahur için muhakkak uyanmaya özen göstermeliyiz. Ancak burada altını çizmek istediğim şey, yemeklerden hemen sonra uyumamak. Mümkün mertebe bedeni aktif tutmaya çalışmalıyız. İftar sonrası yürüyüş veya hafif bir spor yapılabilir. Ramazan’da kilo vermeye odaklanmaktan ziyade bedeni ve ruhu beslenmeye odaklanmak gerekir. Dolayısıyla beyni bu konuda strese sokmaktan da kaçının. Ancak doğru besinleri bilinçli bir şekilde ve porsiyon kontrolünde beslenmemize ekleyerek kilo vermek de mümkündür.

Yazının devamı...

Umut dolu bir girişim öyküsü

Ece Çiftçi, lise yıllarında başladığı sosyal sorumluluk projelerine, 2013 yılında SosyalBen Derneği’ni kurarak resmiyet kazandırdı. Sonrasında tüm sosyal sorumluluk çalışmalarını SosyalBen Vakfı çatısı altında topladı. Kendisiyle, doğum gününde başlattığı kampanya sayesinde geçtiğimiz haftalarda Şanlıurfa'da hayata geçirdiği Umut Parkı’nın heyecanını yaşadığı bir sırada konuşma fırsatı bulduk...

- Sosyal girişimcilik yolculuğunuz Umut Parkı ile nasıl kesişti?

Çocukluğumdan beri ailem tarafından imkânı olmayanlara elimden geldiğince destek olma vizyonuyla yetiştirildim. Dediğiniz gibi, sosyal girişimcilik bir yolculuk. Bu yolda farklı dönemeçleriniz olabiliyor. Çocuklarla iç içe çalışan bir vakıf olduğumuz için yaşamda birçok eksiklik de görülebiliyor. Bunlardan biri de çocuklarının hayatlarının en hareketli dönemlerinde oyun oynama hakkının, onların beslenme, sağlık, barınma ve eğitim gibi en temel ihtiyaçları arasında görülmemesi. Çocukların oyun hakkından mahrum kalmasının ciddi sonuçları var. Benim dönemecim de bu hakka vurgu yapmak adına 15 Kasım 2020’de yani doğum günümde sevdiklerimden bağış kampanyama destek isteyerek gerçekleşti. 4 gün gibi kısa bir sürede çok güzel bir rakama ulaştık. Sosyal medyanın gücüne çok hâkimdik fakat bu gücün çocukların gülümsemelerine neden olması tarifi imkânsız bir mutluluk.

- Geçtiğimiz günlerde hizmete giren Umut Parkı’nın oluşum sürecinden bahsedebilir misiniz?

Bireysel olarak sosyal fayda yaratmaya Şanlıurfa’da başladım. Bu yüzden Urfa’nın bendeki yeri çok başka. Önceki soruda yanıtladığım gibi geçtiğimiz yıl doğum günümde başlattığım kampanyayla bağış toplayarak parkı olmayan bir okulda öğrenim gören çocuklara oyun parkı hediye etmeyi hayal ettim. Çünkü biliyorum ki, oyun oynamak her çocuğun hakkı. Sosyal medyanın gücüyle sesimizi büyük bir kitleye duyurarak güzel miktarda bağış topladık. Sosyal medyanın yadsınamaz gücü istenirse kolaylıkla iyiliğe dönüştürülebilir. Bu esnada parkın adının ne olması gerektiğini düşünürken bu isme, hayallerimi dünyaya inandırmamda yanımda olan takipçilerimle karar vermek istedim. Sosyal medya paylaşımlarım sonucunda Şanlıurfa’nın Viranşehir ilçesinde bulunan Çiftçiler İlkokulu’na inşa edilecek parkın isminin ‘Umut Parkı’ olmasına takipçilerimin oy çokluğuyla karar verdik. ‘Umut’ kelimesi içinde pek çok güzel enerji barındırıyor. Bu enerjiyle size güzel bir haber daha vermek isterim. Şanlıurfa’dan sonra 2. Umut Parkı’mızı 23 Nisan’da Kars’ın Digor ilçesinde bulunan Hisarönü İlkokulu’nda öğrenim gören çocuklarla buluşturmaya karar verdik..

- Gelecekte daha fazla Umut Parkı görecek miyiz?

Umut Parkı, tüm çocukların oyun oynama hakkına erişebilmeleri amacıyla 15 Kasım 2020 yılındaki doğum günümde hediye yerine sevdiklerimden gelen bağışlarla başlattığım bir projedir. Yılın belli zamanlarında bağış kampanyaları ya da sponsorluk ile finanse edilerek yeni Umut Parkları açılmasını hedefliyoruz. Montaigne’in şu sözünü Umut Parkı yolculuğumda ayrıca ışık edindim: “Çocukların oyunu, oyun değil, onların en ciddi uğraşıdır.”

- Parkın hayata geçiş sürecinde karşılaştığınız duygusal anları bizimle paylaşabilir misiniz?

Umut Parkı süreci hiç unutmayacağım anları içinde barındırıyor. Şanlıurfa, başında olduğum vakfın temellerinin atıldığı yer olduğu için bendeki yeri çok ayrı. Şanlıurfa’ya adım attığım ve şehrin havasını içime çektiğim zaman müthiş anlar yaşayacağımdan ve yaşatacağımdan emindim. Hiç bağımı koparmadığım Şanlıurfa’daki ilk öğrencilerim açılışta beni yalnız bırakmadılar. Onlarla karşılaşmak gönüllülüğün bağlayıcı niteliğine dikkat çekiyor. Esmanur ve İsa ile tekrar bir araya gelmek tarifsiz bir duyguydu. Esmanur Dağlı, şuan Bursa Teknik Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nde eğitim görüyor. Esmanur, aynı zamanda genç bir kadın girişimci. İsa Dinler ise Çukurova Üniversitesi’nde BESYO öğrencisi. İsa, Spor Atölyesi’nde masa tenisi oynuyordu. Hobisini ve yeteneğini kariyerine dönüştürebildiği için çok mutluyum. Kendisi de SosyalBen ile tanıştıktan sonra hayatındaki en büyük değişikliğin hayallerini gerçekleştirmek adına attığı adımlar olduğunu söylüyor. Bundan sonraki süreçte de bu tarz başarı örnekleriyle karşılaşmayı sabırsızlıkla bekliyorum. Umut olmaya, başka nice Umut Parkları yapmaya devam edeceğiz…

Yazının devamı...

Oyunculuktan veterinerliğe

90'ların sevilen dizisi ‘Çarli’nin sevilen karakterlerinden biri olan Cilvenaz karakterini canlandıran Mine Çağlar Kondu, kariyerini oyunculuk dışında bambaşka bir alana yönlendirdi. Çocukluğundan beri çok sevdiği hayvanlarla ilgilenebilmek için önce İstanbul Üniversitesi’nde ardından yurt dışında veterinerlik alanında eğitimler aldı. Mine Çağlar Kondu, her veteriner gibi sadece kedi köpek kuş gibi değil de tavşan kaplumbağa ve egzotik hayvanlar üzerine de aranan isimler arasında. Kondu ile oyunculuktan bilime uzanan yolcuğunu konuştuk…

- Sizi yıllar önce ‘Çarli’ dizisindeki Cilvenaz olarak tanıdık, Çağlar Kondu‘nun hayatında o günlerden bugünlere neler değişti?

Açıkçası çok şey değişti, çünkü 20 yıldan uzun bir süreden bahsediyoruz. O zamanlar üniversite öğrencisiyken, şimdi 20 yıllık klinik hekimim. Uzun eğitimler ve çabalar sonunda çok istediğim bir alan olan onkolojik cerrahi üzerine yoğunlaşmaya başladım. Hayallerimi gerçekleştirdim diyebilirim.

- Dizi oyunculuğuna nasıl karar vermiştiniz?

O dönem hem Veteriner Fakültesi’nde okuyordum, hem de bir ajansa kayıtlı olarak modellik ve reklam oyunculuğu yapıyordum. Çarli dizisine girişim ise tamamen tesadüfi. Bir gün spor salonunda çalışırken o zamanlar Çarli'nin yapımcısı Taylan Biraderler’den Burçin bana yaklaştı ve simamın tanıdık geldiğini, oyunculuk yapıp yapmadığımı sordu. O zamanlar epey bir reklam filmim ve dergilerde fotoğraflarım vardı. Sonrasında projeden bahsetti, görüşmeye gittim ve ‘Cilvenaz’ rolüne seçildim. Aslında herkes ‘Çarli'yi hatırlıyor, belki o dönem pek sitcom olmadığından, özellikle de içinde bir hayvan bulunan dizi olarak ilkti sanırım. Sonrasında ‘Sıcak Saatler’, ‘Mavi Düşler’, ‘Ayşecik’ gibi başka dizilerde de oynadım.

- Daha sonra oyunculuğu bıraktınız bambaşka bir alana yöneldiniz. Doktor olup sonradan oyuncu veya şarkıcı olana çok rastladık. Ama siz oyuncu olup veteriner hekimliği seçtiniz. Bu dönüşümü anlatır mısınız?

Çünkü asıl amacım oyuncu olmak değildi, zaten veterinerlik öğrencisiydim o dönem. Aslında çok insan oyunculuğa devam etmem için baskı yaptı, seçimimi garip buldu. O zamanlar veteriner hekimlik böyle popüler değildi, birçok kişi tesadüfen okula giriyordu. Ben okula girdiğim zaman ciddi ciddi kasap mı olacaksın diye sormuşlardı mesela. Şimdi ise birçok kişinin hayali veteriner hekim olmak. Bu anlamda meslek çok gelişti ve bu da beni mutlu ediyor. O dönem oyunculuğa okulum elverdiği sürece devam edebildim, ancak bir süre sonra çok zorlanmaya başladım. Örneğin, ‘Sıcak Saatler’ setinde benim sahnelerim hep pazar çekiliyordu ve pazartesi sabaha kadar sürüyordu.

Setten doğrudan okula gitmek zorunda kalıyordum. Bir süre sonra tabii derslerim çok aksamaya başladı. Bizim okulumuz çok zor bir okul. Hem tıbbın her alanını öğreniyorsunuz, hem de bunu birçok farklı hayvan anatomisi için ayrı ayrı bilmeniz gerekiyor. Böyle bir tempoyla okul bir arada gidemiyordu, seçim yapmam gerekti ki zaten başından beri asıl isteğim kendi mesleğimdi. Okulu bu şekilde bitiremeyeceğimi anladığım an oyunculuğu bıraktım. Zaten oyuncuyum demem de çok doğru değil bence, bu işe yıllarını vermiş, eğitimini almış kişilere haksızlık olur. Benimkisi bir hobiydi, elimden geldiğince rolümü canlandırdım. Bu arada televizyon sektörünü tamamen bıraktım denemez. Veteriner hekim olduktan sonra iki alanın birleştiği projelerde görev almaya devam ettim. Show TV'de ‘Can Dostum'da jüri üyesiydim. TRT'nin bazı hayvanlarla ilgili projelerine danışmanlık yaptım. TRT Okul ‘Aileden Biri’ programının ise hem sundum, hem de hazırlığının birçok aşamasında görev aldım.

- Mesleğinizi nasıl tanımlıyorsunuz?

Veteriner hekimler sadece pet kliniklerinde değil, ekonomik değeri olan hayvan çiftliklerinde, et ve süt gibi gıda alanları, ilaç sektörleri gibi birçok alanda faal. Ben başından beri küçük hayvanlarla ilgilenmek istiyordum, bu nedenle bu alana yöneldim. Klinisyen hekim olmak kolay diyemem, geceniz gündüzünüz yok. Beşeri hekimlikte doktorlar genelde dahiliye, cerrahi, doğum vb gibi belli bir alanı seçiyor ve sadece o alandaki vakalarla ilgileniyor. Biz klinisyenler ise bunların hepsine birden bakıyoruz. Son zamanlarda branşlaşmaya başlayan meslektaşların artmasıyla özel dal klinikleri açılmaya başladı.

Ancak bu sayı şimdilk çok az, genel olarak klinisyen hekimler tıbbın tüm alanlarıyla ilgilenmek zorunda. Mesela sabah güne deri problemli bir köpekle başlıyorsunuz, dermatolog oluyorsunuz, arkasından tümörlü bir vakanız geliyor, bunun hem cerrahisini yapıp onkolojik cerrah oluyorsunuz, hem de sonrasında yapılacak ek tedavilere de karar vermeniz gerekiyor yani onkolog oluyorsunuz. Arkasından diş problemli bir hayvan geliyor, onların dişlerine müdahale ediyorsunuz, oldunuz diş hekimi. Bacağını kırmış bir köpek geliyor, kırığı plak veya pinle fikse ediyorsunuz, ortopedist oluyorsunuz. Hamile bebişlere ultrasonla bakıyorsunuz, gerek olursa sezaryen yapıyorsunuz, oldunuz doğum uzmanı.

Bu örnekler sonsuz. Bir de tüm bu işlemleri tek bir anatomiye değil, ilgi alanınıza göre birçok farklı anatomiye uyguluyorsunuz. İlaçların dozları her tür için farklı olduğu gibi, bir de aynı tür içinde bile farklılıklar olabiliyor. Örneğin uyuz için köpeklerde sık kullanılan bir ilaç, belli köpek türlerini zehirleyebiliyor. Sizin bu türleri bilmeniz gerekiyor. Ya da normalde kedi köpekte sık kullanılan antibiyotiklerin birçoğu guinea pig, tavşan gibi küçük hayvanları öldürebiliyor. Kısacası bizim meslekte çok ama çok fazla bilinmesi gereken bilgi var. Ama bence bu çeşitlilik mesleğe heyecan katıyor.

- Başarılı bir hekim olarak sizin bu alanda başarılı olmak isteyen yeni veteriner hekim adayları için önerileriniz neler?

Çok çalışmak ve sürekli günceli takip etmek. Tıbbın her alanı gibi bizim mesleğimiz de sürekli gelişiyor. Literatürü takip etmek, kongrelere katılmak, ilgi alanınızla ilgili kurslara düzenli gitmek önemli.

- Veteriner hekimliğin en keyif aldığınız ve sizi en çok sıkıntıya sokan yönleri neler?

Keyif aldığım anlar çok fazla. Bizim mesleğin çok ciddi bir manevi tatmini var. Mesela koma halinde gelen bir hastanın kendine gelip de elinizdeki mamayı yemeye başladığı o an tarifsiz. Zorlukları da saymakla bitmez. Herkes ne güzel tüm gün hayvanları seviyoruz diye düşünüyor. Ama gerçeği öyle değil, canla uğraşıyorsunuz bir kere, aşırı stresli bir iş. Her işte olduğu gibi insan faktörü var, hayvanlar tek başlarına gelmiyorlar kliniğe. Bazen aşırı gergin hasta sahipleri sizi çok yorabiliyor, doğal olarak onların endişelerini gidermenizi, rahatlatmanızı bekliyorlar. Ama beni en zorlayan kısmı işten bir an için bile kopamamak, zihnimi boşaltamamak. Acil bir durum olması ihtimalinden telefonumu asla kapatıp sakin sakin oturamıyorum mesela, telefonum ve whatsapp'ım hiç durmuyor, gün boyunca sorular vs. Belki kapatabilen vardır, ama ben genel olarak biraz mükemmeliyetçi de olduğum için elimde değil, o telde ışık yandı mı ne oldu diye bakmam gerekiyor.

- Kediler, köpekler dışında egzotik hayvanlarla ilgilenen sayılı hekimlerden birisiniz. Egzotik olarak tanımladığımız hangi hayvan türlerin tedavisi ile ilgileniyorsunuz? Genellikle ne tür sorunlar oluyor?

Ben kedi-köpek dışında daha çok tavşanlarla ve guinea pig, hamster, chinchilla gibi küçük kemirgenlerle ilgileniyorum. En fazla gördüğüm sorunları maalesef diş problemleri. Bunların bir kısmı genetik, ancak büyük bir kısmı da yanlış beslenmeden kaynaklanıyor. Her canlıda olduğu gibi bu türleri besleyenlerin de iyi araştırıp doğru şekilde bakımlarını yapmaları gerekli.

- Sizin de evinizde beslediğiniz canlarınız var mı?

Evet. Honey ve Tobby yaklaşık 2 yaşlarındaki kediciklerim. Bir de evimizin demirbaşı köpek dostum Ginger'ım var, kendisi 14 yaşında bir Golden Retriever.

Yazının devamı...

Nefes hayatınızı değiştirir

Bir günlük gazetede yazı işleri müdürüyken tanıştı nefes ile, bir daha da kopamadı. Dünün gazetecisi bugünün nefes koçu ve koç eğitmeni Hande Özcan, nefes ile ilgili merak edilenleri cevapladı.


- Öncelikle nefes nedir diye sormak istiyorum?

Yaşamın ta kendisidir. Yaşamımız ilk nefesle başlar, son nefesle sona erer. İşte bu iki nefes arasındaki süreyi nasıl geçirdiğimiz önemlidir. Nasıl nefes alıyorsak, onun yansıması olan bir hayat yaşıyoruz demektir. Yapılan araştırmalara göre, insanların yüzde 90'ı nefes kapasitesinin yüzde 30'unu kullanıyor. Yani sadece yüzde 30 oranında yaşıyor. Sevgiyi, aşkı, bereketi, coşkuyu, tüm güzellikleri yaşamına sadece yüzde 30 oranında kabul ediyor. Çünkü nefesi limitli olan kişiler, hayatı da limitli yaşar. Nefesimiz açıldıkça bu oran yükselir, hakkımız olanı almaya başlarız. O zaman yaşam renklenir, güzelleşir, genişler, rahatlar... Nefes hızlı, güçlü, etkili, hedefi tam 12'den vuran bir dönüşüm tekniğidir. Tek bir nefes seansı bile birkaç psikoterapiye eşdeğer bir çözülüm sağlayabilir. Düşünün ki bir yetişkin, dakikada ortalama 14 kere nefes alıp veriyor. Bu da 24 saatte 20.160 kez nefes alıp vermek demek. Yani günde yaklaşık 20 bin kere hatalı nefes alıp veriyoruz. Bunun bedenimizdeki, zihnimizdeki ve yaşamımızdaki olumsuz etkilerini kavramak için kahin olmaya gerek yok.

- Peki, nefesin bedenimizdeki ve zihnimizdeki dönüşümleri nasıl gerçekleşiyor?

Nefes, fiziksel, zihinsel ve duygusal etkilere yol açar. Fiziksel etkileri; beden, ihtiyacı olan oksijeni alır. Akciğer kapasitesi genişler. Hücreler oksijene doyar, bu da yaşlanma etkilerini geciktirir. Temiz kan dolaşımı sayesinde yorgunluk, uykusuzluk gibi sorunlar tarihe karışır. Beden, atık ve toksinlerden arınır. Hücre yenilenmesi başlar, bu da bağışıklık sistemimizi güçlendirir. Kanlı, canlı, enerjik oluruz. Ve unutmayın, kanser oksijenli hücrede barınamaz.

Zihinsel ve duygusal etkilerine bakacak olursak; koşullar ortadan kalkınca zihin durgunlaşır, netleşir. Zihindeki negatif düşünce sistemi, pozitif düşünce sistemine döner. Ezberler biter. Bilinçaltı temizliği yapıldığı için bastırılmış duygulardan arınma yaşanır. Geçmişte yaşanmış olumsuz duyguların etkileri hücre hafızasından silinir. Sevgi alanında hoşgörü, açılım, kabullenme sağlanır.

Farkındalık konusunda da etkileri var. Algıda değişim ve farklı bakış açıları meydana gelir. Çekim alanımız genişler, bu da daha önce fark etmediğiniz olasılıkları görmemizi sağlar. Bilinç düzeyinde artış yaşanır. An'da kalmayı deneyimlemeye başlarız, yaşamımıza denge ve huzur hakim olur. Olanı olduğu gibi kabullenme teslimiyeti deneyimlenir. Arzuladıklarımızda gerçek tatmini yaşarız, bu sayede de yaşamımıza doğal neşe gelir.

- Peki ama biz de nefes aldığımız halde niye dönüşümler yaşamıyoruz? Nerede hata yapıyoruz, niye açık nefese sahip değiliz?

İnsanların çoğu, göğüs kafesine bağlı bir kas olan diyaframı kullanmıyor. Doğru nefesin yolu, diyaframı kullanmaktan geçer. İşin doğrusu; tam, doğal ve bağlantılı nefestir. Bunu günlük hayatınızda yapamazsınız. Bu yüzden nefes tekniklerini bilmek gerekir. Bu teknikler sayesinde ağzınızdan nefes alıp vermeyi öğrenirsiniz. Nefesinizin bloke olduğu farklı bölgelerinize dokunur, gerekirse baskı uygular, o noktanın açılmasına vesile oluruz. Blokajlar açıldıkça siz çözülür, dönüşür, arınırsınız. Nefesin limitli olmasına gelince: Yaklaşık 2.5 yaşına kadar çocuklar, Allah'ın doğarken verdiği doğal nefesi devam ettirir. Ancak sonra anne-baba baskısı, cezalandırmalar, üstü örtülü tehditler, koşullu sevme mesajları başlar. Çocuk, her sıkıntılı durum yaşadığında nefesini tutmaya başlar. Bu durum yuvada, okulda süregelir. Yıllarca devam eden bu stresli, gerilimli, mutsuz ve tatminsiz sürecin yetişkinlerdeki sonuçlarını görebiliriz. Ondan sonrası çorap söküğü gibi gelir: Pişmanlıklar, korkular, endişeler, yorumlar, yargılar, travmalar, özgüvensizlik, kontrolcülük, öfke, kendinden ve hayattan keyif alamama... Bu listeyi uzatabilirsiniz.

- Sizin için de bu olumsuz durumlar geçerli miydi? Nasıl değişimler geçirdiniz?

Hem de nasıl... Ben Posta Gazetesi'nin Yazı İşleri Müdürü'yken, basın danışmanı olan bir arkadaşım aracılığıyla bir kitabın editörlüğü için teklif aldım. Nefes hakkında bir kitaptı. Ama konuyu bilmiyor, inanmıyordum. Gazeteciyim ya, tereddütlerim var... Yazıyı okuyorum ve çoğu şeyi anlamıyorum... "Nefesten önce şöyleydim, böyleydim ama nefes aldım, hepsi geçti" gibi bir cümle benim için anlamsızdı. Sandım ki, bir tür ‘Pollyannacılık’ oynamak lazım. Yazar baktı ki açıklamaları bana bir şey ifade etmiyor, bir nefes kampına davet etti. Gittim. Beşinci günün sonunda kamptan çıktığımda eski Hande gitmiş, yerine bambaşka biri gelmişti. Özgüvensizliğim, gelecek kaygılarım, geçmişle hesaplaşamama hallerim, pişmanlıklarım, kendime yüklenmelerim, şanssız olduğum inancı silinip gitmişti. Zihnimin sürekli beni korkutan, geri adım attıran, bana eziyet eden sesi sustuğu için dinginleştim, sakinleştim, huzuru buldum. Acayip büyük bir özgürlüktü o. Bağımlı bir ilişkim vardı mesela, o rayına oturdu. Kamptan sonra da sevgili hocam Neslihan Yavuzcan ile seanslarımız oldu.

Zaman içinde kontrolcülüğüm dengelendi. Kendimi yeniden sevdim, saygı duydum, affettim. Yüreğimdeki küçük Hande ile barıştım, onu kucakladım, ihmal ettiğim için özür diledim. Sandığım gibi yalnız olmadığımı, hepimizin bir ve bütün olduğumuzu öğrendim. İçimde müthiş bir coşku, yaşama arzusu, sevinç oluştu. O kadar ki yüzüme, asla kaybolmayan bir tebessüm yerleşti. Her şeye ve herkese gülüyorum hala ve bunun sebebini bilmiyorum. Sevgi böceği olup çıktım. Alınganlığım ve hep haklı çıkma ihtiyacım da kalmadı. Şükretmeyi öğrendim. Neslihan ile yaratımlar yaptık mesela, hep "Emekli olacağım, Bodrum'da yaşayacağım, bir İngiliz'den kelepir fiyatına ev alacağım" deyip durdum. Kimse bana inanmadı ama kırmamak için ses de çıkarmadı. Ne var ki, bu yaratım gerçekleşti. Şimdi emekliyim, İstanbul-Bodrum arasında mekik dokuyorum. İşte bu değişimlerim yüzünden koç olmak istedim. Hatta eğitmen de oldum. İstedim ki, nefesin bana kattıklarına başkalarının da sahip olmasına vesile olayım. Neslihan Yavuzcan eşliğinde eğitim aldım, sertifika sahibi oldum.

- Nefesi deneyimlemek isteyenler ne yapabilir?

Hiç nefes deneyimi yaşamamış olanların bunu kendi kendine uygulaması sakıncalı. Mutlaka bir nefes koçuyla çalışmalılar. Koçun deneyimli ve bilgiyi bilgeliğe dönüştürmüş olması, sertifikalı olmasından çok daha önemli. Nefesin olumlu etkilerini yaşamaya başladıklarında aslında o güne kadar doğru nefes almadıklarını görecekler. Tabii pek çok olumsuz duygularından da arınacaklar. Çünkü biliyoruz ki, insan korktuğu ve direnç gösterdiği şeyleri hayatına çeker. Ne kadar korkarsa bir şeyden, o kadar yaklaşır ona. Düşünüyorum da; tüm dünya doğru nefes alsaydı, nasıl bir cennette yaşıyor olurduk kim bilir.

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.