SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Tersine evrim - 2

Bu makale aslında "Kardashev medeniyet ölçeği üzerine" başlığı ile yayınlanacaktı ama daha önce yazdığım "Tersine evrim" başlıklı yazımın devamı gibi olduğundan "Tersine evrim - 2" başlığı ile yayınlıyorum. Aslında konumuz "Kardashev medeniyet ölçeği" merkezinde insanlığın medeniyette level atlamak için neleri gerçekleştirmesi gerektiğidir. Ben ilgi alanlarım yüzünden çokça bilim dergisi ve kitabı okuyorum. Genellikle parçacık fiziği, kozmoloji, teorik fizik üzerine kitaplar okuyorum ve bu kitaplarda sıkça "Kardashev medeniyet ölçeği"nden bahsediliyor. Kardashev ölçeği, Rus astrofizikçisi Nicolai Kardashev'in ortaya attığı bir medeniyet ölçütüdür. Bazı kaynaklarda biraz farklılık gösterse de genel olarak zeka sahibi bir medeniyetin gelişmişliği 3 sınıfa ayrılıyor. Birinci derece bir medeniyet (Tip 1) 10 üzeri 16 watt enerji üretiyor, ikinci derece bir medeniyet (Tip 2) 10 üzeri 26 watt, üçüncü derece bir medeniyet (Tip 3) 10 üzeri 36 watt enerji üretiyor olmalı. Daha sonraları Carl Sagan bu medeniyet derecelerini formülize etmiş, hatta bu medeniyet tiplerine 4. ve 5. tip medeniyetler de eklenmiş. Aslında konumuz tam olarak Kardashev medeniyet ölçeği değil, çünkü bence bu sınıflama bir "medeniyet ölçeği" değil. Bu bence tamamen bir teknolojik gelişmişlik ölçeği. Bilim yazıtlarında nedense medeniyet ölçeği olarak bahsediliyor. Aslında yazarların da "medeniyet" derken "teknolojik gelişmişliği" kastettiğine eminim, ama bu konuda ne zaman bir yazı okusam gerçekte "medeniyet" anlamında level atlamak için nelerin olması (ya da olmaması) gerektiği konusu hep aklıma gelir. Futurist değilim ama bence insanlığın medeniyet konusunda level atlaması, teknolojik gelişmişlikten tamamen farklı bir konu. Uzay yolundan örnek verirsek, uzaydaki bir çok medeniyetin dizideki Klingonlardan çok daha medeni olduğunu söyleyebilirim. Klingonlar da diğer medeniyetler gibi warp teknolojisine sahiptir, uzay yolculukları yapabilmektedirler ama Klingonlarda cinayet, savaş ganimeti gibi şeyler doğal karşılanır (hatta komutanının yerini almak için komutanını öldürmek!). Bu da onların medeniyet anlamında oldukça geri kalmasına yol açıyor. Uzay yolu dizisini akılda tutarak medeniyet yolunda yükselmek için aklıma gelen maddeleri yazmak istiyorum.

----

- Para: Bu maddelerin en başına parayı koydum, çünkü bence en önemli madde bu. Medeniyetin ilerlemesi için paranın (kağıt yada dijital) ortadan kalkması şart bana göre. Para var oldukça insanların para hırsı, açgözlülüğü, toplumdaki sınıf ayrılığı, savaşlar bitmeyecek. Bu da (ikinci madde olan din ile birlikte) aşağıda sıralayacağım tüm diğer maddelerin önündeki en büyük engeldir. Belki bilirsiniz, Uzay yolu dizisinde para yoktur. Toplumun tüm bireyleri her türlü ihtiyacına para ödemeden ulaşabilir. Para kavramı tamamen ortadan kaldırılmıştır. Yine de uzay yolunda bile özellikle yönetici konumdaki kişiler arasında entrikalar dönebilmektedir, ama bunun sebebi para değil, toplumdaki konumlarının getirdiği güçtür. Para olmayınca insanlar hayatları boyunca yaşamaları için yetecek parayı kazanmakla değil, sanatla, bilimle uğraşmaktadır. Bu yüzden paranın ortadan kaldırılmasını medeniyet yolundaki en büyük aşama olarak görüyorum. Son yıllarda çıkan dijital coinler belki de parasız bir topluma giden yolda bir geçiş dönemidir, kim bilir?

---

- Din: Din konusuna fazla girmeyeceğim, çünkü medeniyetimiz henüz bu konunun konuşulması için bile yeterince medeni değil. Sadece, dinler yüzünden ölümlerin bitmesini dileyebilirim. Buna da kimsenin itirazı olmaz herhalde.

---

- İnsan hakları: Medeniyette ilerlemenin bence para ve dinden sonra en önemli ayağı, insan haklarının gerçekten hayata geçirilmesi. Eşit söz hakkı, eşit derecede ulaşım, haberleşme, özgürlük hakları, eşit derecede sağlık hizmetleri ve sağlıklı yaşam şartlarına sahip olmak, eşit eğitim hakkına sahip olmak vs. Kardashev in medeniyet ölçeğindeki gibi bir sınıflama yapsak, göreceksiniz ki daha tip 1 medeniyet bile değiliz. Yazının sonunda bu bahsettiğim maddelerden birinin bile yeterince hayata geçmediğini göreceksiniz.

---

- Sanat: Herkesin sanatçı olamayacağı açıktır. Günümüzde gördüğüm kadarıyla sanatçıların önündeki en büyük engel toplumsal (genellikle din yada gelenek-görenek temelli) baskılar ve geçim derdidir. Halbuki sanatçının böyle dertleri olmadan özgürce sanatını yapması desteklenmelidir. İnsanlar daha çocuk yaşta yetenekli oldukları sanat dallarında desteklenmeli ve özgürce çalışmaları sağlanmalıdır. Sanat, medeniyetin en önemli bileşenlerinden biridir. Bilim kadar önemlidir..

---

- Bilim: Bilimsellik, medeniyette ileri gitmek isteyen bir toplumun olmazsa olmazıdır. Sadece bilimsel çalışmalar açısından demiyorum; ticaret, devlet yönetimi, eğitim, adalet gibi her alanda bilimsel gerçeklere göre davranmak esas olmalıdır. Laiklik? Evet, tam anlamı ile laiklik de bir devlet geleneği olmalı. Her türlü çalışma bilimsel gerçekler ışığında, akıl-mantık çerçevesinde yapılmalı.

---

- Hayvan hakları: Bugünkü gibi uzayda canlı arayışına girmeden önce dünyamızda bulunan tüm yaşam formlarına gereken değer verilmelidir. Hayvan hakları tabii ki çok önemli ama sizi şaşırtacak bir şey söyleyeceğim şimdi. Bu konu (hayvan hakları) insanoğlunun et tüketmesine de engel değildir. Burada doğanın kurallarının her şeyin üstünde olduğunu düşünüyorum. İnsan hepçil bir canlıdır, yani hem et hem ot tüketir, bu durum böyle kalmalıdır. İnsanın fizyolojisi değişmediği sürece (2001 bir uzay destanı filmindeki gibi bir uzay canlısına dönüşmemişse) insan et tüketmeye devam etmelidir. Bu noktada veganlığa karşı olduğumu daha önce de yazmıştım. Her şeye karşı gelebilirsiniz, ama doğanın kanunlarına karşı gelmek ancak insanın kendisine zarar verir. Doğanın kuralları ise her şeyin üstündedir.

---

- Doğa: Doğanın korunması dünya üzerindeki en önemli konudur. Şu an üzerinde yaşadığımız dünya mucizevi bir gezegendir. Bunu gözümüz gibi korumalıyız ama maalesef ticari kaygılarla, siyasi ayak oyunları ile her geçen gün doğanın canına okunuyor. Salgın sebebi ile 6 hafta kapanmak bile doğanın toparlaması için yetti. Kaldırımlarda taşların arasından otlar fışkırdı, hayvanlar şehirlere indi. İnsan şu doğayı kirletmeyi biraz önleyebilse doğa kendi kendini toparlayacak. Dünya üzerinde ticaret, hayatın genel akışı, bilimsel gelişmeler vs doğaya zarar vermeyen bir hale geldiğinde medeniyet yolunda bir yol daha almış olacağız. Bu konuda yapılması gereken, doğanın işleyişini kendimize uydurmak yada değiştirmek değil, aynen korumak olmalı. Doğanın kendi kuralları var ve bu işleyiş milyonlarca yıldır işliyor. Tarih boyunca binlerce tür yok olmuş, evrim sonucu binlerce yeni tür oluşmuş, doğal seçilim yüzünden güçlüler ayakta kalmış, zayıflar elenmiş. Doğanın sürekliliği için bu işleyişi aynen korumak yeterlidir.

---

- Cinsiyet eşitliği: Tabii ki kadın ve erkeklerin tüm özellikleri aynı değil. Kadınların daha yetenekli oldukları, erkeklerin daha uygun oldukları işler vardır. Yine de bugün iki cinsiyet arasında ayrımcılık yapılmadığını kimse iddia edemez. Toplumun genelindeki cinsiyet ayrımcılığını yendiğimizde insanlık bir adım daha ileri gidecek.

---

- Çocuk hakları: Haberlerde sık sık duyuyoruz, çocuk tacizleri, kötü şartlara maruz kalan çocuklar, yetenekli olduğu halde harcanmış, olması gereken yere gelememiş çocuklar... Toplum olarak çocuklarımıza gereken değeri ve desteği verdiğimizde medeniyet adına bir adım daha atmış olacağız. Bu konuda aslında pek inancım yok; çünkü maalesef çocukların maruz kaldığı kötü şartlar hem batılı, ileri ülkelerde var, hem de geri kalmış ülkelerde. Bu işin ülkelerin gelişmişliği ile alakası yok. Bence tamamen insanların iyi eğitilmeleri ile alakalı bir durum. Çocuklarını, doğasını, diğer canlıları koruyabilen bir medeniyet ileri bir adım daha atmış olacaktır.

---

- Adalet: Adalet konusu da ayrı bir yara. Herkes için eşit ve adil bir adalet diyorum. Medeniyetin ayrılmaz bir parçası.

---

- Eğitim eşitliği: Yine uzay yolu dizisinden örnek vereyim. Uzay yolunda herkes istediği alanda eğitim almakta serbest ve bu imkan sağlanıyor. Tek sınav olayı federasyon akademisinde var, çünkü federasyonda uzay gemisi kaptanı olmak çok üstün özellikler istiyor ve bu yüzden zorlu bir eğitim ve sınavlardan geçmek şart. Ama genel olarak bir kişi istediği her eğitimi alabiliyor, her sanat dalında çalışmalar yapabiliyor. Günümüzde ise eğitim eşitsizliği dünyanın en büyük sorunlarından biri. Tüm insanların temel eğitime eşit derecede erişebilir olması ve yetenekli olduğu alanda (geçim derdi olmadan) çalışabilmesi sağlanmalıdır.

---

- İnsanların kötü içgüdülerinden sıyrılması: Aç gözlülük, bencillik, belli bir zümrenin üstün sayılması. İnsan medeniyetinin ilerlemesinin önündeki en büyük engellerden bazıları. Bunlar maalesef insanın doğasında var. Bunların kırılması çok zor; ancak iyi bir eğitimle çocukluktan itibaren bu kötü huyların giderilmesi sağlanabilir. Öyle bir eğitim ki, insan büyüdüğünde açgözlülüğün ne olduğunu, kayırmacılığın ya da yalan söylemenin ne olduğunu bilmemeli. İlk yapılması gereken şey çocukların küçük yaştan itibaren iyi şekilde eğitilmeleri olmalı.

---

- Irkçılık: Dünya üzerinde insanların farklı ırkları bulunuyor, buna kimse itiraz edemez; fakat bu ırk farklılıklarını "farklılık" yada "birbirine üstünlük" olarak değil, "çeşitlilik" ya da "insan ırkının renkleri" olarak görmek gerek. Her kültürün farklı olması da aynı şey. Bunlar hep insanlığın medeniyetinin renkleridir. Bir ırkın diğerinden üstün olduğu ima edildiğinde bile ayıplanacağı günler, medeniyet bir adım daha ileri gitmiş demektir.

---

- Çevreci teknolojilerin geliştirilmesi: Bilimsel gelişmeler elbette olmalı. Teknolojimiz de gelişmeli; fakat bunlar insanı gerçek hayattan (doğadan) koparacak şekilde yada doğaya zarar verecek şekilde olmamalı. Bu anlamda hemen şu son günlerde bahsedilen "metaverse" saçmalığına deli gibi karşı olduğumu belirteyim.. Hayatım boyunca gördüğüm en saçma, en suni, en abidik gubidik şey bu metaverse. Üzerinize dijital pikseller atıp gömüyorlar sizi. Doğa adına, insanlık adına ne faydası var? Hiç. Sadece Zuckerberg in para kazanabileceği yeni bir mecra. Bence dev, ama çoook dev bir saçmalıktan başka bir şey değil. Böyle saçmalıklarla tüm dünya vakit kaybediyor, başka da bir şeye yaramıyor. Yıllar önce ABD, Orlando'da gittiğimiz bir doğal yaşam enstitüsünde nesli tükenme tehlikesi altında olan okapilerin sayısının artırılmasına çalışılıyordu. Oradaki çalışmalar nerde, bu metaverse saçmalığı nerde... Sizce hangisi daha kıymetli? Tek bir canlı okapi gören biri metaverse daha önemli demez. Maalesef insanlık halen metaverse gibi saçmalıklarla vakit ve kaynak harcıyor.

---

- Ülke sınırlarının ortadan kalkması ve kültürel zenginliklerin korunması: Bu da gerçekleştirilmesi çok zor bir madde, fakat insanların farklı kültürleri "farklılıktan" çok "çeşitlilik" olarak gördüğü, sınırlar olmadan seyahat edip dünyayı gezebildiği bir ortamı hayal etmemizi engelleyen bir şey yok. Bunun için daha önce bir çok şey yapılmalı, bu yüzden bu maddeyi en sona yazdım. İnsanlar çocukluktan itibaren çok iyi bir eğitim almalı, ırkçılık, bencillik gibi kavramlardan sıyrılmalı, birbirine zarar vermekten vazgeçmeli ki, sınırlar kaldırılabilsin. Herkes eşit derecede haklara, sağlık hizmetine erişime, insanca yaşam şartlarına sahip olmalı ki sınırlar kalksın. Çoook zor. Bu yüzden bu madde en son..

---

Düşünsek daha bu maddelere bir çok şey eklenebilir. Gördüğünüz gibi bu maddelerin sadece biri bile henüz tam olarak hayata geçirilmiş değil. Bu yüzden bence daha Tip 1 medeniyet sınıfında bile değiliz. Henüz daha medeniyetin taş devrini yaşıyoruz. İnsanlık olarak daha alacağımız çoook yol var. Ama size kötü bir haber daha vereyim; medeniyet yolunda doğru yönde ilerlediğimizi bile düşünmüyorum. Muhtemelen insanlık olarak yanlış bir yola girdik ve ileri değil, geriye doğru gidiyoruz (yada bir çıkmaz sokağa doğru). İşte buna "tersine evrim" diyoruz. Bu yazının ilk kısmı olan "Tersine evrim" yazımı da okumayı unutmayınız..

Op. Dr. Oytun İdil

Plastik, rekonstrüktif ve estetik cerrahi uzmanı

oytunmd@gmail.com

www.peniscerrahisi.com

www.hastaokulu.com

www.calfaugmentation.net

Yazının devamı...

Doğru doktoru bulmak - 2

Doğru doktoru bulmak - 2: "Özel sağlık kuruluşlarında dönen dolaplar.."

Ne zamandır bu yazıyı yazacağım. Elim bir türlü yazmaya gitmiyordu çünkü son derece tatsız bir konu. Bunu yazayım mı, yazmayayım mı diye düşündüm, sonunda "mezara götürmeyeyim bu olayları, insanlar bilsin" diyerek yazmaya karar verdim. Asistan arkadaşlara da faydası olacak bir yazıdır, asistan cerrah arkadaşlar mutlaka okumalı. Aslında "Kardashev medeniyet ölçeği" üzerine bir bilim yazısı yazmak istiyorum. Bu "sağlık kuruluşları hakkındaki yazıyı aradan çıkarayım, hemen onu da yazacağım.

Öyle geniş geniş, genelde neler olduğunu yazmayacağım. Başımdan geçen bir kaç olayı yazayım zaten yeter. Dediğim gibi piyasada uzman doktor olarak çalışmaya aday, asistan arkadaşlar mutlaka okusun.

---

Günün birinde bir hastanede ameliyat yapmak istedim. Gittim, doktorlarla ilgili olan görevli ile görüştüm. Ameliyatlarımı o hastanede yapmak istediğimi, ameliyathane masraf listesini görmek istediğimi söyledim. Kadın beni şöyle bir süzdü, "burada zaten falan falan doktorlar ameliyat yapıyor" dedi. Saydığı isimler medyada sıkça görülen "sosyetik cerrah" arkadaşlar (ben onlara göre 3. sınıf cerrahım. Hatta "zenciyim"). Ama durum bir tuhaf değil mi? Ben fiyat listesi istiyorum, kadın bana "buraya zaten şu, şu, şu, cerrahlar geliyor" diyor. Ulen bana ne, kim geliyorsa... Ben sadece fiyat listesini istiyorum. Kadın sözleri ile, tavrı ile beni öyle bir aşağıladı ki, hani ABD de zenci vatandaşların neler çektiğini birebir hissettim. Kadın bana resmen "zenci" muamelesi yaptı. Kartımı bıraktım. Listeyi göndereceğini söyledi. Ayrıldım. Aradan bir hafta geçti, liste yok. Arayıp hatırlattım, "tamam göndereceğim" dedi. Göndermedi. Bir gece uyuyamadım. Sabah saat 05:00 de bu olay aklıma geldi, tepem attı. Hastanenin yönetiminin e-mail adresini buldum, yönetime bir mail attım. Saat 08:00 de beni hem aradılar, hem de e-mail attılar. Aynen şöyle: "Hocam, hastanemizin böyle bir politikası olmadığını bilmelisiniz. Size yapılan bu muameleden bizim haberimiz yok. Lütfen ameliyatlarınız için hastanemizi kullanınız, hastane masrafını da kendiniz belirleyiniz. Durum için özür dileriz. O görevli arkadaşımız ile görüşüp durumu telafi etmesini isteyeceğiz." Ben de, özel bir muamele istemediğimi, sadece bana masraf listesini iletmelerini istediğimi söyledim. Bir kaç gün daha geçti. Sonra bir gün o kadın beni kendi cebinden aradı: "İyi günler hocam. Ben size, o fiyat listesini göndermeyen görevliyim. Bir yanlış anlama olmuş sanırım. Size en kısa sürede fiyat listemizi göndereceğim." Ve ne oldu biliyor musunuz? Göndermedi. Şaka gibi. Kadın inat etti, beni o hastaneye sokmuyor. Ben o zamanlar bu durumu plastik cerrahların whatsapp grubunda da yazdım. O dönemde o hastanede ameliyat yapan "sosyetik" cerrah arkadaşlar da vardı o grupta. Hiç bir şey yazmadılar. Sessiz kaldılar. Aradan 1-2 ay geçti. Bana oldukça formal bir e-mail geldi. Mail, kurumsal bir form şeklinde hazırlanmış, altında bir görevlinin fotoğrafı ve imzası var. Mailde şöyle diyor: "Merhabalar, biz falan falan PR şirketiyiz. Falan hastanesinin doktorlarla ilişkilerini bundan sonra kurumsal olarak biz yürüteceğiz. Lütfen hastane ile herhangi bir işiniz olduğunda bizimle iletişime geçmekten çekinmeyiniz." Kısaca, aklımda kaldığıyla yazıyorum; yoksa çok nazik ve resmi bir dille profesyonelce yazılmış bir mail idi. Anlaşılan hastane yönetimi, hastaneye kabul edilen cerrahlar ile ilgili bazı antin kuntin işler döndüğünü anlamış, bu işi gerçek bir PR firmasına vermişler. Umarım o dışarıdan gelen "3. sınıf, zenci" cerrahlara blokaj yapan cadıyı işten atmışlardır. Anlayacağınız gibi hastanede dışarıdan cerrahların gelmesini engelleyen bir doktor mafyası söz konusu. Bunun adını koyalım. Bu mafyadır.

---

Yazının tatsız olacağını söylemiştim değil mi? Alın bir tane daha...

---

Yine zincir hastanelerden birine başvurdum. Hastanelerinde ameliyat yapmak istediğimi söyledim. En çok penis büyütme yaptığımızı söyledim. Bunun dışında silikon implant ameliyatları yaptığımızı söyledim. Görevli kadın, penis büyütme ile ilgili belirlenmiş bir fiyatları olmadığını, diğer ameliyatlarla ilgili listeyi verebileceğini söyledi. Yönetime sorup size e-mail atacağım dedi. Ellerindeki listeyi verdi bana. Sık yapılan ameliyatların fiyatları listede zaten belliydi. Burun estetiği, meme büyütme vs.. Listedeki en pahalı ameliyata baktım. Sırttan alınan doku ile meme onarımı. Mikrocerrahi yapılan ve en az 2 cerrahın gireceği pahalı bir ameliyat. Hastanın 4 gün yoğun bakımda yatışı dahil masrafı 16 bin TL idi. Bundan en az 7-8 sene öncesinden bahsediyorum. Benim yaptığım penis büyütmede ise hasta sabah yatıyor, saat 09:00 da ameliyata alınıyor, saat 11:00 gibi odasında oluyor ve saat 16:00 da taburcu oluyor. Mikrocerrahi yapılmıyor, yoğun bakıma zaten gerek yok, gece kalma da yok. Birkaç gün sonra bana e-mail attılar. Gelen cevap şu: "Penis büyütme ameliyatı için belirlediğimiz masraf 17 bin TL dir." Ben zaten o ara bu ameliyatı 5 bin TL ye filan yapıyorum. Dalga mı geçiyorsunuz. Hani bana 3 bin filan deseler, ücreti biraz artırıp ameliyatlarımı orada yapacaktım. Ben ameliyat için hastadan 5 bin alırken hastaneye nasıl 17 bin vereyim? Ben de gönderdikleri maile cevap yazdım: "Mesajı aldım. Bana listedeki en pahalı ameliyattan 1000 tl daha fazla masraf çıkarmanız, bana 'bu hastaneye gelmeyin' demektir. Siz bilirsiniz. Ben de gelmem." Sonra ne oldu biliyor musunuz? Hiç bir şey olmadı. Cevap bile yazmadılar. Demek ki mesajı doğru almışım. Bu hastanede enteresan olan direkt yönetimden böyle bir blokaj yemiş olmam. Gerçekten enteresan. Sanırım bazı hastanelerin cerrahları kabul ederken, falan gruba üye, falan tarikattan, falan derneğinin üyesi olanları kabul etme gibi kriterleri var. Bunun başka açıklaması yok. Bu olayı daha sonra bir hocamıza anlattım. Çok şaşırdı. "Senin orada ameliyat yapman, o hastane için bir kazançtır. Senin yaptıklarını yapan biri yok orada. Sen yönetimden şu, şu, kişi ile görüş. Benim adımı ver. Mutlaka yardımcı olurlar. Yine de olmazsa haberim olsun" dedi. Sağ olsun, ama benim istenmediğim yerde ne işim var? Üstelik hocamızın dediği gibi burada kaybeden ben değilim. Hiç de öyle hissetmedim.

---

Artık istanbul'da böyle antin kuntin işlere şaşırmamaya alıştım. Adını koyalım, bazı arkadaşlar ve hatta bazı hastaneler mafyalaşmış. Bunun adı mafyadır. Daha neler var. Bunlar yazabildiklerim...

---

Kendim için hep şöyle düşündüm: "Doktor olmak harika. Cerrah olmak daha da iyi. Cerrah olarak plastik cerrahsan kralsın. Bir de kendi muayenehanen de, kendi hesabına çalışıyorsan uber-kralsın. Ama bitmedi. Daha da iyisi var! Eğer kendi muayenehanende, kendi adına çalışıyorsan ama sırf para kazanmak için her ameliyatı mecburiyetten yapmıyorsan, sadece ilgilendiğin ameliyatları yapıyorsan, ve hatta, ameliyata uygun olmayan bir hasta geldiğinde 'olmaz, sizi ameliyat etmeyi uygun görmüyorum, iyi bir sonuç alamayız' diyerek reddetmen gereken hastaları reddedebiliyorsan işte bu bence mesleğin zirvesidir. Ben kendimi bu noktada görüyorum."

---

Maalesef bir çok meslektaşım benim kadar şanslı değil. Benzer şeyleri zamanında hastanelerde çalışırken ben de yaşadığımdan biliyorum. Örneğin bir gün çalıştığım hastanede hastanenin yöneticilerinden biri geldi, "Öğleden sonra bir hasta gelecek, adamda kocaman bir göbek var. Müthiş bir liposuction vakası!" dedi. O gün öğleden sonra bahsettiği hasta geldi. Adamda gerçekten dev bir göbek vardı. Yalnız muayene sırasında karnına dokunduğumda elim direkt karın kasına çarptı. Hastanın yağlanması tamamen karın içinde idi. Liposuction ile ancak cilt altındaki, karın kas katmanının üstünde kalan, dışarıdan elinizle tutabildiğiniz yağı alabilirsiniz. Karın içi yağlanma ancak diyet ve sporla yakarak gider. Hastaya, ameliyata uygun olmadığını, bu göbeğin liposuction ile alınamayacağını söyledim. Spor ve diyet yapmasını önerip gönderdim. Hemen hastane yönetiminden biri geldi, mırın kırın yaptı, hastayı neden göndermişim, liposuction yapılamıyorsa başka bir şey yapsaymışım falan. Özel hastaneler böyledir. Onlar için en önemli şey kasaya para girmesidir. Eğer sizin önceliğiniz, ameliyata uygun hastayı ameliyat edip iyi bir sonuç almaksa, uygun hastanın güvenli şartlarda ameliyat olup başarılı bir sonuç almaksa, hastane sahiplerinin öncelikleri ile çatışıyorsunuz. Son yıllarda hastanelerde çalışan cerrah arkadaşlara sözleşmeler imzalatıldığını duyuyorum. Eskiden de sözleşme imzalanırdı ama bu sadece SSK'ya doktoru kaydettirmek için gereken matbu bir anlaşma olurdu. Halbuki artık cerrah arkadaşlara "haftada en az şu kadar ameliyat yapılacak, her ay şu kadar gelir sağlanacak" şeklinde sözleşmeler imzalatılıyor. Bu gibi anlaşmalar, cerrahın hasta kabul ederken vereceği kararı etkiler. Sırf hasta kotasını doldurmak için ameliyata uygun olmayan hastayı mecburen kabul etmeye zorlar. Son derece sakıncalı bir durum.

Bu yüzden kendimi acayip şanslı görüyorum. Burun estetiğini eskiden beri sevemedim; yapmıyorum. Plastik cerrahinin en zor ameliyatı olmasının yanında, her hastada ayrı bir ameliyat planı yapmanız gerekir. Geç dönemde problem çıkma ihtimali de her zaman vardır. Ben bu yüzden 11 sene önce burun estetiğini bıraktım; tamamen ilgilendiğim diğer cerrahilere yöneldim. Allahtan, masrafları karşılamak için ameliyat yapma zorunluluğum kalmadı uzun zamandır. Hasta ameliyata uygun değilse olmaz derim. Çevrede (Nişantaşı'nda) garip karşılandığımı biliyorum. Mesela çevredeki başka uzman doktorların "Adamın Nişantaşı'nda muayenehanesi var, burun estetiği yapmıyor. Allah allah..." dediklerini duyuyorum. Bu garip değil, aksine bence gıpta etmeleri gereken bir şey. Sadece ilgilendiğim, en tecrübeli olduğum ve en iyi sonuç aldığım ameliyatları yapma özgürlüğüm var. Kimse beni olmayacak ameliyatları yapmaya zorlamıyor. Deli gibi para kazanacağım diye hırsım da yok. Daha iyisi olamaz..

---

Daha önce bir web sitemde anlattığım bir olaydan da bahsedeyim.

Çalıştığım hastanede bir şikayet kutusu vardı. Bir gün kutuya atılan bir kağıdın kutu içinde açılmış olduğunu gördüm. Yazılanlar okunabiliyordu. Hasta şöyle yazmış: "Bir hastanede kan tahlil cihazı nasıl 2 hafta bozuk olabilir? Neden tamir ettirilmiyor. İki hafta oldu." Ben de olayı merak ettim. Laboratuvara gittim, hastanın şikayetinden bahsettim. Laborant aynen şunları söyledi: "Hocam, aslında o tahlil cihazı bozuk değil. Devlet, hastane ile paket anlaşma yapıyor. Paketteki bazı tahlillerden kar ediyoruz, bazı tahlillerden zarar ediyoruz. O cihazla yaptığımız tahlillerden zarar ediyoruz, o yüzden hastalara cihazın bozuk olduğunu söylüyoruz.." İnanılmaz bir olaydı.. Hastanede tahlil cihazı var, çalışıyor, hastası var, ama devlet yeterli ödeme yapmadığından cihaz çalıştırılmıyor.

---

Son olarak bir olaydan daha bahsedeceğim ama baştan söylemeliyim. Bunu yazdım diye beni taşlamayın lütfen. Ben sadece olaya şahit oldum, olan biteni yazıyorum. Çalıştığım hastanede öğle yemeğindeyiz. Yıl 2004. Laf nereden döndü dolaştı buralara geldi hatırlamıyorum, ama masada 2 radyolog sohbet ediyorlardı. Erkek olan dedi ki "Ben ultrasonda bebekte bir anomali görürsem aileye söylemem. Allah vermiş, o bebek doğacak.." Ortam birden buz kesti. Masadakiler birbirlerine bakakaldı. Kadın radyolog "Olur mu öyle şey! Çocuğun ense kalınlığı fazla ise down sendromlu olma ihtimali fazladır. Bunu aileye nasıl söylemezsin. " Erkek olan yine "Allah vermiş, doğacak o çocuk. Ailesi bir şekilde bakar." Kulaklarımıza inanamadık. Aynı arkadaşın şöyle lafları da vardı: "Süpermeni oynayan oyuncu, filmlerde uçuyordu. Ne oldu? Attan düştü felçli kaldı. Allah çarpar böyle. Allah insanın uçmasını isteseydi, kanatlı yaratırdı. Allaha karşı gelirsen böyle olur." Bu söylenenleri hiç unutmadım. Çok acayip bir hayata bakış açısı. Arada bir haberlerde duyarsınız, aile feryat etmektedir: "Bebeğimiz elleri olmadan doğdu. Hastanede ultrasonda, tahlillerde nasıl anlaşılmaz. Hastaneden davacıyız." Ne zaman böyle bir haber duysam, "Acaba radyolog bebeğin elleri olmadığını gördü de söylemedi mi?" diye içimden geçiririm.

---

Gördüğünüz gibi gerçekten iç karartıcı, berbat bir konuydu.. Neyse yazdım, bitti. Neden yazdım? Bu konuları mezara götürmek istemedim. Bence herkesin bunlardan haberi olması lazım. İmza: 3. sınıf zenci cerrah Dr. Oytun idil..

---

En kısa zamanda "Kardashev medeniyet ölçeği" hakkında bilimsel yazı yazacağım. Stay tuned...

Op. Dr. Oytun İdil

oytunmd@gmail.com

www.bacakestetigi.com

www.peniscerrahisi.com

Yazının devamı...

Estetik yuva kurtarır mı?

Kısa ve net yazacağım.

Aklınızda kalsın: Estetik ameliyat olmak hiç bir zaman sallantıda olan bir evliliği kurtarmamıştır, kurtarmayacaktır..

Eğer evliliğiniz kötü gidiyorsa ve meme büyütme ameliyatı ile, yağ aldırmakla ya da penis büyütme ameliyatı ile evliliğinizin kurtulacağını düşünüyorsanız hayal kuruyorsunuz.

Kendinizi kandırmayın.

Özelde çalıştığım 21 yıl boyunca bu tür hastaların hiç birinin evliliğinin estetik ameliyatla kurtulduğunu görmedim.

Hatta arada bir aile mahkemelerinden yazı gelir bize. "Falan kişinin, falan tarihte, şu ameliyatı olduğu iddia ediliyor. Ameliyatla ilgili epikriz raporu gönderilmesi falan filan"... Kişi, evliliği sallantıdayken estetik ameliyat olmuş, sonra boşanmış, mahkemede "ben onun için şu ameliyatı bile oldum" gibi savunmalar yapıyor. Ben pratikte hiç bir evliliğin estetik ameliyat ile kurtulduğunu görmedim.

Sorun genelde daha derinde oluyor. Sorunu estetik ameliyata bağlayacağınıza, o sorunu kendinizde arayın.

Bazı hastaların yaptığı korkunç bir şeyse şu: kadın eşi için bir ameliyat oluyor, daha sonra boşanıyor. Daha sonra doktora dönüp "Estetik ameliyatım kötü oldu, bu yüzden boşandım. Sizin yüzünüzden!" diye şikayetçi oluyor. Yok efendim, adam penis büyütme ameliyatı oluyor, "Nişanlım penisimin yeteri kadar büyümediğini söyledi, nişanlımdan ayrıldım!" diye şikayet ediyor. Buna koca bir "HAYDİ ORDAN!" derim. Saçmalamayın. Kendinizi kandırmayın..

Bu tarz boşanmaların, ayrılmaların, sebepleri daha derin sebepler oluyor. Estetik ameliyat sonucu iyi bile olsa bu sadece bahane oluyor. Hastalar da kendi kusurlarını görmezden gelmek için estetik ameliyatı bahane ediyor. Bu resmen kendi kusurunun suçunu doktorun üzerine atmaktır.

Kendinizi kandırmayın. Beni de kızdırmayın! Gerçekleri döner böyle yüzünüze vururum.

Evliliğinizde sorun varsa eşinizle aranızdaki ilişkiyi, anlaşmazlıkların sebeplerini irdeleyin. Bir evlilik terapistine başvurun, psikiyatristlerden yardım isteyin. Sorunları halı altına süpüreceğinize (estetik ameliyat olmak ve suçu estetik cerraha atmak) o sorunlarla yüzleşin.

Bir anı: İhtisasım sırasında, Bursa'da bir kamu kuruluşunda üst düzey yönetici olan bir kadın, üniversitede bir dizi estetik ameliyat olmuştu. Yüz germe, yağ aldırma, karın germe sadece hatırladıklarım. Bir gün poliklinikçi idim. Yani o gün ameliyata girmeyip polikliniğe gelen hastalarla ilgileniyordum. Bu kadın yine bir estetik ameliyat olmuş, pansuman için polikliniğe gelmişti. Ben pansuman için malzemeleri hazırlarken bana seslendi: "Doktorcuğum evli misin?", "Hayır" dedim. Bana "Yaklaş bak, sana bir şey söyleyeceğim." dedi. Merakla yaklaştım. Bana şöyle dedi: "Bak doktorcuğum, sakın çok güzel bir kadınla evlenme. Benim kocam çok yakışıklı bir erkek. Onu elimde tutmak için görüyorsun ne ameliyatlar oldum." O gün ne diyeceğimi bilemedim; çünkü hem evlilik tecrübem yoktu, hem de klinik tecrübem üniversite hastanesinin hastaları ile sınırlı idi. O olayı hiç unutmadım. Yıllar içinde evlendim, boşandım, yıllarca özelde çalıştım, klinik tecrübe edindim. Bugün olsa o kadına çok yanlış yaptığını söylerdim. "Yaptığın şey çoook yanlış!." Evliliği kurtarmak için, hem de sırf eşi için estetik ameliyat olmak! Bugün olsa "Yanlış yoldasın" derdim ona. Evlilik sadece fiziksel güzelliğe endeksli ise zaten ona evlilik denemez. Demek ki adam senden daha güzelini bulduğu an seni aldatacak. Evlilik daha derin bir olaydır. Ruhların birbirine uyumudur. Üzerine çok konuşulabilecek bir konu ama uzatmak istemiyorum. Asıl konumuzdan sapmayalım.

Estetik ameliyat olmak evliliği kurtarmaz kardeşim. Boşanmışsanız ya da nişanlınızdan ayrılmışsanız da dönüp cerrahı suçlamayın. Saçmalamayın! Suçu önce kendinizde arayın.

Not: Bundan önceki yazımın (Doğru doktoru bulmak - 1) devamı olan "özel sağlık kurumlarında dönen dolaplar" yazımı unutmadım.. İlk fırsatta onu da yazacağım. Aklımda..

Op. Dr. Oytun İdil

Plastik, Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Uzmanı

oytunmd@gmail.com

 

Yazının devamı...

Bayat haberler: 2006 yılından seçmeler

Uzun zaman önce web sitemde "Estetik haberler" diye bir bölüm vardı. Estetik, kozmetik alanındaki ilginç güncel haberleri buradan paylaşıyordum. Bu haberlerden bir kaçını burada da yazayım dedim. Eğlencelik bir yazı oldu. Haberler eski ama uyarayım. Tee 2006'dan kalma haberler.

ESTETİK KLİNİĞİNDE CİNAYET (31.10.2006)

Amerika da polis, bir estetik kliniğinde 5 yıl önce işlenmiş bir cinayeti aydınlattı. Bundan beş yıl önce Sandra Baker Joyner, doktor Peter Tucker'ın yönettiği estetik kliniğine başvurdu. Hastaya yüz germe ameliyatı yapıldı ve ameliyattan sonrada her şey yolunda idi. Hasta daha sonra anestezi hemşiresi Sally Jordan Hill'in gözetimine bırakıldı. Kısa süre sonra solunum güçlüğü çeken hasta tüm çabalara rağmen kurtarılamadı. Ölümün sebebi anlaşılamadı. Aile şikayetçi olmadı, yalnız doktor Peter Tucker, hastasını yeteri kadar yakından takip etmediği için suçlu bulundu ve lisansı 2 yıl için alındı. Daha sonra kapanmış dosyaları inceleyen dedektifler hastaya yüksek doz fentanyl (bir anestezi ilacı) verilmiş olabileceğini fark ettiler ve yapılan incelemelerde bu kanıtlandı. Hemşire Sally Jordan Hill olaydan 5 yıl sonra cinayetten tutuklandı. Cinayetin sebebi anlaşılamazken hemşire ve hastanın birbirlerini çocukluktan beri tanıdıkları ortaya çıktı. Hayatını kaybeden Sandra Baker Joyner'ın ailesi de bu tanışıklığı onayladı ve hemşireden hiç şüphelenmediklerini belirttiler.

Daha sonra polis, yaptığı incelemeler sonucu hasta ile hemşirenin aynı kolejden mezun olduklarını ve bundan 30 yıl önce, kolejde okurken, Sandra Baker Joyner'ın, Sally Jordan Hill'in erkek arkadaşını elinden aldığını ortaya çıkardı. Şimdi, hemşire Sally Jordan Hill'in gerçekten bu olayın intikamı için Sandra Baker Joyner'ı öldürmüş olma ihtimali soruşturuluyor. İnanılmaz bir öykü.

--------

ÇİN'DE NAKİL PENİS TRAVMASI (19.9.2006)

Çinli doktorlar, geçirdiği bir trafik kazasında cinsel organının tamamına yakınını kaybeden bir adama, tıp tarihinde bir ilke imza atarak penis nakli yaptılar. Ancak kaza sonrasında psikolojik travma yaşayan adam, eşinin de isteğiyle, ameliyattan 2 hafta sonra, takılan penisin kesilmesini istedi. Kaza sonrasında idrara çıkamayan ve cinsel hayatı noktalanan adama, 15 saat süren zorlu ameliyatın sonunda beyin ölümü gerçekleşmiş bir hastadan alınan 10 santimetre uzunluğundaki penis nakledilmişti. Ameliyattan 2 hafta sonra nakledilen penisin kesildiğini söyleyen doktorlar, travma geçiren insanların yeni organlarına çok zor alıştıklarını belirttiler. Ameliyattan sonra, hastanın cinsel organındaki kan akışının normal olduğunu, hatta idrara bile çıkabildiğini kaydeden doktorlar, psikolojik nedenlerden dolayı ilk penis naklinin başarısızlığa uğradığını söylediler.

Yorumum: Bir kere penis nakli yapmışsınız, yaptığınıza değsin yahu! 10 santimlik bir penisi ne diye naklettiniz? Bekleseydiniz, penis boyu daha iyi bir donör bulunca yapsaydınız bu ameliyatı. Diğer yandan hakikaten organ naklinde, özellikle yüz nakli gibi ameliyatlarda, nakledilen organı kabullenememek zor bir durum. Nakledilen organ penis olunca işler daha da sarpa sarıyor. Habere dikkat ederseniz nakledilen penisin alınması kararını hasta eşi ile birlikte almış. Başkasından nakledilen penisle, insanın eşi ile ilişkiye girmesi gerçekten bir sürü etik, ahlaki, duygusal sorunu beraberinde getiriyor. Kadın bunu kabullenmeyebilir. Bu durum sadece erkek hastayı değil, eşi de ilgilendiren bir durum halini alıyor. Bu nakil, bu yüzden ilginç bir deneyim olmuş.

--------

ESTETİK CİNAYETİ! (1.9.2006)

Cynthia Sommer adlı Amerikalı bir kadının, eşini öldürüp, aldığı sigorta parası ile meme büyütme ameliyatı (silikon protez) yaptırdığı ve kalan parayı da gece hayatında harcadığı anlaşıldı. 2002 yılında ölen eşin kalp ritim bozukluğundan öldüğü sanılıyordu. Daha sonra yapılan testler, talihsiz adamın arsenik ile zehirlendiğini gösterdi. Eşinin daha önce yaptırdığı hayat sigortasından 250bin $ alan Cynthia Sommer, paranın 5000$ dan fazla bir kısmını meme büyütme ameliyatı için harcamış.

--------

BEDAVAYA SİLİKON MEME PROTEZİ! (1.8.2006)

Amerika'da bir web sitesi, isteyen bayanlara bedava meme protezi ve ücretsiz ameliyat olma imkanı sağlıyor (şaka değil, gerçek!). Protezleri ve ameliyat ücretini site ziyaretçileri karşılıyor. Site ziyaretçileri beş bayanla tanışma fırsatı (çöpçatanlık?) kazanıyor ve onlara sponsor oluyorlar.

Not: Bu haber 2006 tarihli, ama web sitesi hala faal. Demek ki sistem çalışıyor.. Bedava meme büyütme ameliyatı olmayı düşünen varsa haberleri olsun.

--------

GÖĞÜSLERİNİ SİLİKON PROTEZLE BÜYÜTMEK İÇİN ARABASINI SATIYOR (14.7.2006)

Ünlü internet satış sitesi Ebay'de bir Alman bayanın Ferrari Enzo marka arabası ile birlikte kendini satışa çıkarması gibi marjinal bir satış ilanı daha verildi. Habere göre Honda Civic marka arabasını satışa çıkaran bayanın amacı elde edeceği gelir ile silikon protez ve ameliyat ücretini karşılamak. Ebay sitesi yetkilileri, sitelerinde "insan satışı"nın yasak olduğunu; bu yüzden Ferrari Enzo ve sahibinin satışının iptal olacağını, fakat silikon protez taktırmak için otomobil satışının serbest olduğunu bildiriyorlar.

--------

YENİ SLOGANIMIZ: SAVAŞMA, GÜZELLEŞ!

SELÜLİTLE VE İSTENMEYEN TÜYLERLE SAVAŞMAK İÇİN ASKERİ TEKNOLOJİ KULLANIYORLAR! (6.7.2006)

Bir İsrail firması olan ******, estetik amaçlı kullanım için ürettiği cihazlarda askeri "know-how" kullanıyor. Örneğin ***** ve ***** adlı epilasyon sistemlerinde, 1990'larda jet uçaklarının üzerindeki boyanın sökülmesi için üretilmiş olan "intense pulsed light" (IPL) teknolojisini kullanıyor. Firmanın selülitle savaş için ürettiği cihaz ise ********** adlı bir sistem. Firmanın estetik alanında askeri bilgi kullanmasına şaşmamak lazım, çünkü firmanın kurucularından olan ******* ******, 17 yıl boyunca israil ordusunda geliştirme departmanlarında çalışmış bir bilim adamı. ****** şöyle diyor: "Eğer askeri sistemler geliştiriyorsanız elektronikten, stratejiden, patlayıcılardan, optikten, mekanikten, bilgisayar yazılımlarından anlamanız gerekir. Kısacası askeri uygulamalar multidisipliner bir çalışma sistemi gerektirir. Estetik ve tıp alanında da multidisipliner olmalısınız. Yazılımdan, fizik, mekanik, optik hatta biyolojiden anlamanız gerekir." ****** firması son olarak ultrason teknolojisini kullanarak yağ dokuyu eritecek bir (non-invazif) cihaz üzerinde çalışıyor. Bu cihaz beklendiği kadar başarılı olursa liposuction ameliyatının sonu gelebilir.

Tıpkı ****** ****** gibi eskiden orduda çalışan bir bilim adamı olan israilli **** ****** da sahip olduğu askeri bilgiyi artık tıp alanında kullanıyor. *****'ın firması olan ******, geçtiğimiz yıllarda mide-barsak sisteminin rahatça görüntülenmesini sağlayan hap boyutundaki kamerayı geliştirmişti.

Not: Bu haberi neden paylaştım? Estetik alanında kullanılan neredeyse tüm teknolojinin ardında askeri bilgi birikimi var, görün diye. Özellikle lazer epilasyon aletlerini neredeyse tamamen (bir iki ABD firması hariç) İsrail ordusunun bilimsel bilgi birikimine borçluyuz.. İsrail ordusundan ayrılan bilim adamları hemen bir lazer epilasyon firması kuruyor.

--------

En bayat haberi en sona sakladım. ;-)

ÜNLÜ AMERİKAN GANGSTERLERİ ESTETİK AMELİYAT İLE YÜZLERİNİ DEĞİŞTİRİYORLAR!

YIL:1934!

Ünlü gangsterler Alvin Karpis ve F. Barker'dan sonra yine ünlü bir gangster olan John Dillinger'de estetik cerrahi ile çehresini değiştirdi! Yüz germe geçiren gangster, ayrıca tanınmasını sağlayan yüzündeki benleri de aldırdı. Bu ameliyattan 2 ay sonra bir tiyatronun dışında FBI tarafından kıstırılan Dillinger, çıkan çatışmada vurularak öldürüldü. Anlaşılan 1934'de uygulanan yüz germe ameliyatları kişinin tanınmasına engel olmuyordu. Yine de bu olaydan kısa bir süre sonra FBI yöneticisi J. Edgar Hoover, plastik cerrahlara bir uyarıda bulunarak suçlu kişilerin yüz ve parmak izlerini değiştirici ameliyatlar yapmamalarını istedi.

-------

Bunlar zamanında web sitemde (www.kozmetikcerrahi.com) "Estetik haberler" kısmında paylaştığım haberlerden bazılarıydı.

Beğendiyseniz diğer "bayat haberlerden" de paylaşım yapabilirim. Bu "Estetik haberler" kısmını uzun zaman önce web sitemden çıkartmıştım. İşlerin yoğunluğundan haberleri derlemeye vaktim kalmıyor; ama enteresan olanları burada paylaşabilirim.

Yazının devamı...

Tersine evrim!

Bu yazıyı ne zamandır yazmayı istiyordum. Son zamanlarda izlediğim bazı belgeseller, fikrimin daha da olgunlaşmasını sağladı. Belki farkında değilsiniz ama insanoğlu son yüzyıl içinde hiç olmadığı kadar barbarlaştı, medeniyetten uzaklaştı. Çevreme baktığımda "olması gerektiği gibi bir medeniyet" görmüyorum. Net bir şekilde bir "tersine evrim" yaşıyoruz. "Teknolojik olarak geliştik zannederken", "medeniyette ilerledik ve uzay çağına eriştik zannederken" çok yanlış bir yola girdik ve medenileşeceğimize doğadan, insanlıktan uzaklaştık. Bu günahımızın cezasını da bizimle birlikte tüm "dünya gezegeni" ve "bu gezegeni paylaştığımız diğer canlılar" çekiyor. Çok acı. Yazının sonunda benimle aynı fikirde olacağınıza eminim.

"Dünya" yerine "dünya gezegeni" diyorum, çünkü "dünya" dediğinizde sanki dünyanın, insanlığın malı olduğu ve istediğimiz gibi tüketebileceğimiz gibi bir algı oluşuyor. Halbuki "dünya gezegeni" bizim yegane evimiz. Uçsuz bucaksız uzay boşluğunda böyle harika bir "gezegen" üzerinde yaşadığımız için kendimizi çok şanslı saymalı ve ona gözümüz gibi bakmalıyız. Gerçek maalesef tam tersi. Dünya gezegenini tüketip başka gezegenleri istila etme derdindeyiz. İnsanlığın medeniyet yolundaki rotası bu olmamalıydı.

Yıl 2012... Antarktika gezimizde sıradışı bir olay oldu. O sabah kahvaltıdan sonra terk edeceğimiz koyda gemimizin çevresinde sürü halinde kambur balinalar dolaşmaya başlamıştı (bahsettiğim olayın videosu için şu linke bakınız: https://youtu.be/xLI0upNSsHs?t=486). Kaptan şöyle bir anons yaptı: "Gemimizin çevresinde balinalar bulunuyor. Bugünkü programımız, bu sıradışı olay sebebiyle değişti. Koyu terk etmeyeceğiz. Bir keşif ekibi botla balinaların yanına inecek. Güvenli olduğuna kanaat getirirlerse, tüm misafirlerimizi botlarla balinaların yanına indireceğiz.." Keşif ekibi dediği, okyanus bilimciler, profesyonel fotoğrafçılar, zooloji uzmanları ve National Geographic kaşifleri.. Ben bu anonsu duyar duymaz kahvaltıdan kalkıp botlara binilen güverteye fırladım. O alt güverteye vardığımda, gezi boyunca tanıştığımız okyanus bilimciler, N. Geographic gezginleri filan "wet suit" denen kıyafetleri giyiyorlardı. Wet suit denen kıyafetler, tek parça, tüm vücudunuzu boynunuza kadar koruyan özel bir kıyafet. En önemli özelliği, su geçirmez olması ve sizi soğuğa karşı bir süre koruması. Denize düşerseniz sizi boğulmaya ve soğuk şokuna karşı bir süre koruyor (Antarktika kıyılarında olduğumuzu hatırlatırım). Bu kıyafetleri giymemiz zorunlu idi, çünkü balinaların botları devirmeyeceğinden kimse emin değildi. Güverteye vardığımda kimse bana "sen de kimsin, bilim adamı mısın?" diye sormadığından, ben de bu ekibin arasına karıştım ve bota atladım. Denizde yaklaşık 1 saat kaldık. Balinalar bazen bizden uzaklaştı, peşlerine düştük; bazen onlar bize yaklaştı. Bu bir saat içinde beni, hayatım boyunca etkileyecek bir olay oldu. Bunun görüntülerini yukarıda linkini verdiğim videoda izleyebilirsiniz.

Denize ilk olarak bilim ekibinin indirilmesi güvenlik amacıylaydı. Balinaların bizim için bir tehdit oluşturup oluşturmadıklarına bakılacaktı. Balinalar sürekli çevremizde dolaştılar, bizden uzaklaşıp beslendiler. Beslenmek için denizin derinliklerinden ağızları açık şekilde suyun yüzeyine çıkıyorlar; bu sırada suyu ağızları ile süzüp planktonlarla besleniyorlar. Bu sırada deniz yüzeyinde anaforlar oluşuyor. Bu şekilde beslenirken hep bize uzak durdular. Bir ara bizim bota doğru 2 balinanın geldiğini gördüm. Sonra üçüncü balinayı da gördüm! Tam 3 kambur balina bizim ufacık botumuza doğru geliyordu. Ufak bir kuyruk darbesi ile botumuzu havaya fırlatmaları işten değildi. Tam o sırada tırsmış bir ses tonuyla "Can they hit us?" diyen kişi benim; videoda görebilirsiniz. Ama ne oldu biliyor musunuz? Bu 3 kambur balina tam botumuzun dibinde suya tekrar daldılar. Sonra? Biz "nerede bunlar?" derken botumuzun altından geçip diğer tarafta tekrar su yüzeyine çıktılar. İnanılmaz bir olaydı. Balinalar isteseler botumuzla top gibi oynar, hepimizi havaya fırlatabilirlerdi, ama yapmadılar. Bizi selamlar gibi bir taraftan yaklaşıp, nazikçe altımızdan geçip diğer taraftan su yüzeyine çıktılar. Bu tesadüf olamaz! Son derece zeki canlılar ve bizim farkımızdalar. Bizimle iletişim kuruyorlardı! Herhalde uzaylı bir ırk, insanoğlu ile iletişim kursa aynı böyle hissederim. O gün tüm gezginler defalarca kez botlarla balinaların yanına indirildi. Tek bir kez bile bir kaza, bir çarpışma olmadı. Hantal görünen o dev cüsseli balinalar, bütün gün, son derece nazik bir biçimde gezginlerle iletişim kurdu. O gün anladım ki biz bu gezegenin hakimi değiliz. "Uzayda süzülen dünya gezegenini, üzerinde yaşayan milyonlarca zeki canlı türü ile paylaşıyoruz".

2005 yılında 3 günlüğüne Paris'te bir estetik kursuna gitmiştim. Onu saymazsak ilk yurtdışı gezim 2011 yılında kuzey kutbuna gidişimdi. Gezmeye kuzey kutbundan başladım, 2012'de Antarktika'ya giderek devam ettim. Bu gezilerimde şehir hayatından uzaklaşmak, hatta medeniyetten uzaklaşmak (devlet otoritesi, sosyal hayat, şehir hayatının yapaylığından uzaklaşmak) ve doğaya yakın olmak; balinalarla etkileşmek, benim bazı şeylerin farkına varmama yol açtı. Anladım ki biz çok ama çok güzel bir gezegeni, üzerindeki diğer zeki canlılarla birlikte paylaşıyoruz. Kendimizi canlıların piramidinin en tepesinde görüyoruz. Gerçek öyle değil. Bu gezegen bize ait değil. Bu gezegeni istediğimiz gibi "tüketemeyiz"! Hayvan dediğimiz diğer canlıların bir çoğu en az bizim kadar zeki. Buna emin olun. Sadece biz hayvanlarla iletişim kurmayı bilmiyoruz (beceremiyoruz). Onlardan üstün de değiliz. Her hayvan türünün yaşayabileceği bir doğal ortamı var ve buna saygı göstermeliyiz. Gerçekte olan, maalesef tam tersi. Kendimizi dünyanın en üstün canlısı olarak görüyoruz ve tüm diğer canlıları kendimizde aşağı görüyoruz. Emin olun bu çok ciddi bir yanılgı ve bu yanılgımızın farkına vardığımızda çok geç olabilir.

---

Biraz daha popüler örnekler vereyim. İnternette kedi videoları neden bu kadar popülerdir hiç düşündünüz mü? Bunun sebebi sadece kedilerin sevimli olması değil. İnsanoğlu etkileşim kurduğu şeyleri sever. Bir şey yaparsın, karşındaki şey sana kendince bir reaksiyon gösterirse bu hoşuna gider. Bence insanların otomobil sevdası da bu yüzdendir. Toplumda bir statü göstergesi olmasının ötesinde bir otomobil, insana çok hoşuna gidecek bir etkileşim imkanı sunar. Pedala hafif bir basmakla seni onlarca kilometre hızla bir yerden bir yere götürür. Motorun sesi, elde ettiğin hız, sürücüyü mutlu eder, çünkü sürücü motorla etkileşmiştir. Motorla karşılıklı bir iletişim kurarsın. Bu etkileşimi abartan kişiler otomobilleri ile karşılıklı duygusal bir bağ bile kuruyor. Bir tanıdığım otomobiline binenlere galoş verirdi mesela. Aynı şekilde bana göre insanların bilgisayar, tablet sevgisi de bu "etkileşim" hissinden kaynaklanıyor. Webde ufak bir gezinti ile film izleyebiliyorsun, maillerine bakabiliyorsun, fotoğraf çekip bunları sosyal medyada paylaşabiliyorsun. Yani o bilgisayarla, tabletle etkileşiyorsun. Her şey parmaklarının ucunda. Ufak bir hareket yapıyorsun, karşılık alıyorsun. Sanki karşındaki zeki bir varlıkmış gibi (yalan da değil, yapay zeka diye bir şey var). Kedi videolarının bu kadar sevilme sebebi de bence "etkileşmenin verdiği zevk"tir. Kediler hem hemen her yerde bulunan canlılardır, hem de çok sosyal hayvanlardır. Onlara yaptığınız hareketlere anlamlı tepkiler verirler. Bir de sevimliliklerini hesaba katarsanız neden kedi videolarının bu kadar çok sevildiği ortaya çıkar. Bir ev kedisini kızdırırsanız size tepki olarak manalı cevaplar verecektir. Ben de bir kedi sahibiyim. Kedimiz eğer anlam veremediğimiz bir harekette bulunuyorsa, ortalıkta anlamadığımız bir sorun olduğunu öğrendim artık. Sorun onun anlatışında değil; o elinden geldiğince anlatmaya çalışıyor. Sorun bizim anlamamamızda. İlk yıllarda bir gün baktım, Şermin (kedimiz) çöp kutusunun yanına dışkılamış. Neden böyle yaptı derken anladık ki kum kabı idrarla çok kirlendiği için kum kabına yapmamış tuvaletini. O zamanlar şeker hastası olduğunu daha bilmiyorduk. Kum kabı aşırı idrarla çok kirlendiği için kum kabına yapmamıştı. Peki neden çöp kutusunun yanına yapmıştı tuvaletini? Çok belli değil mi? Çöp kutusunun çöpler için kullanıldığını ve o çöplerin atıldığını görüyordu. Kum kabı müsait değilse en uygun yer tabii ki çöp kutusu yada çöp kutusunun yanı idi.

Kediler ve köpekler şehir hayatında en sık karşılaştığımız canlılardır ve bizimle iletişim kurarlar. Bu yüzden internette en çok sevilen videolar kedi-köpek videolarıdır. Onlarla etkileşime girdiğimizi görmek bizi mutlu ediyor. Karşımızdaki canlının zeki bir varlık olması ve bize kendince tepki vermesine bayılıyoruz. Ama kaçırdığımız bir şey var.. Özellikle şu medeni yaşam, şehir hayatı, gözümüzü bu anlamda kör etmiş. Sadece kedi, köpekler değil; tüm canlılar bizimle iletişim kuruyor. Emin olun tüm canlılar iletişim kurup karşılıklı anlaşabileceğimiz kadar zekidir. Onları anlamıyorsak bu bizim suçumuz. Anlaşmayı bilmiyoruz demektir. İşte insanoğlunun medeniyet yolunda geldiği nokta: doğadan kopmak, kendini tüm canlı ekosistemin en üst noktasında görmek. Tüm "gezegenin" insanlara ait olduğunu sanmak. Doğa ile, doğanın zeki canlıları ile etkileşimin yerini otomobillerimiz ile, tablet bilgisayarlarımız ile etkileşim almış. Çok acı değil mi! Bu bir tersine evrim değil de nedir?

Okyanusun ortasında ufak bir ülke büyüklüğünde çöp adaları oluşuyor.

Geyiklerin avlanma izinleri ihaleler ile satılıyor..

Hayvan haklarını koruduğunu iddia eden bir çok kuruluşun aslında gıda endüstrisinin dev firmaları adına çalıştığını ve hiç de hayvan haklarını korumak için çalışmadıklarını öğreniyoruz. Neden? Para için.

Artık radyasyonlu denizlerde yüzüyoruz. Yanılmıyorsam 1940'lı yıllarda pasifik adalarında başlayan nükleer denemeler yüzünden bazı tropik adalar ve çevresindeki denizler yaşanmaz hale geliyor. Fukuşhima'da oluşan nükleer felaket yüzünden radyasyonlu sular denizlere karışıyor ve tüm dünya denizlerini zehirliyor.

Göllerin su kaynaklarını kurutuyoruz ve binlerce göçmen kuş ölüyor..

Medeniyet yolunda bazı şeyler ters gitmiş ve yanlış yollara sapmışız. Ulaşmamız gereken medeniyet bu olmamalıydı.

---

Son yıllarda görüyorsunuz, özel firmalar sayesinde uzay yarışı hızlandı. Ülkeler aya gitmeye, Mars'ta koloni kurmaya çalışıyor. Uzaya ticari geziler yapmaya başlanıyor. Bunlar bana çok saçma geliyor. Uzayda ne işimiz var? Mars'ta koloni kurmak için önce orayı terraforme etmeniz gerekecek; yani yaşanabilir bir atmosfer ve ekosistem oluşturulması gerekecek. Zaten üzerinde yaşadığımız son derece harika bir ekosistemi olan bir gezegen var. Bunu mahvetmişiz, gidip atmosferi ve canlılığı olmayan gezegenlerden medet umuyoruz. Bence insanlık, öncelikle üzerinde yaşadığımız gezegeni kurtarmalı, buradaki diğer canlılarla iletişim kurmalı; türlerin yok olmasını önlemek için çalışmalar yapmalı. Bunları yaparsak, işte gerçek "üstün medeniyet" bu olur. Zaten harika bir gezegenimiz varken bunu mahvedip üzerindeki canlıları kendi malımız gibi görmek, bu sırada mahvetmek için başka gezegenler aramak, bana kelimenin tam manası ile "barbarlık" olarak geliyor. İnsanlık tersine bir evrim geçirdi ve yeni bir tür "barbarlık çağı" yaşıyor.

Şu an Ay'ın ve Mars'ın yüzeyi adım adım biliniyor. Her kraterin, her coğrafi bölgenin bir adı var. Peki okyanusların sadece 5%'inin bilindiğini, kalan 95%'inin daha incelenmediğini biliyor muydunuz? Uzayda ne işimiz var?

Gezegenimizi üzerindeki diğer canlılarla paylaştığımızın daha farkında değiliz. Kendimizi tüm canlıların üstünde görüyoruz. Kediler bize anlamlı bir tepki verince heyecandan deliriyoruz. Küstüm çiçeğinin yapraklarına dokunduğumuzda, yapraklarının kapandığını gördüğümüzde şaşırıyoruz; çünkü bitki bize reaksiyon veriyor. Sonra gidip uzaylılarla iletişim kurmayı istiyoruz. Yahu daha kendi gezegenimizdeki diğer canlılarla iletişim kurmamışız. Uzaylılara ne zaman sıra geldi? Bu gezegeni milyonlarca başka canlı türü ile paylaştığımızın farkına varsak; bu canlıların soylarının tükenmesine karşı önlemler alsak; bu canlıları kendimizle eşit görüp haklarını korusak; ve ondan sonra uzayda akıllı-zeki canlılar arasak tamam.. Ama öyle olmuyor işte. Önce kendi çevremizdeki zeki canlı türleri ile iletişim kurup onlardan daha üstün olmadığımızı fark etmeliyiz. İşte o zaman medeniyette ilerledik diyebiliriz. Geçen sene test edip onaylandığı gibi, pandemi sebebi ile 6 hafta insanların eve kapanması bile doğanın bir miktar canlanması ve kendine gelmesi için yetti. Doğaya zarar vermeyi bıraksak, o kendi yaralarını zaten kısa sürede saracak.

Medeniyet yolunda, yoldan çıktı insanlık. Doğru yola girmek için öncelikle üzerinde yaşadığımız bu güzel "dünya gezegeninin" değerini bilmeli, onu tüketmekten vazgeçmeliyiz. İnsanlık maalesef bu gezegendeki en istilacı canlı olduğundan sıkı bir nüfus kontrolü yapılmalı. Nesli tükenen ve tehlike altındaki türler korunmalı ve bu türlerin korunup sayılarının artırılacağı enstitüler kurulmalı. ABD'de Okapilerin korunduğu ve sayılarının artırılmaya çalışıldığı bir enstitüyü ziyaret etme şansım olmuştu. Okapiler de nesli tehlike altındaki türlerden. Bence uzay çalışmalarına harcanan para asıl böyle merkezlerin kurulmasına harcanmalı. En azından bir süre. Yazıyorum ama bu konular da maalesef pek ümitli değilim, çünkü çok büyük, çok uluslu şirketler ve hatta devletler, "dünyayı tüketme" işinde bizzat işin içindeler. İnsanlığın bir sonu olacaksa, bu savaşlarla değil, üzerinde yaşadığımız, inanılmaz güzel "dünya gezegenini" tükettiğimiz için olacak.

---

Not 1: "Ahtapottan ne öğrendim" belgeselini mutlaka izleyin. Bir insanla bir ahtapotun ne kadar yakın bir ilişki kurabileceğini görün (hatta duygusal bir ilişki)! Bir ahtapotun ne kadar zeki bir canlı olduğunu görün! Bu canlılardan üstün olmadığımızı, bu gezegen üzerinde onların da en az bizim kadar hakkı olduğunu göreceksiniz.

Not 2: "Seaspiracy" belgeselini de izleyiniz. Balıkçılık aslında kötü bir şey değil. İnsanoğlunun yüzbinlerce yıldır yaptığı bir avlanma şekli. Beslenmek için gerekli; ama insanoğlunun son yüzyılda yaşadığı "tersine evrim ve barbarlaşma" sonucu balıkçılığın geldiği son noktayı görün. Cinayet, köleleştirme, rüşvet, sahte kurumsallaşma (doğayı korur görünen, ama aslında doğayı katleden kurumların oluşturulması), canlıların katliamı, doğanın katli, her türlü iğrençlik var bu belgeselde. Balıkçılık hem insanlar hem de tüm dünya için o kadar büyük bir tehlike haline gelmiş ki, belgeseli izleyince balıkçılığın acilen yasaklanmasını isteyeceksiniz.

Not 3: Daha önce veganlık üzerine bir yazı yazmıştım. Veganlığa karşıyım ama aynı zamanda doğanın korunması taraftarıyım. Ama "doğanın korunması" derken buna "doğanın doğal işleyişinin de korunmasını" katmalıyız. Doğa her zaman en doğrusunu yapmıştır. Milyonlarca yılın süzgecinden geçerek, "her şeyin en doğrusu" doğada bulunur. Bu yüzden bazı canlılar etçildir, et yemelidir. Bazı canlılar otçuldur, ot yemelidir. İnsan ise hepçildir, hem ot hem et yemelidir. İnsanın et yememesi doğasına aykırıdır. Yukarıdaki yazıda bahsettiğim "ters evrim"e veganlığı da katmak gerekir. O yazımda da bahsetmiştim, veganlık bana göre insanoğlunun girdiği yanlış medeniyet yolunda geliştirdiği, "doğaya aykırı", "yapay" şeylerden biridir. Bir şeyin doğrusunu arıyorsak doğaya bakmalıyız. Bu yüzden uçakların kanadı vardır, çünkü uçaklar tasarlanırken kuşlar taklit edilmiştir. Kuşların kanadı olduğu için uçakların da kanadı vardır. Her şeyin doğrusu doğadadır. Doğada et yemeyen etçil bir canlı yoktur. Önemli olan "doğanın işleyişini bozmamak; düzenini korumaktır". Bu yüzden "Hem doğayı koruyalım diyor, hem de veganlığa ölümüne karşı. Bu nasıl çelişki?" demeyin. Doğanın tüm canlıları ile iletişim kuralım, doğayı koruyalım, ama doğanın çalışma düzenini de koruyalım. Veganlık tamamen doğanın işleyişine terstir. Buna bu yüzden karşıyım. Yapay her şeye karşıyım. Doğanın işleyişini bozan her şeye karşıyım.

Op. Dr. Oytun İdil

oytunmd@gmail.com

www.peniscerrahisi.com

Yazının devamı...

Delirmeyin lütfen!

Bu yazıyı "ameliyatının üzerinden daha 1 hafta geçmeden 'orası şiş, burasında morarma var...' gibi şikayetlerde bulunan" ve "ameliyatının üzerinden 3 ay geçmiş, revizyon gerektiren bir sorunu olan, revizyon için 6. ayı beklemesi gereken, ama bekleyemeyen hastalar(ım)" için yazıyorum.

Son zamanlarda o kadar çok revizyon vakası başvuruyor ki anlatamam. Bunun bir sebebi olmalı. Instagram'a bakarsanız her cerrah mükemmel ameliyatlar yapıyor, hastalar musmutlu. Yahu o zaman ortalıkta dolaşan bu revizyon hastaları nereden çıkıyor? Ben size söyleyeyim... Yine Instagram'dan. Hastalara soruyoruz, cerrahlarını nereden bulduklarını. Cevap: "Instagram'dan. Bir çok hastasının fotoğrafını paylaşmıştı."

Lütfen, ameliyat olmayı düşündüğünüz konuyu iyice araştırın. Konusunda tecrübeli, yetkin cerrahları arayın bulun. Gerçekte nasıl oluyor biliyor musunuz? Hastalar Instagram'da, Google reklamlarında gördükleri doktorlara balıklama atlıyor, sorun yaşayınca, işte ancak o zaman doğru dürüst araştırıyor. Revizyon için başvurduğu doktora da "Sizden haberim yoktu, Instagram'da, Google'da görünmüyorsunuz" diyor. Cerrahın yetkinliği bir yana, ameliyatın risklerini bile araştırmadan ameliyat oluyorlar. Sonra sorun yaşayınca, işte gerçek araştırmayı o zaman yapıyorlar. Ne demek istiyorum? Önce iyice ARAŞTIRIN, BİLGİLENİN... Yazının ilk kısmının ana fikri bu. ÖNCE İYİCE ARAŞTIRIN, BİLGİLENİN. SADECE INSTAGRAM'DAKİ FOTOĞRAFLARA BAKMAK ARAŞTIRMA DEĞİLDİR! Sorun yaşadıktan sonra yapacağınız araştırmayı, sorun yaşamadan yapın.

CERRAHI BELİRLERKEN DOĞRU DÜZGÜN BİR ARAŞTIRMA YAPIN!

Bu arada evet, benim de revizyon gerektiren hastalarım oluyor. Ben Instagram'da gördüğünüz, her gün bir sürü ameliyatı olan, her ameliyatı mükemmel sonuçlanan, hep yüzü gülen (ben o kadar şeker değilim), hastaları mutluluktan uçan doktorlardan değilim. Böyle süper başarılı doktorlar, böyle hep mutlu hastalar nerede yaşıyor bilmiyorum ama benim yaşadığım dünyada işler böyle peri masalı gibi yürümüyor. Ameliyat yapıyorum, ameliyat ettiğim yerde ödem oluyor, dikişlerin iyileşmesi bir süre alıyor. Sadece dikişlerin kaynaması yetmez, o bölgedeki ödemin geçmesi, dikiş yerlerindeki iyileşmeye bağlı sertliklerin yumuşaması gerekiyor; bunlar da aylar alıyor. Hatta bazen komplikasyon oluyor ve ileride revizyon yapmam gerekiyor ve bir sır vereyim: "Revizyon yapmak için de bir süre geçmesi gerekiyor. En az 6 ay." Öyle şıp diye hemen revizyon yapılmaz. Instagram'daki doktorları gıpta ile takip ediyorum. Sıfır komplikasyon, sıfır revizyon... Full memnun hasta. İnanılmaz!

Hastalar genellikle 3 şey istiyor:

1- Ameliyat mümkün olduğunca ucuza olsun

2- Ameliyatın sonucu hemen, ama hemen alınsın. Mümkünse ilk haftanın sonunda sonucu hemen görelim.

3- Ameliyatın sonucu kalıcı olsun, hayat boyu öyle kalsın.

Yüzde yüz garantili memnuniyet!

Instagram dünyasını bilmiyorum. Ben orada yaşamıyorum. Benim yaşadığım dünyada ameliyatların bir maliyeti, iyileşme süreci ve komplikasyon ihtimalleri var. Hastalar "Şu, şu, şu ameliyatı istiyorum. Yapılmışken şu da yapılsın, bu da yapılsın." diyor. Maliyetten önce, bir kere bu ameliyatların hepsinin aynı seansta yapılıp yapılamayacağı belli değil. Geçenlerde bir hastam bana "Bir dizi ameliyat" diye bir mail atmış. Bir sürü isteği var. Uzuun uzuun yazmış. Mailin sonuna doğru kalp sorunlarından bahsetmiş, falan yılda by-pass ameliyatı geçirdiğini yazmış. Bir kere, bu hastanın istediği ameliyatların hepsinin tek seansta yapılamayacağı belli. Kalp doktorundan şu, şu ameliyatlar için "ameliyat olabilir" diye yazı getirmeli. Diğer yandan saydığı ameliyatların maliyetini çıkardığınızda "Oha!" diyorlar genelde (bu hasta özelinde demiyorum, genel olarak maliyet ve sağlık durumu düşünülmeden ameliyatlar sıra sıra isteniyor diyorum). İtibardan bile tasarruf olur ama sağlıktan, ameliyatınız için gereken sağlık giderlerinden tasarruf olmaz. Önce bu ameliyatlar için sağlık durumunuz uygun mu, sonra bütçeniz yeterli mi, bir düşünün lütfen!

DÜŞÜNÜN!

Ameliyatın hemen sonucunun alınmasına gelince... İşte benim en çok sıkıntı çektiğim konu bu. Hastalar hemen sonuç istiyor. Bu konuda rekor 2 gün ile benim bir hastamda. Ameliyattan sonra 2. gün. Daha pansuman açılmamış, bana mesaj atmış "Şurası mor, burası şiş, neden?" diye. Ben de cevap yazdım: "Pansumanı mı açtınız? Pansuman duruyorsa nereden gördünüz şiş, mor olduğunu? Len daha 2 gün oldu!" diye. Pansumanını henüz açmamış hastam, ama x-ışınlı gözleri ile pansumanın altındaki şişlikleri görmüş, ondan bahsediyor. Galiba bazı hastalarım Kriptonlu, Süpermen'in akrabası.

Ameliyattan 2 gün sonra şuramda buramda ağrı var diyen de oluyor. Ben de "Ameliyat oldunuz, ondan olabilir" diyorum. Yazdığım reçetede ağrı kesici var, o yüzden yazdım diyorum. İlaçlarınızı kullanınız diyorum. Enfeksiyon olabilir mi? Olamaz! Ameliyattan 2 gün sonra enfeksiyon olmaz. Yara mikrop kapmış olsa bile mikropların üremesi için bir kaç gün geçmesi gerekir. Bu süre de 2 günden fazladır.

Uzaktaki hastalarla Whatsapp üzerinden haberleşiyoruz. Bana bir sorunuz olursa mutlaka fotoğraf atın diyorum. Maalesef hastaların büyük çoğunluğu uzuun uzuun tarifler yazıyor. Bir fotoğraf göndermeyi akıl edemiyor. Aslında herkese söylüyorum bunu; mutlaka fotoğraf atın diyorum. Ama fotoğraf atmayı akıl edemiyor çoğu.

Yanlış anlaşılmasın. Hastalar, doktorunu aramasın demiyorum. Bir sorununuz olduğunda tabii ki doktorunuzu aramalısınız. Eskiden beri yazarım; ameliyat olmadan mutlaka doktorunuzun cep telefonunu alın diye. En ufak bir sorununuz olduğunda cerrahınızı aramalısınız. Burada sorun, hiç düşünmeden, tamamen gereksiz yere doktorun aranması. Gereksiz derken şunu kastediyorum; ameliyatın üzerinden 3-4 gün geçmişken o bölgede morluk ve şişlik olması normaldir. Hastalar maalesef daha pansuman yeni açılmış, ameliyat olalı daha 1 hafta geçmemişken tamamen iyileşmeyi bekliyor. Yok böyle bir şey.

Bir de ameliyat sonucunun kalıcılığı var. Arkadaşlar, insan sabit, hiç değişmeyen bir varlık değil. Mesela kadın hastalar sıklıkla şunu soruyor, "Meme protezi ile meme büyütme yapılınca implantların ağırlığı ile memelerde sarkma olur mu?" Ben de diyorum ki "Meme büyütme ameliyatı olmasanız da büyük ihtimal yaşınız ilerledikçe memelerde sarkma olacak; bunun implantlarla alakası yok". Meme protezleri o kadar ağır değildir. Memelerde sarkma geçen yılların etkisi ve yer çekiminin etkisi ile olur. Tabiri caizse "nüfus cüzdanı eskir", bu yüzden bir kaçı hariç genelde ameliyatların sonucu hayat boyu aynı kalmaz. Sonucu hayat boyu aynı kalan ameliyatlara örnek vereyim; bademciklerin alınması (tekrar bademcik oluşmaz), şeker ya da damar hastalıkları sebebi ile bacakların kesilmesi (kesilen bacakların yeniden uzadığı görülmemiştir).

Lütfen biraz DÜŞÜNÜN diyorum. AMELİYATTAN ÖNCE ARAŞTIRMAdan bahsettik, DÜŞÜNMEKten bahsettik. Şimdi gelelim işin "SABIR" kısmına...

Benim ameliyatlarım maalesef hemen ertesi gün iyileşip şıp diye son halini almıyor. Bir "İYİLEŞME SÜRECİ" gerekiyor. Bu dönemde de "SABIRLI" olmanız gerekiyor. "Öğle arasında 15 dakikada ameliyat!", "Hemen o gün akşam partiye gidebilirsiniz" gibi saçma vaatlere kanmayın (DÜŞÜNÜN BİRAZ). Ameliyattan sonra sizi iyileşme dönemi bekliyor.  Ameliyatın bazı çok belirgin etkileri 1-2, bazen de 3 haftada geçer. Ameliyattan sonra ilk aşamada oluşan ödem, kızarıklık, dikişler vs. Ama hastalar daha dikişler duruyorken orası şiş, burası asimetrik diye arıyor. Şişliklerden, asimetrilerden, dikişlerin izlerinden bahsetmek için henüz çok erkendir. Hazır dikiş demişken "iz" meselesine de değineyim. İz dediğiniz şey, dikiş atılan yerdeki iyileşmenin artığıdır. Yani önce dikiş hattı iyileşecek, iyileşme tamamlanırken geride bir artık bırakacak; işte buna "iz" diyoruz. Bir dikiş hattının ize dönüşmesi en az 6 ay, hatta 1-2 sene alır. Bu yüzden ameliyatınızdan 2 hafta sonra "iz çok kötü" falan diye sızlanmayın. Henüz ortada iz yok çünkü, dikiş hattı var. Ödem de ayrı bir sorun.. Hasta gece sağa dönük yatıyor, ödem sıvısı sağ tarafta birikiyor. Sabah kalkınca "Eyvah! Ameliyat yeri asimetrik" diye panikliyor hasta. Hele penis vakaları tam film. Penis dediğiniz zaten 10-12 santimlik bir doku. Hasta, ameliyatının üzerinden daha 2 hafta geçmiş, bana "yağ enjeksiyonu asimetrik olmuş" diyor. Sanırsınız 3 metrelik bir yere ameliyat yaptık da bazı bölgeler gözümüzden kaçtı. Yahu olabilir mi böyle bir şey? 10-12 santimlik bir dokunun neresine yağ enjekte etmeyi "unutayım, gözümden kaçsın?" Ödem birikimi hastaları yanıltıyor, anlatana kadar canımız çıkıyor.

Penis büyütme ameliyatlarında bir de şu durum var: Her ameliyattan sonra ameliyat edilen yer yüksekte tutulur (ödem, şişlikler az olsun diye). Mesela hasta elinden ameliyat olmuşsa eli yüksekte tutulur, boynuna asılır. Hasta yüzünden bir ameliyat geçirmişse hafif oturur gibi yatırılır ki yüzü yüksekte olsun, ödem az olsun. Ayağından ameliyat edilen bir hastanın ayağı tabure üzerine konur ki yüksekte dursun, ödemi az olsun. Yahu penisi ameliyat edince ne yapalım? Penisin yüksekte olması için hastanın amuda kalkması lazım! Mümkün değil. Yani penis ameliyatlarından sonra peniste ödem olur. Hastaları da anlıyorum, penisini şiş görünce panik oluyorlar (önemli organ!). Durumu açıklıyorum ama bazısına anlatmak çok zor oluyor.

Ameliyattan sonra bir iyileşme dönemi olacak, tamam, ama ya bir de revizyon gerektiren bir komplikasyon olursa! İşte bu yüzden "hiç bir ameliyat için garanti verilemez". Yaşadığımız bu hayatta "komplikasyon" diye bir olgu var ve komplikasyonun olduğu yerde "garanti"den bahsedilemez. Ameliyattan sonra işler yolunda gitmeyebilir ve oluşan pürüzleri düzeltmek için bir revizyon ameliyatı gerekebilir. Maalesef revizyon ameliyatları da öyle hemen yapılamaz. Ameliyat bölgesinde iyileşmenin tamamlanması gerekir. Dokular iyileşirken o bölge sertleşir, bir enflamasyon oluşur. Bu sertleşme, aynı bölgeye kısa sürede tekrar müdahale edilmesini zorlaştırır. Revizyonu hemen yapmaya kalkışırsanız istenen sonuç alınamaz, hatta dikişler bile tutmayabilir. Bu yüzden iyileşmenin bitmesi, dokulardaki sertleşmenin yumuşaması gerekir. Bu da (sıkı durun) en az 6 ay kadar bir süre demektir. Yani ilk ameliyattan sonra en az 6 ay geçmeli ki revizyon yapılabilsin. Aslında 6 ay geçmesinden daha önemlisi ameliyat bölgesinin yumuşamış olmasıdır. Ameliyattan sonra 6 ay geçmiş ama ameliyat bölgesi hala sert ise daha fazla beklenmelidir. En önemli kriter, ameliyat bölgesinin yumuşamasıdır. Revizyon ameliyatı olması gereken bazı hastalar maalesef bu süre içinde delirirler. DELİRMEYİN! Bu geçen süre, revizyon ameliyatından istenen sonucun alınması için şarttır. Daha önce revizyon yapılması, revizyonda istenen düzeltmenin yapılamamasına yol açar. Bu yüzden DELİRMEYİN ve DOKTORUNUZA, REVİZYON AMELİYATINI HEMEN YAPMASI İÇİN BASKI YAPMAYIN..

Yazı biraz dağınık oldu, farkındayım, ama herhalde demek istediklerimi anlatabildim.

En iyisi size bir de eğlenceli bir bonus anımı anlatayım ve yazıyı burada bitireyim.

Bu anlatacağım olay tamamen gerçektir. Hiç bir abartma yoktur. Yazıda bahsettiğim hocamız da şahittir..

Uzak bir şehirde çalışan bir hocamız, sağ olsun bana daha önce ameliyat ettiği bir hipospadias vakasını yönlendirmiş. Hasta hipospadias hastası, yani doğuştan idrar deliği penisin altı yüzüne açılan bir hasta. Ameliyat olmuş ve idrar deliği olması gereken yere, penisin ucuna getirilmiş. Bu hasta şimdi artık büyümüş ve penis büyütme ameliyatı istiyormuş. Hocamız da hastayı bana göndermiş. Beni aradı ve hasta hakkında bilgi verdi. Hasta o hafta muayeneye gelmedi. Bir kaç gün sonra hocamız aradı ve "Oytuncuğum, hastayı görmüşsün, ne düşünüyorsun, ameliyattan fayda görür mü?" diye sordu. Ben de "Abi, o hasta bana gelmedi. Hiç hatırlamıyorum" dedim. Bana "Hasta sana gelmiş. Ben telefon açıp konuştum. Muayene etmişsin" dedi. Hayda! Vallahi hiç hatırlamıyorum. Bunadım mı acaba? Bu abimizi çok severim. Gönderdiği hastayı görmüş olsam kesin hatırlarım; ama ısrarla sen hastayı görüp muayene etmişsin diyor. Yemin ediyorum "Alzheimer oldum galiba" diye içimden geçirdim. "Abi, ben hasta ile bir görüşüp size döneyim. Vallahi hastayı hiç hatırlayamadım" dedim. Hastayı aradım. Telefonu babası açtı. Bana ne zaman geldiniz, sizi muayene ettim mi gerçekten diye sordum. Aldığım cevap şu (yemin ederim doğru): "Hocam biz İstanbul'a geldik. Elimizdeki muayenehane adresine gittik. Doktor Oytun beyle görüşmek istediğimizi söyledik. Bizi içeri aldılar, doktorla görüştürdüler, muayene olduk. Hocamız yapılabileceklerden bahsetti. Oradan çıktıktan sonra fark ettik ki başka bir doktora gitmişiz. İstanbul'a gelirken bir kaç doktorun adını adresini almıştık, başka bir doktora görünmüşüz." Nasıl ama! Hasta daha kime gittiğinin farkında değil. Daha sonra da hastayı bana gönderen hocamızı arayıp "biz muayene olduk" demişler ama utandıklarından yanlış doktora gittiklerini söylememişler. İşin ilginç tarafı gittikleri muayenehanede de kimse durumu bozuntuya vermemiş. Hasta beni sormasına rağmen "Tamam, burası" deyip hastayı doktorun odasına muayeneye almışlar. Herhalde meslek hayatımın en acayip anılarından biridir bu. Hastayı bana gönderen abimizi aradım, durumu anlattım, inanamadı. Gerçekten çok acayip bir durum.

 

Lütfen biraz bilinçli olun, uyanık olun!

Instagram'daki pasparlak reklamlara kanmayın!

Instagram'daki hasta fotoğraflarına bakmak araştırmak değildir.

Ameliyatı ve cerrahları adam gibi araştırın!

Ameliyat olacağınız cerrahın size ameliyat hakkında (özellikle olası komplikasyonlar hakkında) doğru ve eksiksiz bilgi verdiğinden emin olun.

Cerrahın o konuda tecrübeli olduğuna emin olun.

Ameliyat günü cesaretli olun. Korkunuz varsa, bu ancak kafanızda cevap bulamadığınız sorular olduğundandır. Cerrahınız tüm sorularınıza yeterli cevap vermelidir.

Ameliyattan sonra sabırlı olun. İyileşme süresi öyle bir kaç günlük bir süreç değildir. En az 6 ay alır. Mesela burun estetiğinde bu süre en az 1 yıldır.

Her ameliyatta komplikasyon ihtimali vardır. Bu yüzden doktorunuzdan "garanti" istemeyin. Maalesef hastalara tıpta garanti olamayacağını söylesek de hastalar gözümüzün içine baka baka yalan söylememizi bekliyor. Garanti lafını alamazsa "Bir sorun çıkmaz değil mi?" diyerek garantiyi dolaylı yollardan almaya çalışıyor. AMELİYATINIZDA SORUN ÇIKABİLİR! BURADA ÖNEMLİ OLAN BİR KOMPLİKASYON OLUŞURSA CERRAHINIZIN BUNA MÜDAHALE EDEBİLMESİDİR. GEREKLİ REVİZYONU YAPABİLMESİDİR.

Gerçekçi olun ve yukarıda yazdıklarımı unutmayın.

Bundan sonraki yazımın başlığı "Tersine evrim" olacak. Şu anda nasıl oluyor da neanderthal insanlardan daha ilkel bir hale geldik, medeniyette uzay çağına geldik zannederken, nasıl oldu da geriye doğru evrimleştik, daha da ilkelleştik onu anlatacağım. Hem de kanıtlarıyla.

Yazımı sonuna kadar okuduğunuz için teşekkürler..

Yazının devamı...

Ders aldığım anılarım - 4

Arkadaşlar, burada yazdıklarım ya bizzat şahit olduğum, ya da yaşayanı birebir tanıdığım olaylardır. Çapa Tıp Fakültesi'nde zengin olan çaycı hikayesi ise üniversitenin eski hocalarının hepsinin bildiği gerçek bir olaydır. Daha yazacak çok şey vardı ama birebir şahit olmadığım olayları (kalp ameliyatında yere düşen ve yedeği olmadığından mecburen kullanılan kalp kapakçığı hikayesi gibi) ve başıma bela açabilecek bir olayı yazmadım. Dertsiz başıma dert almamı da istemeyin.

SAĞLIKTA KAR ZARAR HESABI OLUR MU? OLUYOR...

Yıllar önce (yaklaşık 18 sene olmuş) çalıştığım bir hastanede hastaların bekleme yerinde bir şikayet kutusu bulunuyordu. Kutuya hep şöyle dışından bir göz atardım, okunabilen bir şikayet var mı diye... Bir gün baktım, biri kutuya attığı kağıdı katlamamış ve yazdıkları cam kutu dışından okunabiliyor. Aynen şöyle yazmış hasta:

"Tam üç haftadır xxxx tahlilini yaptıramadık. Cihaz bozukmuş. Bir özel hastanede bir cihaz 3 hafta nasıl bozuk olur?"

Bu şikayet ilgimi çekti. Gerçekten özel hastanede bir laboratuvar cihazının 3 hafta bozuk olması normal değil. Ben de gittim laboratuvara, bu durumun sebebini sordum. Hastalardan biri böyle böyle şikayet kutusuna şikayetini yazıp atmış, hangi cihaz 3 haftadır arızalı diye sordum. Aldığım yanıt aynen şöyle oldu, "Hocam, cihaz bozuk değil aslında, çalışır vaziyette. Ama devlet sevki ile gelen hastalara aletin bozuk olduğunu söylüyoruz, çünkü devletin ödediği para bu cihazın giderinden az. Devlet sevkli gelen vakalarda bu cihazı kullanırsak zarar ediyoruz, biz de bu hastalara cihaz bozuk diyoruz, o tahlili yapmıyoruz."

Rüyamda görsem böyle bir olaya inanmazdım, kendi gözlerimle şahit oldum. Hasta var, cihaz çalışıyor, hasta özel hastaneye geliyor ve kasıtlı olarak o tahlil yapılmıyor. İnanılmaz bir olaydı. Bence ülkemizde sağlık sisteminde yapılan yanlışları çok güzel özetleyen bir olay. Bu durumu sorduğum bir hastane yetkilisi şöyle demişti, "Hocam, sosyal güvenlik kurumu hastanelerle paket anlaşma yapıyor. Paketteki tüm işlemleri yapmak zorundayız ama bazısından kar ederken, bazısından zarar ediyoruz. Bu yüzden zarar ettiğimiz testleri yapmıyoruz." Özel hastaneler devletin kamu hastanesiymiş gibi çalışıp bir yandan da kar etmeye çalıştıkça bu sorunlar hallolmaz. Sağlık harcamasından tasarruf olmaz. Bu olay dediğim gibi 18 yıl öncesinin olayı. Şimdi şehir hastanelerinde bu işler nasıl yürüyor bilmiyorum.

----------------

DOKTORLARIN MESLEKİ RİSKLERİ HAKKINDA BİR ANI...

Bu olay benim başıma gelmedi. Çok samimi olduğum genel cerrahi uzmanı bir doktor arkadaşın başına gelmiş bir olay. Doktorların karşılaştıkları mesleki riskleri çok güzel özetliyor.

Bu genel cerrahi uzmanı arkadaşımın başında olduğu genel cerrahi yoğun bakım ünitesine durumu kritik bir aşiret reisi getiriliyor. Adam vurulmuş ve hayati riski varmış. Uzunca bir süre yoğun bakımda yatmış ve bir dizi ameliyat geçirmiş. Bu sırada yoğun bakımın kapısında 2 adamı sürekli nöbet tutmuş, hasta için gereken tıbbi malzemeleri hemen temin etmişler, bu arada yoğun bakımda görevli doktor, hemşire gibi çalışanların bir dediklerini iki etmemişler, her türlü yardımda bulunmuşlar. Doktorların, hemşirelerin yemekleri hep dışarıdan getirtilmiş falan...

Aradan haftalar geçmiş; aşiret reisi iyileşmiş. Taburcu olacağı gün yoğun bakım çalışanları hemşire ve doktorlarla vedalaşmış.

Doktor arkadaşım hastasına geçmiş olsun dilemiş ve adamlarının her türlü yardımları için (her gün dışarıdan getirilen yemekler falan) teşekkür etmiş. "İki adamınız yoğun bakımın kapısından bir an olsun ayrılmadılar, sağ olsunlar çok yardımcı oldular bize" demiş.

Aşiret reisi doktorun kulağına eğilerek "Bana bir şey olsaydı, buradan canlı çıkamasaydım onlar seni vuracaktı" demiş.

...ve bu espri değil, buz gibi gerçekmiş.

Önemli not: Bu olaydaki doktor arkadaşım bir genel cerrahi uzmanıdır. Bu olaydan yıllar sonra bu kez başka bir hasta yakınlarınca çenesi kırılmış, o halde hastanın ameliyatına girmiştir. Bilinmeyen bir şeyi daha eklemeliyim. Bu son darp olayından bir hafta sonra stresten kalp krizi geçirmiştir.

Doktorluk, ülkemizde böyle bir şey işte. George Clooney'in oynadığı "Acil Servis" dizisindeki gibi değil.

-----------------

ADALETİN BU MU DÜNYA!..

İhtisasım sırasında bir hafta sonu (Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde) acile çağrıldık. Hafta sonu nöbetleri blok tutuluyordu (cuma-cumartesi-pazar). Yani cuma sabahı hastaneye gelirsiniz, pazartesi günü mesai sonunda gidersiniz. O pazar sabahı acile indik ve elinde kesikler olan bir hasta gördük. Ellerinde tendon kesileri olduğundan mutlaka yatış yapması ve ameliyathanede onarılması gerektiğini söyledik. Hasta, bir sosyal güvencesi olmadığından, üniversite hastanesinin masraflarını da karşılayamayacağından devlet hastanesine sevk edildi.

Aradan bir kaç saat geçti. Tekrar acile çağrıldık.

Acile indiğimizde karşımıza yine aynı hasta çıktı, ama bu sefer yanında 2 tane de jandarma vardı. Meğer bu adam o sabah bir kavgaya karışmış ve bir kaç kişiyi bıçaklamış. Hastaneye ellerindeki kesikler sebebiyle ilk geldiğinde yatış yapamamıştı. Daha sonra biz devlet hastanesine sevk edince yolda jandarma tarafından yakalanmış, tutuklanmış. Cezaevinden sevk alıp gelmiş. Adam, cezaevi sevki ile paşalar gibi üniversiteye yatış yaparak ameliyatını oldu.

O dönem, sıradan biri, sosyal güvencesi olmadan üniversite hastanesine ancak ücretli olarak yatabiliyordu. Ücreti karşılayamazsa devlet hastanesine sevk ediliyordu. Ama hasta, birini bıçaklamış, öldürmüşse falan, cezaevi sevki ile paşalar gibi yatış yapıp tedavisini üniversitede oluyordu. Biz de bu duruma bakıp ancak: "ADALETİN BU MU DÜNYA!" diyebiliyorduk.

NOT: Bu arada aklınıza gelmediyse ben söyleyeyim: Kavgada bıçaklanan kişiler sosyal güvenceleri olmadığından devlet hastanesinde tedavi görmüşler. Bıçaklayan adam ise cezaevinden sevkli olduğundan üniversite hastanesinde tedavi oldu..

Şimdi bu durumlar nasıl bilmiyorum tabii. Yukarıdaki olaylar 20-25 sene önce oluyor.

--------------------

HASTA YAKINLARI TARAFINDAN DÖVÜLEN DOKTOR HİKAYESİNİN PERDE ARKASI...

Bu olaydaki hasta yakınlarınca darp edilen doktor ben değilim; anestezi uzmanı bir arkadaşım.

Bu arkadaşım, sorumlusu olduğu (ismini atıyorum) A hastanesinin yoğun bakım ünitesinde bir hasta takip ediyor. Bu hasta artık hastalığın son dönemlerini yaşayan bir Malign Melanom hastası; üstelik de oldukça yaşlı bir hasta. Yani, yakında ölmesi zaten beklenen bir vaka.

Bu hasta, bir gece (doktorlar tarafından beklendiği gibi) yoğun bakımda hayatını kaybediyor. Anestezi uzmanı olan doktor arkadaşım da çıkıyor yoğun bakımdan, hasta yakınlarına hastalarının vefat ettiğini bildiriyor.

Vay sen misin bunu söyleyen... Hastamız nasıl ölür diye 15 kişi, doktor arkadaşa saldırıyor, darp ediyor. Ben olayın ertesi günü kendisini gördüğümde her iki gözü de morarmıştı. Zaten ölmesi beklenen bir hasta yüzünden neden bu kadar olay çıktığını anlayamamıştık. Mutlaka hasta yakınlarına, hastanın ölümcül bir hastalığı olduğu ve yakında vefat etmesinin beklendiği söylenmiş olmalıydı. Ama daha sonra biraz araştırıp soruşturunca aslında olayın perde arkasının bambaşka olduğu ortaya çıktı.

Evet, bana "araştırmacı doktor dedektif" de diyebilirsiniz.

Olayın perde arkasını öğrenince, siz de "Vay anasını" diyeceksiniz.

Efendim, olayın perde arkası şöyle, madde madde yazıyorum:

- Hastanın vefatından, hatta o hastaneye yatmasından daha öncesine, bir kaç hafta öncesine gidiyoruz..

- Hasta yakınları, hastalarını B hastanesine götürüyorlar. Hastanedeki doktorlar hastanın son dönem kanser hastası olduğunu ve tedavi edemeyeceklerini söylüyor ve hastayı hastaneye yatırmıyorlar. Son günlerini evinde geçirsin diyorlar. Bunun üzerine hasta yakınları hastalarını C hastanesine, oraya da yatıramayınca D hastanesine götürüyorlar. Bu hastanelerde de sonuç değişmiyor. Doktorlar, hastanın son dönem (terminal dönem) kanser hastası olduğunu bu yüzden tedavi edilemeyeceğini, hastaneye yatmasının boşuna yatak işgali olacağını söylüyorlar.

- Bu sırada son gittikleri D hastanesinde polikliniklerde, acillerde dolaşan 'Tilki Kamil' (diyelim, yine ismi atıyorum kafamdan) adlı hasta simsarı bu hasta ve hasta yakınlarının farkına varıyor. Hemen yaklaşıyor çaresiz hasta yakınlarına. Adı üstünde 'Tilki Kamil', zeki adam... Uygun avı uzaktan fark ediyor.

Tilki Kamil, hasta yakınlarını topluyor çevresine ve "Siz yanlış hastaneye gelmişsiniz, hastanızı benim söyleyeceğim hastaneye götürün, hemen yatırırlar. Oradaki doktorları tanırım, hastanızla ilgilenirler, tedavi olmasını sağlarım. Merak etmeyin siz." diye umut üzerine umut vadediyor. Hastayı, doktor arkadaşımın çalıştığı A hastanesine gönderiyor.

Tilki Kamil tabii ki hastane sahiplerini gelecek hastadan haberdar ediyor, avantasını alıyor. Hastane sahibi de yoğun bakım servisinde bir kaç gün yatacak (zaten sonunda vefat etmesi beklenen) hastanın şişirilecek faturasını hayal etmeye başlıyor. Öyle ya, yoğun bakım servisi hastanelerin en pahalı yerlerinden biridir.

Ölüm döşeğindeki hasta, "son derece iyi bakılacak, merak etmeyin" vaatleri ile yatırılıyor.

Hasta yoğun bakım ünitesine yatırılıyor. Burada yatılan her bir gün tabii ki oldukça pahalıya çıkıyor (belki de hasta yoğun bakıma yattığı için devletten de ödeme alınıyor olabilir, bilemiyorum. Alınıyorsa, zaten ölümü beklenen bir hastanın yatırılıp devletten ödeme alınması ayrı bir dolandırıcılık demektir.)

Hastane bu hasta sayesinde iyi para kazanıyor, Tilki Kamil, avantasını alıyor. Hastalarını zaten en başından beri başlarından atmak isteyen hasta yakınları da vicdanları rahat, huzur dolu evlerine dönüyorlar. Böyle dedim diye bana kızmayın, son dönem kanser hastalarının yakınları büyük çoğunlukla böyledir. Parasını verelim, hastanede yatsın derler. Asıl mesele hastanın iyi bakılmasından çok kendi rahatlarıdır. Yıllar içinde gördüğüm kadarıyla maalesef bu bir gerçek.

Sonunda günün birinde bu hasta ölür, ki zaten ölmesi beklenen terminal dönem vakası.

Anestezi uzmanı olan doktor arkadaşım, yakınlarına hastanın öldüğünü bildirir.

Tilki Kamil ve hastane sahiplerinin boş umutlarla umutlandırdığı hasta yakınları ayaklanır. "VAAYYY HASTAMIZ NASIL ÖLÜR! BİZ ONU BURAYA ÖLSÜN DİYE Mİ GETİRDİK!" diyerek doktor arkadaşa saldırırlar. Arbedede doktor arkadaşım, 10-15 hasta yakını tarafından darp edilir.

Aslında hasta yakınları tarafından dövülmesi gereken kişiler başkasıyken, maalesef yumruklar anestezi doktoru arkadaşımın yüzünde patlar.

İşte bu yüzden ülkemizde hasta simsarlığı kanunen yasaktır; ama yine de ortalıkta bu Tilki Kamil gibi uyanıklar dolaşıyor. Bazı hastane sahipleri de böyle üçkağıtlara tenezzül ediyor. Burası hangi hastane derseniz tahmin edeceğiniz gibi orası iyi yönetilmediğinden çoktan kapandı (bu olay olalı rahat 10 sene vardır). En son bildiğim kadarıyla hastanenin binası başka bir amaçla kullanılıyordu.

--------------------

ZEYTİN İHRACATCISI ANESTEZİ TEKNİKERİ

Bursa Tıp Fakültesi'nde asistan olduğum yıllar... Bir gün ameliyatta iken enteresan bir diyaloğa kulak misafiri olduk.

Biz ameliyattayken odadaki iç hat telefonu çaldı. Çömez asistan vakaya girmediğinden, dışarıda durduğundan telefona o baktı. Karşıdaki ile aralarında şöyle bir konuşma geçti.

- Efendim? Doktor Mustafa bey mi? Hangi Mustafa bey? Ne? O, şu anda burada değil. Tabii, tabii... Burada görevli de, şu an ameliyathanede değil. Birazdan gelir, bir on beş dakika sonra arasanız burada olur, yakalarsınız. İyi günler...

Kimi aradıklarını sorduğumuzda çömez asistanın cevabı tuhaftı. Doktor Mustafa bey diye aradıkları meğer bizim odada görevli anestezi teknisyeni Mustafa beymiş. Aslında adını şimdi hatırlamıyorum. Biz Mustafa diyelim. Olayı bilmeyen biz asistanlar, adamın kendisini dışarıda doktor olarak tanıtmasına kızmıştık aslında. Ama, meğer ameliyata birlikte girdiğimiz doçent abimiz olayın aslını biliyormuş. "Doktor Mustafa bey ha!" diyerek mırıldanmaya başladı. Bir yandan da gülüyordu.

Birazdan "Mustafa bey" geldi. Dışarıdan birilerinin kendisini 'Dr. Mustafa bey' olarak aradığını söyledik. 'Bekliyordum, yine ararlar' dedi.

On, on beş dakika sonra yine ameliyathanenin iç hat telefonu çaldı. Mustafa bey, kaplan gibi fırlayıp açtı telefonu. Karşıdakilerle şöyle konuşuyordu (Trakya şivesi ile):

- "Tamam, tamam be ya! Tırlar yarın ulaşır oraya! Taam 3 tır zeytin, Gemlik'in en iyisi... Gelince göreceksiniz. Dün yola çıktılar be ya! Yarın kesin varmış olurlar. Aaayde, görüşürüz yine. Zeytinleri beğenmezsen ara beni."

"Hoppalaa... N'oluyor ya?" derken doçent abimiz bize olayın aslını açıkladı. Meğer Mustafa beyin asıl işi Bulgaristan'a zeytin ihracatıymış. Kendisi de zaten Bulgar göçmeniydi. Dışarıda, ticaret yaptığı kişilere kendisini doktor olarak tanıtıp iş yeri telefonu olarak da üniversitenin ve ameliyathanenin telefonunu veriyormuş. Neden derseniz, karşı tarafa güven vermek için. Bununla ticaret yapan kişiler üniversiteyi arayıp ameliyathaneyi bağlattıklarında karşılarında 'Dr. Mustafa beyi' bulunca ona güven duyuyorlarmış. Bu sistem işini oldukça kolaylaştırıyormuş. Bir gün kendisine sordum "Abi, sen burada çalışmaya mecbur musun, madem tırlarla zeytin ihraç ediyorsun, bir büro tut, adam gibi ticaret yap. Hastanede çalışmak niye?" Şu cevabı verdi: "Burada çalışıyor olmak ve doktor olarak tanınmak bir kere karşı tarafa çok güven veriyor. İkincisi emekliliğime az kaldı, emekli olunca ayrılacağım zaten."

Biz maaşa talim edip gece gündüz nöbet tutarken meğer tekniker Mustafa tırla zeytin ihraç ediyormuş. Daha neler öğreneceğiz!

Not: Başka bir hastabakıcımızın da 3 tane kahvehanesi olduğunu sonradan öğrendik.

----------------------

KAFASINI KULLANAN ÇAYCI

Bu anlatacağım olay tamamen gerçektir (benim başımdan geçmiş bir şey değil; şahit de olmadım ama gerçek ve çok enteresan bir öykü). İstanbul Tıp Fakültesi'nde 1950-70 arası çalışmış hocalar ya da asistanlar olayın ayrıntısını bilirler. Ben de bu konuyu bir hocamızdan dinlemiştim. Aslında aklımda çok da ayrıntısı kalmadı ama kabaca anlatayım.

Eskiden (50'ler, 60'larda...) hastanelerde çekilen röntgen filmleri bir sene saklanıp sonra arşivde yer açmak üzere topluca çöpe atılırmış. Bu yıllarda söylenene göre Çapa Tıp Fakültesi'nde çaycı bir genç varmış. Bu çaycı eleman, oldukça zayıf, yoksul, çaycılıkla geçinen ama zeki bir gençmiş. Bir gün röntgen filmlerinde gümüş bulunduğunu öğrenmiş. Gümüşün röntgen filmlerinden nasıl ayrıştırılabildiğini öğrenmiş. Gerçekten de tüm röntgen ve bilgisayarlı tomografi filmlerinde siyah görünen yerler gümüş içerir. Bu eleman, her yıl çöpe atılan röntgenleri toplamaya başlamış. Bunlardaki gümüşü ayrıştırıp gümüşcülere satıyormuş. Birkaç sene içinde fakültedekiler de duruma uyanmış ve her yıl çöpe atılan röntgenler ve hatta filmlerin yıkanmasında kullanılan atık su, ihale ile satılmaya başlanmış. Tabii, bizim çaycı çoktan köşeyi dönmüş. Fakülte ihale açmaya başladığı yıllarda olaya başkaları da karışmış, mafya elemanları radyoloji bölümünü basmışlar, ihale ile alakalı birinin başını röntgen filmlerinin banyo suyuna sokmuşlar falan (bana anlatıldığına göre...) Bayağı ciddi olaylar dönmüş.

Dediklerine göre çaycı sıska genç, kapalı çarşıda bir kaç dükkan açmış (bir değil, birkaç!). Oldukça kilo almış. Bu hikayeyi 1992-94 arasında Çapa dan bir hoca anlatmıştı. Günümüzde eski çaycı, bugünkü gümüşçü eleman hala yaşıyor mu bilmiyorum ama adam zamanında aklını kullanıp zengin olmuş. Helal olsun diyorum.

Çaycı eleman, röntgenlerdeki gümüşü çıkarmakla kalmamış. Filmlerin gümüşü ayrışdıktan sonra elinde kalan saydam röntgen filmlerini de gömlek üzerine çalışan tekstilcilere satmış. Bu plastiklerden gömlek yakalarının içine, düğmelerinin arasına konan plastik ambalajlama parçaları üretiliyormuş; şapka yapımında kullanılıyormuş. Dedim ya, akıllı adammış.

-------------------------

ACİLE HASTA OLARAK GELİRSEM SAKIN HA BANA TORPİL YAPMAYIN

Yılını tam hatırlamıyorum ama 1996-2000 yılları arasında olması lazım. Ben henüz Bursa Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi, plastik cerrahi kliniğinde orta kıdemli asistanım. Sabah vizitini bitirmemize yakın baş hemşiremiz bir haber getirdi: İzmir yolu üzerinde, fakülteye yakın bir bölgede, bir milletvekili trafik kazası geçirmiş, fakülteye, acile getiriliyormuş.

Hemen vizitin kalanı bir yardımcı doçent abimize ve kıdemsiz asistan arkadaşlara bırakıldı, hocamızla birlikte ekip olarak acile indik. Trafik kazası söz konusu ise yüz ve çene yaralanması, kırıkların olması muhtemeldi. Sonunda beklenen hasta geldi. Hasta, milletvekili olunca her türlü torpil yapılmaya çalışıldı. Adamcağızdan kan almak için 3 hemşire saldırdı, 2 ayrı hemşire ve 3 hastabakıcı hastayı soymaya ve tansiyon bakmaya çalıştılar. Hastaya ihtimam göstermek için her şey yapıldı. İlgili bölümlerden birer hekim yeteceği yerde bölüm hocaları, kıdemli-kıdemsiz asistanları koşturdu. Ortalıkta bir curcuna vardı ki sormayın. Acilde bir hasta var, onun başında elli tane adam. O an o hastanın yerinde olmak istemediğimi düşündüm. Bence adamın acil serviste yaşadığı travma, geçirdiği kazadan daha fazlaydı. Aynı anda 2 kişi kan alıyor, biri koldan tansiyon ölçüyor, göğüs cerrahları göğsünü dinliyor, KBB uzmanları ve bizim bölümden hocalar yüzünü muayene ediyor vs. vs... Bu uygulamalar yapılmak zorunda olmasına rağmen işleri kısaltmıyorlardı. Aksine milletvekilinin muayene ve tedavisi uzadıkça uzadı. Şöyle bir geri çekilip manzarayı görünce acilde görevli doktor arkadaşlara şöyle dedim: "Abi, Allah aşkına bu İzmir yolunda bir kaza falan geçirir, bu milletvekili gibi buraya getirilirsem sakın bana torpilli davranmayın. Sıradan bir vatandaş nasıl muamele görüyorsa en çok o şekilde muamele edin."

Derler ki tıpta olabilecek tüm aksilikler ve komplikasyonlar doktor yakınlarını bulur. Bu laf doğrudur; çünkü hasta, doktor yakını ise her türlü torpil yapılmaya çalışılır. Halbuki, normal işleyişin dışında yapılan her hareket, normal işleyişi bozar ve hastanın muayenesi-tedavisi kolaylaşmaz, aksine zorlaşır, daha da çetrefilli bir hal alır. Her türlü aksilik, karışıklık ve komplikasyon yaşanır. Bu yüzden ben yada yakınlarım, bir doktora başvurduysak her zaman sıradan bir hastaya nasıl davranılıyorsa öyle davranılması tercihimdir. Normal protokollerin ve işleyişin dışına çıkıldığında mutlaka işler daha da karışıyor..

----------------------------

İFTİRA, ŞİKAYET VE BAKANLIKTAN GELEN SÜPER CEVAP

Bu olay devlete bağlı bir hastanede çalışırken başıma geldi. Tamamen gerçektir, belgelerinin fotokopileri elimdedir.

17 yıl öncesinin olayları...

Bir tedavim için alınması gereken bir cihaz vardı. Bu cihazı devlet karşılıyordu; yalnız uygun raporlarla devlete başvurulması gerekiyordu. Başvuralı çok olmasına rağmen bir türlü cevap gelmiyordu bakanlıktan. O aralar devletten istifa etmeyi düşünüyordum, bu yüzden başhekimliğin cihazımın alınmasını salladığını düşünüyordum. Bir gün personel işlerine gittim. Memur bayan, 'bir saniye hocam, sanırım sizinle ilgili bir kağıt geldi, arayıp bulayım' dedi. Başladı dosyaları karıştırmaya... Karıştırıyor... karıştırıyor... İlgili yazıyı bulmaya çalışırken önüme bir dosya attı ve 'şimdi bulurum hocam' dedi ve dosyaları karıştırmaya devam etti. O sırada önüme atılan dosya ilgimi çekti. Üzerinde adım yazıyordu! Bir sürü de 'Gizli belge' damgası vardı üzerinde. Aldım bunu, elimdeki hasta dosyalarımın arasına atıverdim. Bayan memur, 'Hocam yazınız gelmemiş.' dedi ve aramayı bıraktı. Sonra tekrar uğrayacağımı söyledim ve doğru odama çıktım.

Odama çıkınca dosyayı açtım. Personel işlerinde üzerinde adım yazan, çok gizli damgalı bir dosya! Bu hiç olağan değildi. Dosyayı açtım. Anlaşılan başhekimlik benim için bakanlığa bir yazı göndermiş, bakanlık da buna cevap yazmıştı. Oturup hayretler içinde bu yazıları okudum. Meğer başhekimlik benim için bakanlığa bir şikayet dilekçesi yazmış. Ama ne dilekçe... Baştan sona iftira ve fantezi dolu. O dönem zaten devletten istifa etmeyi düşündüğümden bayağı bir zaman önce muayenehanemi kapatmıştım. Doğal olarak bu durumu başhekimliğe de bildirmiştim. Buna rağmen bakanlığa yazılan dilekçede hastalardan para aldığım, muayenehaneme gelmeyen hastayı ameliyat etmediğim yazıyordu. Külliyen yalan; çünkü zaten hastalardan bıçak parası almak gibi bir huyum olmadığından başıma gelmeyen kalmamıştı. Başka branştan doktorlar sokakta yolumu bile kesmişlerdi 'siz yeni gelen doktorlar bıçak parası almıyorsunuz, hastalar bize de vermek istemiyor' diye... Ben bu çarka, bu sisteme uymadığımdan arkamdan her türlü iş çevriliyordu; bu şikayet dilekçesi de bunun bir örneğiydi.. Bir süre sonra bakanlıktan bu dilekçeye cevap gelmişti.. Dosyaya bu cevap da eklenmiş. Bakanlık aynen şunları yazmış: "Elde objektif kanıtlar olmadan, hastane içinde bir soruşturma yapıp sonlanmadan, bakanlığımız bu konu için müfettiş görevlendiremez. Kanıtsız ve sadece iddia seviyesindeki bu tarz şikayetler daha sonra dava konusu haline gelmektedir. Öncelikle hastane içinde bir soruşturma yapılmalıdır. Bu soruşturma delil ve şahitlerle desteklenirse bakanlığımıza tekrar başvurulması önerilir."

Tahmin edeceğiniz gibi şikayet yazısında hakkımda yazılanlar baştan aşağı yalan olduğundan hastane içinde bir soruşturma açamamışlardı. Zaten muayenehanem kapanmış, bunu ta ne zaman başhekimliğe bildirmişim ve full time çalışmaya geçmişim. Muayenehanesi olanlar saat 15:00'te çıkıyor, benim muayenehanem olmadığından saat 17:00 de çıkıyorum. Hala daha utanmadan hastalardan muayenehanemde para istediğimi yazmışlardı. Zaten devletten ayrılmayı düşünüyordum; bu iftira dosyası da bardağı taşıran son damla oldu. Sanırım hastane personeli de bazı doktorlara uygulanan mobbingin farkındaydı da personel işlerindeki memur bayan dosyayı önüme atıp almama izin vermişti. Dosyanın fotokopisini aldıktan sonra geri götürüp "Yanlışlıkla elimdeki dosyalara karışmış; buyurun, kaybetmeyin, üzerinde gizli falan yazıyor. Başınız derde girmesin." diyerek aynı memura iade ettim. Kısa bir süre sonra da devletten istifa ettim.

----------------------

BİR AMELİYATHANE HEMŞİRESİ NASIL OL-MA-MA-LI...

Benim ameliyatlarımda bazen hemşireler çok sıkılıyor; çünkü ben genelde hemşireden istemeden her cerrahi aleti masadan kendim alıyorum, dikişlerimi kendim atıyorum, her işimi kendim görüyorum. Eskiden beri böyle alıştım. Neden derseniz, zamanında -asistanlığım sırasında- gerçekten çok kötü hemşirelerle çalıştığım için. Mecburen ameliyat hemşiresini pas geçip, her işimi kendim görmeye alıştım. Örneğin inanılmaz kötü bir ameliyat hemşiremiz vardı. Hemşire demeye bin şahit ister. Bu hemşireden bir alet mi istediniz? Makas, bistüri vs. "Hemşiranımın" meşhur 3 cevabı vardı... Şöyle ki:

1) "Ne aceleniz var?": Bu hemşireden ameliyat esnasında bir alet istediğinizde o kadar yavaş davranırdı ki, kafayı yememek elde değildi. Örneğin 'ince uçlu makas' istediniz. Elinizi uzatırsınız... Normalde bir hemşire şak diye elinize verir istediğiniz makası. Ama bu hemşiraanımdan bir şey istediğinizde beklersiniz... beklersiniz... beklersiniz... Artık sıkılıp 'Hadi ama, ince makas!' dediğinizde alacağınız cevap şu olurdu (son derece sakin bir ses tonuyla) "Tamam... Veriyorum şimdi... Ne aceleniz var!" Ne acelemiz mi var? Dostum şaka mı yapıyorsun? Buradan o hemşireye sesleniyorum; sayende ameliyatlarda her işimi kendim görmeye alıştım. Senin yüzünden aletleri, alet masasından ben alıyorum.

2) "Yok...": Aynı hemşirenin ikinci meşhur cevabı ise şuydu (yine iyice beklettikten sonra) "Yok!" Nasıl yok ya? Demokrasilerde bile çareler tükenebilir ama ameliyathanede tükenmez! İstediğim makas, masadaki sette yoksa başka bir cerrahi set açarsın. İçinde ince makas (yada istediğiniz alet her neyse) olan bir set mutlaka vardır. Plastik cerrahi setinde yoksa kulak-burun-boğaz setlerinde vardır. Orada da yoksa ortopedi setlerinde vardır. İllaki bir yerlerde vardır yani! İyi hemşireler setlerdeki aletleri tek tek bilir ve istediğim alet hangi sette ise o seti de açtırır. Ama bizim hemşire başka set açtırmaya üşenirdi ve bir süre beklettikten sonra "Yok!" derdi. Sakince tabii...

3) "Lütfen demediniz.": Bu hemşiranımın meşhur son cevabı "Alet isterken lütfen demediniz!" idi. Yani, affedersiniz ama dişimi sıktım, sözü geçen hemşireyi gebertmedim. Ne kadar sabırlı bir insan olduğumu anlayın artık. Bir ara tüm hemşirelerimize sürekli "Lütfen" dedik, onlar da delirdi; yeter artık işler uzadıkça uzuyor, lütfen demeyi kesin dediler. Neymiş, yurtdışında ameliyatta hemşireden alet istenirken mutlaka 'Lütfen' diyorlarmış. Burada, ameliyat sırasında, kimse "Lütfen"i falan düşünemiyor. Ben daha böyle bir şey görmedim. Hemşireye 'İnce makas!' dersin, hemşire de 'ŞAAK' diye ince makası avcuna verir kardeşim. Budur.

Bir ara, bu hemşirenin bu kaprisleri sadece biz asistanlara yaptığını düşünüyordum. Bir gün mesai saati sonunda hocamızla bir özel ameliyata girdim. Tesadüf, hemşire de bu hemşireydi. Gözümle gördüm; hocaya da aynı şekilde "Tamam... Veriyorum ince makası...Ne aceleniz var?", "Lütfen demediniz..." diyordu... Ne cesaret ya!

-----------------------

BUGÜN MENÜDE OTOKLAVDA HAŞLANMIŞ BALIK VAR...

Uzmanlık eğitimi alırken hep duyardım. Bir zamanlar poliklinik otoklavında tavuk pişirmişler. Otoklavda tavuk çok lezzetli oluyormuş. Otoklav dediğimiz cihaz, büyükçe, basınç ve buharla çalışan, cerrahi aletlerin steril edildiği fırın gibi bir şey. Aslında bunda tavuk pişirme fikri çok mantıklı, çünkü hem buhar hem de basınçla pişiriyor içindekileri; doğal olarak tavuk, düdüklü tencerede pişmiş gibi oluyor. Tabii ki bu alet aslında cerrahi aletleri steril etmek için yapılmış; içine başka bir şey koymak yasak. Yani normalde yasak.

Fakültede hafta sonu blok nöbetteydik; yani cuma-cumartesi-pazar nöbeti. Cuma sabahı hastaneye gelirsiniz, pazartesi akşam eve dönersiniz. Tabii tüm hafta sonu hastane mutfağının yemeklerine ve kafeteryadaki hamburgerlere mecbursunuzdur. Bursa'da hastalar da sağ olsunlar sık sık balık falan getirirlerdi. O hafta sonu da cuma günü bir hastam bir kaç büyük balık getirmişti; ben de zaten nöbetçi olduğumdan balıkları poliklinikteki buzdolabına koymuştum. O akşam balıkları otoklavda pişirme fikri aklımıza geldi ve balıkları donmadan, buzluktan alıp buzdolabının alt kısmına koyduk. Ertesi gün nöbet sakin geçiyordu, -yanlış hatırlamıyorsam- mutfaktan tava gibi bir şey alıp balıkları dizdik, üzerine yağ, limon ekleyip otoklava verdik. Bir süre sonra ortalık feci şekilde balık kokmaya başladı; ama bir kere balığı pişirmeye başlamıştı artık, geri dönüş yoktu. O gün balıkları afiyetle yedik. Gerçekten otoklavda balık-tavuk güzel oluyor. Ortalık buram buram balık kokmuştu ama... Cumartesi ve ertesi gün pencereleri açtık, polikliniği havalandırdık.

Allahım, koku gitmiyor! Nasıl olduysa, artık otoklavın özelliğinden midir nedir (buharlı bir alet ya) bir türlü balık kokusunu poliklinikten temizleyemedik. Artık pazar akşamı kabuslar görmeye başladık. Pazartesi sabah hocalar gelecekti; hepsinin odası poliklinikteydi. Sekreterlerimiz, poliklinik personellerimiz gelecekti. Sonra hastalar gelmeye başlayacaktı ve ortalık buram buram balık kokuyordu. Tüm pencereleri açtık, cereyan yapsın diye kapıları da açık tuttuk ama ne fayda, koku bir nebze olsun azalmadı.

Pazartesi sabahı ufak ufak herkes gelmeye başladı. Polikliniğe giren herkes önce yüzünü buruşturuyor, sonra 'Aaaa! Bunlar poliklinikte balık pişirmişler!' diyorlardı. Sonra anladık ki, herkes balığı poliklinik mutfağında ocakta pişirdik sanıyor. Kimsenin aklına otoklavda pişirdiğimiz gelmiyor; ta ki, poliklinik personellerimiz gelene kadar. Otoklavdan ve poliklinikteki cerrahi aletlerin sterilizasyonundan sorumlu personelimiz gelince hemen otoklav odasına daldı. Hafta sonu acil vakalarda kullanmış olabileceğimiz aletleri kontrol edip temizliklerini ve sterilizasyonlarını yapacaktı.. Geldi, otoklavı bir gördü ki, içinde balık pişirilmiş.. Allahtan bu konu (balığı otoklavda pişirdiğimiz) aramızda kaldı. Sadece hocamızdan poliklinikte, ocakta balık pişirdik, ortalığı kokuttuk diye fırça yedik. Poliklinik mutfağında bir daha balık gibi kokan şeylerin pişirilmesi yasaklandı. Balığı otoklavda pişirdiğimiz duyulsaydı ciddi bir ceza alırdık herhalde (Not: yıllar sonra sevgili Ramazan abimizin her şeyden haberi olduğunu öğrendim. O zamanlar doçentimizdi, şimdi profesör). Poliklinikten balık kokusunun temizlenmesi 1 hafta aldı. Eve gidiyoruz, hastaneye geliyoruz, poliklinik balık kokuyor. Ertesi gün yine aynı... Diğer gün yine aynı... Otoklavda balık lezzetli oluyor ama çok uğraştırıyor. Tavsiye etmiyorum. Hem yasak zaten ;-)

Gelecek hafta anı yazılarıma ara verip tıbbi bir makale yazacağım. Bir ara da plastik cerrahi ve genel tıp dışına çıkarak veganlıkla ilgili bir yazı yazacağım. Veganlar şimdiden topu, tüfeği hazırlasınlar. Veganlığın ne saçma bir şey olduğunu bilimsel dille anlatacağım çoook uzun bir yazı olacak. O yazıya daha 2-3 hafta var.

--------------

Op. Dr. Oytun İdil

0533 5690649

oytunmd@gmail.com

www.peniscerrahisi.com

www.kozmetikcerrahi.com

Yazının devamı...

Ders aldığım anılarım - 3

Memelerim neden asimetrik?

Bir gün bir kadın bana telefonla başvurdu: "Doktor bey, bir süre önce meme büyütme ameliyatı geçirdim ama memnun değilim. Durumumu size danışmak istiyorum."

Normalde ameliyat olmuş kişilerin bu gibi taleplerine cevap vermiyorum. Hastanın ameliyat öncesi durumunu bilmeden, ameliyatında yapılanları bilmeden herhangi bir yorumda bulunmam doğru olmuyor. Hele, böyle bilinmezler varken bir meslektaşımın ameliyatı ile ilgili yorum yapmayı gerçekten yanlış buluyorum. Bu hastalara tavsiyem her zaman ameliyatlarını yapan cerraha başvurmalarıdır; ama bu hastanın şikayeti ilginçti.

- 'Şu an sorununuz nedir?'

- 'Benim ameliyattan önce herhangi bir asimetrim yoktu. Her iki memem de eşit boyutlardaydı ve tamamen simetriktiler. Ama ameliyattan sonra şu an biri büyük, biri küçük. Üstelik biri diğerinden daha aşağıda duruyor.'

- 'Ameliyatınızda kullanılan silikon implantlardan olabilir. Bu implantların kimlik kartını verdiler mi size?'

- 'İmplantların kimlik kartını verdiler doktor bey. İki tarafa da aynı boyutta aynı marka ve model implant kullanılmış. Ama şu an müthiş asimetri var iki taraf arasında.'

- 'Gerçekten çok enteresan bir durum. Bir ara uğrarsanız sizi görelim. Bu şekilde, telefondan size yardımcı olamıyorum. Sorunun nereden kaynaklandığını anlayamadım.'

Hasta bir gün muayene olmak üzere çıktı, geldi. Durumu gerçekten çok ilginçti. Daha önce hiç bir şekilde asimetrisi olmayan bayana bir çift aynı hacimde olan eş 2 silikon implantla meme büyütme ameliyatı yapılmış ama son derece asimetrik bir görüntü elde edilmişti. Problemin nereden kaynaklandığını bir türlü çözemedim. Sonunda hastaya, bir süre daha beklemesini ve kendi doktoruna tekrar başvurması gerektiğini tavsiye ettim.

Hasta tam kalkarken bir laf etti, bir anda olay aydınlandı.

Kadın tam kalkıp gidecekken şöyle söyledi: 'Halbuki ameliyatıma iki cerrah birden girmişti, neden böyle oldu acaba?'

O an olay aydınlandı. Bu kadının ameliyatına iki plastik cerrah aynı anda girmiş ve aynı anda iki göğse implant yerleştirmişlerdi. Tabiri caizse 'el farkı' yüzünden birinin açtığı implantın konacağı boşluk, diğerininkinden farklı olmuş; birinin açtığı boşluk, diğerininkinden aşağıda kalmıştı.

Alınan iki ders var:

1. ders: Bu gibi iki taraflı ameliyatlarda mutlaka iki tarafı da aynı cerrah opere etmelidir. Yoksa mutlaka asimetri olur. Emin olun, bir kepçe kulak ameliyatında bir kulağı bir cerrah, diğerini başka bir cerrah yapsın, asimetri kaçınılmazdır. Bu bayanın ameliyatında da her iki tarafı farklı cerrahın ameliyat etmiş olması affedilmez bir hataydı. Ama cerrahların çok ciddi bir hataları daha vardı.

2. ders: Tüm meme ameliyatlarında ameliyatın sonunda, ameliyat masasının baş kısmı hafifçe dikleştirilir ve hasta hafifçe oturur pozisyona getirilir. Böylece hasta ayakta dururken her iki göğüs arasında asimetri olup olmadığı değerlendirilir. Maalesef bu bayanın cerrahları ameliyatın sonunda hastayı oturur pozisyona getirip durumunu kontrol etmemişlerdi; etselerdi oluşan asimetriyi görürlerdi.

Bu meslektaşlarımızın ameliyatı bu şekilde sağ-sol birlikte, aynı anda yapmasının ve ameliyatın sonunda hastayı oturur pozisyona getirip simetri kontrolü yapmamalarının tek bir sebebi olabilir; vakitten kazanmak. Evet, maalesef, zaten 1 saat süren bir ameliyatı yarım saatte bitirmek için 2 ciddi hata yapmışlardı. Bunun faturasını ise hasta şimdi bir revizyon ameliyatı olarak ödeyecekti.. Bu malpraktis midir? Maalesef, bence malpraktistir.

-------------------

Kızlarından acımasızca intikam almak isteyen annenin hikayesi...

Bu vakam da çok enteresandır. Uzmanlığa yeni başlamış meslektaşlarım için ders niteliğinde bir olay...

Burun estetiği yaptığım dönemde başıma geldi. 12-13 sene önce.

Yurtdışından 2 genç kız, anneleri ile birlikte burun ameliyatı olmak üzere İstanbul'a geldiler. İkisinin de burun yapısı çok benzerdi ve sadece ufak bir kemer sorunları vardı. Sadece törpü yapacağımızı, burun estetiğinin tüm basamaklarını yapmayacağımızı, burun kemiklerini kırmaya gerek olmadığını söyledim. Anneleri, kızlarının ameliyat olmasını istemiyordu. Sonradan öğrendiğime göre iki kızında ameliyat masraflarını anneleri ödeyecekti. Burun ameliyatını zaten baştan sona yapmayacağımızdan uygun bir ameliyat ücretinde anlaştık ve iki kardeşi bir iki gün içinde ameliyat ettik. Buraya kadar sorun yok. Ama size yaklaşan kasırganın ipuçlarını vereyim: ameliyat masraflarını anne karşılıyor ve kızlarının ameliyat olmalarını istemiyor. Anne, kızlarının ısrarları sonucu gönülsüzce ameliyata onay vermiş ve masrafları da gönülsüzce karşılıyor.

Ameliyattan sonra kızlar kontrole geldiler. Bandajlarını açtık. Kemerler alınmış olduğundan ikisinin de burnu son derece iyi görünüyordu. Sonra, anne konuştu: "İkinizin de burnu kocaman olmuş, berbat olmuş. İkiniz de çok çirkin görünüyorsunuz."

Ben o an şok oldum. Kadın, sonucu görmesine rağmen kızlarına burunlarının çirkin olduğunu, kocaman olduğunu söylüyordu. İnanamadım.. O andan sonra annelerinin telkiniyle iki kızda ağlamaya başladı. Onlar ağladıkça anne telkine devam etti: "Burunlarınız patlıcan gibi olmuş. Geçmiş olsun. Ben size olmayın dedim, dinletemedim." Anne, bana hiç bir şey demiyor, direkt kızlarına çalışıyordu. Ameliyatın sonucu kötü olsa tepkisini bana göstermesini beklerdim; ama o, baştan beri bu işe gönülsüz olduğundan ve masrafları kızlarının ısrarı sonucu karşıladığından, (ameliyat sonuçları başarılı olduğu halde) şimdi artık kızlarından intikamını alıyordu. Kadın tamamen soğukkanlı bir biçimde gidene kadar kızlarına telkine devam etti, kızlar da ağlamaya. Ne kadar anlatmaya çalıştıysam da anlatamadım, sadece ufak bir kemerin törpülenmesi ile burnun şekilsiz olması, büyümesi mümkün değildir.

Sonunda yurtdışında ülkelerine döndüler.

Aradan bir ay kadar bir süre geçtikten sonra bana e-mail atarak özür dilediler. "O gün sebepsiz yere sizin de canınızı sıktık, şu an ikimiz de ameliyat sonucundan memnunuz, emin olun. Bunu size bildirmek için e-mail atıyorum. Elinize sağlık hocam." yazmışlar. Annelerinin yaptığı şeye o kadar kızmıştım ki, kızlara açık açık yazdım: "Anlaşılan anneniz, ödediği paraya kıyamadı, sizin ısrarınız sonucu ödemek zorunda kaldı ama sonra da sizden intikamını aldı. Böyle bir şey görmedim, pes!"

Aldığım ders: Ameliyat sonucu ne kadar başarılı olursa olsun, çevredekilerin telkini bazen ameliyat olan kişiyi yanlış yönlendirebiliyor. Bu gibi bir olayı genç bayan hastalarda da görebilirsiniz. Genç kız burun estetiği olur, sonuç harikadır, ama hasta sonuçtan memnun değildir. Muhtemel sebebi şu: hastanın kız arkadaşları önceden de hastayı çekemiyorlarsa; aralarında kıskançlık varsa; ameliyat sonucu harika bile olsa "kötü olmuş, havan bozulmuş, eğrilik var galiba" gibi telkinlerle hasta sonucu beğenmeyebilir. Bu hastalarda çevrelerinde kötü telkinde bulunan bir arkadaş, akraba olup olmadığı araştırılmalıdır..

---------------------------

Doğuştan gelen deformasyonların tedavisini kabullenmek zor olabiliyor...

Sonradan edinilmiş estetik kusurların düzeltilmesi daha kolay tolere edilirken, kişi doğuştan gelen kusurların düzeltilmesine alışamayabilir. Örneğin bir kazada kulağınız yaralanmış olsun. Estetik ameliyatlar ile, dikiş izleri kalsa da sonunda büyük ihtimal memnun kalırsınız; ama doğuştan kepçe kulaklı bir hasta, ameliyatla bu durumu düzelttiğinde bazen sonuca alışamayabiliyor. Doğuştan beri gelen bir sorun olduğundan yıllar içinde bu durum artık onun normali olmuş olabiliyor. Düşünsenize, hasta diyelim 20 yaşında ve kepçe kulaklı. Yıllardır, 20 yıldır, ne zaman aynaya baksa direkt kepçe kulaklarını karşısında, aynada görüyor. Bu kişi kulaklarını ameliyatla düzelttirdiğinde artık kulakları arkaya yattığından aynada kulaklarını göremiyor ve bu durumu çok rahatsız edici bulabiliyor.

Asistanlığımın son yılında ameliyat ettiğim bir tıp 6. sınıf öğrencisi vardı. Kepçe kulak ameliyatı olmak istiyordu ve ameliyat tarihini, iyileşme dönemini hesaplamış, tam sargının açılacağı gün memleketine gidecek şekilde ayarlamıştı. Bu elemanın ameliyatını yaptık, sorunsuz geçti. O zamanlar kulakları 1 hafta için sarıyorduk (artık sarılmıyor, çok ufak bir pansumanın üzerinden saç bandı takıyoruz). Ameliyattan bir hafta sonra bu eleman polikliniğe geldi. Sargısını açtık ve aynada kulaklarını gösterdik. O an dondu kaldı. Yüzünde hiç bir ifade olmadan (mutluluk ifadesi kesinlikle yoktu) bana 'Bu durumu annemlere nasıl açıklayacağım?' diye sordu. Halbuki eve gidişini buna göre ayarlamış, ameliyat olmayı kendi istemişti. Poliklinikten giderken kesinlikle memnun değildi. Sonucu acayip yadırgamıştı. Bu yaşına kadar aynada gördüğü kulaklar arkaya yatırıldığından sanki ona ameliyatla kulaklarını almışız gibi geliyordu. Bir kaç hafta sonra bu elemanı bir kez daha gördüm. Stajyer öğrenci olduğundan zaten sık sık bizim polikliniğin çevresinde rastlıyordum. Artık mutluydu ve durumu kabullenmişti.

Alınacak ders: Bu gibi doğuştan gelen (yada uzun yıllardır var olan) kusurların düzeltilmesi sonucu hasta yeni görünümünü kabullenmeyebilir. Ameliyat sonucu çok başarılı bile olsa hasta sonucu beğenmeyebilir ve depresyona girebilir. Nadiren de olsa karşılaştığımız bir durumdur bu..

------------------------

"Kocam için estetik oluyorum..."

"OLMA!!!"

Bu olay ben asistanken fakültede geçiyor. Bir kamu kuruluşunda oldukça üst düzey bir yönetici olarak çalışan bayan hasta, kliniğimizde estetik ameliyat olmuştu. Şimdi sırasını tam hatırlamıyorum ama, burun estetiği, liposuction, karın germe, meme dikleştirme gibi bir dizi estetik ameliyatı bir kaç seansta olmuştu. Tesadüfen pansumanları da hep bana denk geliyordu. Gel-git, defalarca rastlaştığımızdan neredeyse bu bayanla ahbap olduk..

Bir gün beni yanına çağırdı, iyice yaklaşmamı istedi ve,

'Doktorcuğum, sen evli misin?' diye sordu..

Bekar olduğumu söylediğim de ise 'Sakın çok güzel bir bayanla evlenme doktorcuğum, bu dediğimi unutma' dedi.

'Neden?' diye sorduğumda, şu cevabı verdi: 'Benim eşim çok yakışıklı bir adamdır, yaşım ilerledi. Bu ameliyatları onun için oluyorum. '

O zaman ne diyeceğimi bilemedim ama bugün olsa bu sebeple estetik ameliyat olmasına karşı çıkardım. Tecrübelerime dayanarak söylüyorum; estetik olmak, artık yürümeyen bir ilişkiyi toparlamıyor. Çareyi estetikte aramayınız. O adam zaten sizi kalpten seviyorsa karın sarkıklığı, memelerdeki sarkma hiç gözüne batmayacaktır; hatta, sizi böyle sevecektir. Bu gibi sebeplerden sağlam temellere dayalı hiç bir ilişki etkilenmez. O zamanlar hem cerrahide hem de evlilik meselesinde tecrübesiz olduğumdan o bayana cevap vermemiştim. Bugün aynı şeyi söylese, 'kocasını elden kaçırmamak için' estetik ameliyat olmamasını söylerdim.

Alınacak ders: "Estetik ameliyat, bitmiş bir ilişkiyi kurtarmaz.."

Yalnız şunu da not düşeyim: Estetik ameliyat, bitmiş bir ilişkiyi kurtarmaz; ama boşanmadan (yada ayrılmadan) sonra (sonra derken boşanmanın travmasını atlattıktan sonra, mesela en az 1 sene sonra) estetik olursanız tamamen kendiniz için olursunuz ve bu da kendinize olan güvenin artmasını sağlar. O zaman olun.

---------------

Kombine estetik ameliyatlar serisi

Sadece bir sayı vereceğim: 21! Yazıyla: YİRMİBİR! Bu ne mi?

Bir hastamın benden tek ameliyatta yapmamı istediği estetik ameliyatların sayısı! Tabii ki, bu isteğinin gerçek dışı olduğunu, bir seansta en fazla 2 büyük ameliyat ile birlikte 2-3 ufak girişim yapabileceğimizi anlattım. İstediklerinin hepsini yapamayacağımızı söyledim. Hasta benden ameliyat günü almadı; belki başka bir klinikte olmuştur ameliyatlarını. Bence hastanın güvenliği en önemli şeydir. Ameliyatların başarısı, iyi olması 2. sırada gelir. Önce güvenlik!..

Alınacak ders: Hastalar her şeyi ister. Garanti de ister. Hepsini tek seferde ister. Ucuz olsun ister. En ufak bir sorun çıktığında dosdoğru doktoru suçlar. Uzman doktor olmanın bir sorumluluğu, hastayı yönetmek, güvenlikten taviz vermemek, her türlü riski hastaya baştan anlatıp olurunu almaktır. Olmayacak şeye para için olur demek, üçkağıtçı tüccarların yapacağı şeydir.

----------------

Resmen çam devirmişim! Öyle böyle değil...

Bu anımı Facebook'a hastalarımdan biri yazmış (tamamen tesadüf eseri rastgeldim ve okudum) Orada okuyunca aklıma geldi. Harbiden çam devirdiğim bir olaydır. Hastam da, bunu 'komik bir anı' olarak yazmış.

Bir gün bir transeksüel hastam telefon açıp yüz feminizasyonu (yüzün kadınsılaştırılması) ile ilgili olarak görüşmek istediğini söyleyip randevu aldı. Bir arkadaşı ile geleceğini de ekledi. Hastam diyorum ama bu hastayı daha önce görmemişim; sadece e-mail ile yazışmışız. Randevu günü geldiler. Merhaba, hoşgeldinizden sonra hemen hastam sandığım kadına dönüp başladım konuşmaya: "Yanaklarınızda hacim kaybı var. Kadınsı bir görüntü için yanaklarınıza yağ enjeksiyonu yapabiliriz. Ayrıca burun estetiği ile burunu ufaltırsak, görüntünüzün feminenleşmesine katkısı olur..." vs.

Konuştuğum ve hastam sandığım bayan "Ben değil, arkadaşım sizinle görüşmek için gelmişti. Trans birey olan o. Ben onun kız arkadaşıyım!" demez mi!

Meğer konuştuğum kadın, doğuştan kadınmış. Diğer koltukta oturan kadın ise muayene için randevu alan transeksüel hastammış. Ultra büyük bir çam devirmiştim; ama yemin ediyorum, yerimde kim olsa aynı hatayı yapardı. Ama durun, daha bitmedi... Olayın maalesef devamı da var.

Doğal olarak özür dileyip diğer koltukta oturan 'kadın'a yöneldim. Baktım... Baktım... Sağdan... Soldan... Valla yüzü kesinlikle kusursuza yakın feminen bir yüzdü. Zaten bu yüzden diğer kadını yüz feminizasyonu için gelen transeksüel kadın sanmıştım. Meğer transeksüel olan hastam, kız arkadaşı olan diğer kadından daha feminenmiş. Yüzünü iyice inceledim, yapacak bir şey bulamadım ve ameliyat önermedim. Bu durum, tabii ki diğer kadını oldukça sarsmış olmalı ama maalesef gerçekler bazen acı olabiliyor. Diğer kadının (doğuştan kadın) yüzü ile ilgili yapılabilecekler vardı. Burun estetiği de olsa iyiydi. Transeksüel kadın hastamın ise hiç bir şeye ihtiyacı yoktu..

Transeksüel hastam bu anıyı internette bir yerde yazmış ve şunu da eklemiş: "Doktor Oytun bey tamamen doğallıktan yana. Ben istediğim halde, yüzümün herhangi bir işleme gerek olmadığını söyledi. Yine de başkasının fikrini alabilirsiniz diyerek beni başka bir plastik cerrahın da görmesi için teşvik etti."

Alınacak ders: Sadece bu vaka ile ilgili değil, genel olarak söylüyorum: "Feminen olmanın doğuştan kadın olmakla, transeksüel olmakla alakası yok. Bazen öyle transeksüel hastalarla karşılaşıyoruz ki, konuşması, oturması, kalkması, mimikleri, bir çok kadından daha feminen. Bir zarafet sahibi. Üstelik bu içten gelen kadınsılık, ameliyatla yada başka bir yöntemle kazanılacak bir şey değil. Bayan, bu derece feminense ve fiziksel bir kusuru da yoksa, estetik cerrahi açıdan yapacak bir şey kalmıyor.."

--------------------

"Aaa, kahvaltı mı yapacaktık, sağ olun tokum hocam!"

"NEEY?!!"

Şehirdışından gelecek bir hastam vardı.. Plana göre hasta sabah kliniğe gelecek, muayenesini yapacağız, öğlen gibi de ameliyatını yapacağız, akşam göndereceğiz... Şunu not düşeyim; artık böyle çalışmıyoruz. Ameliyattan en az 24 saat önce hastayı kliniğimizde görüyoruz.

Tabii, adam ameliyat olmak üzere geldiğinden aç olması gerekiyor.

O sabah erkenden kliniğe gittim. Yolda da bir kaç poğaça, meyve suyu falan aldım. Tam atıştırırken hastam geldi.. Merhaba, hoşgeldiniz falan faslından sonra -ameliyat olacağından önemliydi- hastaya aç olup olmadığını sordum. Bana "Sağ olun tokum." dedi.

Nasıl ya! Aç olması gerekmiyor muydu?

"Aç değil misiniz? Ama ameliyat olacaktınız, aç gelin demiştim!" dedim.

Meğer masadaki poğaçaları görüp ikram ediyorum sanmış. Kibarlıktan tokum demiş.

Alınacak ders: Ameliyat sabahı hasta aç, cerrah tok (hafif bir kahvaltı yemeli) olmalı.

---------------

Hastanız aslında gizli müşteri olabilir mi?

Bu olay uzun bir zaman önce oldu (Yıl: 2004). Bir kadın burun estetiği olmak istediğini söyleyerek hastanemize geldi ve muayene oldu. Meslek olarak güzellik uzmanı olduğunu söylemişti. Resimlerini aldım, bilgisayarda bir çalışma yaptım. Fakat kadın hiç doğal değildi ve fena halde kötü bir oyuncu idi. Belki de bir sinema fanatiği olduğumdan kötü bir oyuncuyu, rol yapanı (daha doğrusu yapamayanı) anlayabiliyorum. Hatta hiç unutmuyorum, fena halde Gülben Ergen'i taklit ediyordu (ses tonu birebir Gülben Ergen'di diyebilirim). Bu kadın ameliyat günü aldı ve gitti. Hiç bir hasta beni bu kadar rahatsız etmemişti, kesinlikle rol yapıyordu. Ben de hiç yapmadığım bir şeyi yaptım ve akşam bu kadının adını Google'da aradım (en basit araştırma!). Tahmin ettiğim gibi çıkmıştı: bu kadın bir figürandı ve dizilerde figüranlık yapıyordu. Resimleri ve kayıtlı olduğu ajansın web sayfası hala bende saklıdır (şu an o ajansta kayıtlı görünmüyor). Ameliyat günü gelmedi tabii ki (gelmeyeceğini tahmin etmiştim). Bu kadın bir gizli müşteri idi. Tamamen benim paranoyam da olabilir bu olay tabii ki. Ama diğer meslektaşlarımdan da buna benzer hikayeler dinledim daha önce. Ayrıca bence bu kadının gizli müşteri olduğunun bir kanıtı da var: Hiç bir oyuncu burun estetiği olmak için bir plastik cerraha başvurduğunda, mesleğinin oyunculuk olduğunu gizlemez. Mesleği itibarıyla burnunun görünümü çok önemlidir ve ameliyatın planlanışında, yapılmasında ayrı bir özen istediği için mutlaka doktoruna, oyuncu olduğunu, hayatını görünüşü ile kazandığını söyler. Ünlü birisi ise zaten bilirsiniz, ismini henüz duyurmamış bir şarkıcı ya da oyuncu ise mutlaka işinden doktoruna bahseder. Bu gibi gizli müşteri şeklinde casusluğun ülkemizde (özellikle İstanbul gibi büyük şehirlerde, özel çalışan hekimler arasında) sıkça uygulandığını düşünüyorum.

Bu aslında sıkça uygulanan bir piyasa araştırması yöntemidir ve buna piyasada "Gizli Müşteri" deniyor. Bu yöntemde, casus olan kişi müşteri gibi rakip firmaya gidiyor ve firmanın çalışma şekli, ürünlerinin özellikleri ya da mağazanın dekorasyonu gibi konularda bilgi ediniyor. Yukarıdaki olayın ben İstanbul'a geldikten hemen bir iki ay içinde gerçekleştiğini belirtmeliyim. Belli ki İstanbul'a gelmemden rahatsız olan bir meslektaşım (kim olduğu hakkında net bir tahminim de var; eski bir arkadaşım maalesef) benim hakkımda bilgi toplamak için böyle bir yola başvurmuştu. Bu konuda hizmet veren web siteleri ve şirketler var. Google da "gizli müşteri" diye arayın, göreceksiniz.

Bu olayı neden anlattım? Özellikle genç meslektaşlarım büyük şehirlerde dönen dolapları bilsinler diye. (daha neler var da, buraya yazamıyorum...)

Alınacak ders: Saçma sapan işlerle uğraşan, sizi rakip gören meslektaşları boşverin siz. Yapılması gereken tek bir şey var: "İşinizi doğru yapın, gerisini boş verin."

----------------

Gelecek yazıda bazı özel sağlık kuruluşlarında (isim istemeyin) şahit olduğum skandala varan olaylardan bahsedeceğim. Örnek: Hasta yakınları zaten ölüm döşeğindeki hastaları kaybedildiğinde neden doktorlara saldırır? Doğuştan gross anomalisi olan bir bebeğin anomalisi anne karnında iken ultrasonda nasıl olur da fark edilmez? Tatsız bir yazı olacağı kesin...

--------------

Op. Dr. Oytun İdil

0533 5690649

oytunmd@gmail.com

www.peniscerrahisi.com

www.kozmetikcerrahi.com

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.