SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Angelina Brad'e, Biz bizimkine

Gündeme bomba gibi düşen haber sanki sadece gündeme değil yüreklerimizde de bomba etkisi yarattı.

Angelina Jolie ve Brad Pitt aşkının son bulması bir çok insanda belki de üzeri örtülmüş acıların, ertelenmiş intikamların, unutulmuş kızgınlıkların ve kapanmış defterlerin açılmasına sebep oldu.

Bir sabah uyandık, magazin haberlerini okuduk ve sanki yine, yeniden aşka olan inancımızı kaybettik.

Tutku ile başlayan bir aşk, bir sürü çocuk, özveri, romantizm, dayanışma derken kendimizi ihanet iddialarını konuşurken bulduk.

Bir anda hepimiz bir taraf olduk.

Angelina, düne kadar harika anne, öncü kadın, evin dişi kuşu olarak anılırken kimilerine göre birden bire eski aşk hikayeleri ve sapkın davranışları ile anılan, “eden bulur”damgasını yiyen kadın oluverdi.

Brad, ideal baba, harika eş, orta yaşın üstündeki tatlı adamken bazılarının gözünden düştü, bazılarına göre ise artık yorulmuştu... sonuç kaçınılmazdı.

Hikayenin öznelerinden biri olan Jennifer Aniston’da payına düşen capslerden nasibini aldı elbette. “Karma”kelimesi belki de son zamanlarda anılmadığı kadar anıldı.

Brangelina masalının son buluşu daha uzun zaman konuşulacak gibi görünüyor.

Belki de yaklaşık on yıldır örnek bir kadın erkek ilişkisi sergileyen çiftin hayatlarımızdaki yeni görevi ideal birer ebeveyn olma örneğine dönüşecek.

Belki de bu sayede bir çoğumuz duyguların değişmesine karşı olan korkumuzu yenme, başkalaşmaya olan fobimizden kurtulma, yeniden başlamaya olan önyargımızdan arınma fırsatı bulacağız.

Kim bilir belki bu son da bambaşka bir başlangıcın habercisidir.

Kim bilir belki kafamızı daha vahim olaylarla meşgul etmeliyiz.

Kim bilir belki de...o kadar da şey etmemek lazım yani... olur böyle arada.

Papatya Somer

Yazının devamı...

Aynı değiliz, “ÖL” ne demek?

Geçen yaz Kadıköy Metrobüs İstasyonu’ndan metrobüse bindim. Sıcak, yanıyor ortalık.

Üzerimde askılı bir elbise var.
Herkesinki kadar ince, herkesinki kadar kalın, herkesinki kadar askılı, herkesinki kadar kısa, herkesinki kadar uzun, herkesinki kadar açık… herkesinki gibi bir elbise.
Metrobüste 30 kişi varsa, 8 tanesinde benzer elbise var. O kadar standart bir haldeyim.

Fikirtepe durağından bir kadın bindi. Siyah, simsiyah çarşaflı.
Hiçbir yeri görünmüyor. Gözleri de görünmüyor çünkü gözlükleri var.
Bravo valla, bu sıcakta, siyah, komple kapalı.
Helal olsun inandığının ardında duruyor, sıcağa rağmen, yaşadığı ortamdaki değişime rağmen.

Ayaktayız, karşılıklı sayılırız. Gözlükleri çıkarttı, bana baktı, baktı, baktı. Sanırım midesinde bir sorun vardı çünkü yüzünde kusmak üzere olduğunu belirten ifadeler oluştu.
Ağzı ile “Tçıkk tçıkkk” tarzında sesler çıkarttı… dudaklarını büzdü ve “tuuüüüü” belimden aşağı hizaya tükürük efekti vererek garip bir hareket yaptı.

O an anladım ki, aşağılanıyorum.
Havaya uygun olarak giydiğim kıyafetimden dolayı yediğim damgayı fısıldamalarını duyunca fark ettim.
Ettim ve görmezden gelmeye kadar verdim.
Ancak siyahlar içindeki kadın devam etmekten çekinmedi, fısıldamaya, tçık tçık tçıklara, hakarete devam etti.

Metrobüsteki bazı kadınlar benim gibi elbise, bazıları şort bluz, bazıları eşarp ince pardesü giymişlerdi.
Farklı olan ben ya da diğer kadınlar değildik ki, oydu.
Ancak kimse ona “Neden böyle giyindin bu sıcakta?” demiyordu.
Kimse ona dönüp bakmıyordu bile…
Herkes kendi halindeydi. Herkes farklı giyim tercihlerine rağmen medeniyet içinde yolculuğuna devam ediyordu.
O’nun dışında.

Dayanamadım artık.
Bir şey yapmam lazımdı.
Sordum.. “”
Cevap veremedi. Ne diyecekti ki?

“” mi diyecekti?
“” mi diyecekti?

Ne hakla?
Kendi inancı doğrultusunda giyinen bu kadın aynı hakkı neden bana tanımıyordu?

Bu kadın Ayşegül Terzi’ye tekme atan zihniyet ile aynı zihniyet.
Üstelik bu bir kadın.
Kendi gibi olmayanı dışlayan, ancak herkes gibi olmadığında bunda bir sakınca görmeyen bir canlı.

Abdullah Çakıroğlu gibi.. aynı onun gibi bir canlı…

Otobüse bindi, Ayşegül’ün şortunu gördü, kararı verdi, tekmeyi attı. Neden çünkü karısı, kızı, annesi, komşusu, akrabası gibi giyinmiyordu.
Farklıydı, ona göre.
Şort giyerek, bacaklarını ortada bırakarak bu tekmeyi hak etmişti ona göre.
Bir kadın şort giyiyorsa ölmeliydi, ona göre.

Çünkü Abdullah Çakıroğlu gibi bir yapı; kendi gibi düşünmeyeni, kendi gibi inanmayanı, kendi gibi yaşamayanı kabul edemeyecek bir sığlıkta.

Çünkü Abdullah Çakıroğlu gibi bir canlı; beslenme, üreme, barınma gibi temel ihtiyaçlardan ibaret sanıyor hayatı.

Çünkü Abdullah Çakıroğlu gibi bir mekanizma; doğduğu andan itibaren erkek olmanın ona verdiği rahatlık ile önüne geleni söyleme, yapma, yok etme hakkına sahip olduğunu sanıyor.

Çünkü Abdullah Çakıroğlu gibi bir zihniyet; ne yazık ki toplu taşıma kullanan her kadının yılda ortalama 6-7 defa maruz kaldığı bakışı, sözü, teması normal karşılıyor.

Merak Ediyorum!
Kızım dışarı çıkarken şort giymeye korkarsa ve sorarsa; “Bana bir şey yaparlar mı anne?”
Ne diyeceğim?

PS:
Abdullah Çakıroğlu canlısı gibilerine tepkisiz kalmamalıyız.
Bu tip canlılara kendi gibi olmayanlarla aynı ortamda yaşama medeniyetini öğretmeye çalışmalı, alıştırmak için çaba harcamalı ve evcilleştirmeye katkı sağlamalıyız.

Papatya Somer

Yazının devamı...

Selam 'güvenlik alanı' hayatımı sen mahvettin!

Caaaanım ciğerim İngilizce ‘den haznemize sokmaya bayıldığımız ifadelerden biri de “”.

Nam-ı değer “”.

Halk dilinde kullanım şekli ile şöyle açıklayabiliriz;

İçinde bulunduğun durum, yaşadığın yer, işin, ilişkin, veya olduğun herhangi bir halden memnun değilsin ama durumu değiştirmeye cesaret edemiyorsun.

Neden edemiyorum?
Zira daha iyisini bulamamaktan korkuyorum!

İşte kilit cümle “Daha iyisini bulamama endişesi”

Güvenlik alanımız (tırnak içinde comfort zone) bizi ipleri ile öyle bir bağlamış, süslü sözleri ile öyle bir kandırmış, ışıklı tabelaları ile öyle bir büyülemiş ki; vazgeçmek bir yana biraz değiştirip evriltmeye bile cesaretimiz yok.

“Ay ben değişikliği fazla sevmiyorum”diyerek kendimizi kandırmaya devam ediyoruz ama hayat geçip gidiyor. Yıllar sular seller gibi akıp gidiyor ve biz inanmadığımız hayatları yaşamaya devam ediyoruz.

Bazılarımız hayaller kurup ertelemeye devam ederken, bazılarımız ise sadece bunalımlara girip girip çıkıyoruz.

Sonra ne yapıyoruz?
Ne yapacağız;
Bayram tatilinin hafta sonu ile birleşmesi sonucu fırsat bulduğumuz 9 günlük tatil için ucuz uçak bileti bulup, yurt dışına tatile gitmeyi yenilenmek sanıyoruz.

PS:

“Of Papatya şurada bir kaç gün kafa dinledik, moralimizi sıfıra indirdin bıraktın resmen”diyorsunuz, diyorsunuz da... Hatırlatmak isterim ki önümüzdeki seneye kadar bir daha böyle uzun tatil yok JYenilenmek için artık şu Güvenlik Alanı’ndan çıkma zamanı gelmedi mi?

Güvenlik Alanları Nelerdir?
Güvenlik Alanlarından Nasıl Çıkılır?

Güvenlik alanlarımız genellikle hayatımızın temelini oluşturan ana hatlardadır.

Yani; İlişkimiz, Arkadaşlarımız, İşimiz, Yaşam Alanımız, İmajımız.

Temel maddelerden birini değiştirmenin çok ciddi bir karar olduğunu biliyorum.

Ancak eğer;

-Her sabah uyandığımda nefret ederek gittiğim bir işim,

-Her gün saatlerce mesaj veya telefon konuşmaları ile kavga ettiğim ve artık sarılmak istemediğim bir sevgilim,

-Dünyanın parasını ödediğim ancak varabilmek için üç vasıta değiştirmek zorunda kaldığım ve hiç bir arkadaşımın zırt diye gelemediği bir evim,

-Ne zaman ihtiyacım olsa aramama cevap vermeyen ve kaprislerinden bıktığım eski bir arkadaşım,

-Yıllardır aynı boyda olan, sürekli dökülen ve mütemadiyen at kuyruğu yaptığım saçlarım varsa...

Bu işte bir hatta birden çok sıkıntı var demektir...

Sırf “daha iyisini bulazsam?”diye işini değiştirmemek,

“daha iyi biri karşıma çıkmazsa?”diye sevgilinle yolları ayırmamak,
“kiralar bu aralar çok arttı”diye emlakçılara danışmamak,
“başka arkadaş bulamam”diye bencil bir arkadaşa katlanarak gösterdiğin üstün sabır karşısında bir madalya bekliyorsan, öyle bir madalya henüz kimseye verilmedi.

Korkularımız, endişelerimiz, kaygılarımız bizim hayal gücümüz kadar büyüktür.

Kimse bizden kocaman adımlar atıp, birden bambaşka biri olmamızı beklemiyor. İstemediklerimize “hayır”cevabı verecek kadar küçük bir adım atmak bile yeterli.

Yarın istifa edip, sevgiliyi terk edip, saçları kısacık kestirip, Ege’ye yerleşmekten bahsetmiyorum...

Bahsettiğim hak ettiğimize inandığımız ufak adıları atmak. Değişimden korkmamak. Büyük değişimler cesaretimizi kırıyor olabilir, bu yüzden değişimleri ufak ufak yapıp alışmakta fayda olduğunu düşünüyorum.

Örneğin; Yarın uzun zamandır giymediğimiz bir elbiseyi giyebilir veya uzun zamandır aramadığımız bir arkadaşı arayabiliriz (Evet sitem edecek olsa bile)

Örneğin; Uzun zamandır beğendiğimiz muhitteki evlerin kiralarını araştırabilir, civarlarda oturan tanıdıklara sorabiliriz.

Örneğin; İş çıkışında haftada 1-2 gün gidebilceğimiz bir kurs araştırabilir, uzmanlığımıza bir yenisini ekleyerek kariyer değişimi için ilk adımı atabiliriz.

Örneğin; Farklı bir renkteki göz kalemini deneyebilir ve bir hafta boyunca her gün yeni bir renk göz kalemi deneyebiliriz.

Ufak değişimler büyük gelişimler için atılan güzel adımlardır ve sağlam temeller üzerine yapılan değişimler harikalar getirir.

Papatya Somer

papatya.somer@milliyet.com.tr

Yazının devamı...

Spiritüel uyanışın göstergeleri

Son 5 yılda yoğun olarak hayatımıza giren “alternatif inanç kavramları”diye adlandırmayı doğru bulduğum bazı kelimeler/ifadeler var spiritüel de onlardan biri.

Konu ile uzaktan yakından alakası olmayanlar için belirtmek isterim...

TDK’nın spiritüel kelimesi için açıklaması şöyle;
Tinsel, Madde ile ilgisi olmayan, Manevi, Ruhsal

Başlıkta geçen spiritüel kelimesine aldanıp eksantrik bir içerik okuyacağınızı sanıyorsanız yanılgı büyük, onu peşinen söyleyeyim. Meslek hastalığım olsa gerek “tıklanma” oranı yüksek ifadeleri kullanmadan duramıyorum :)


Son zamanlarda sıklıkla belirtiyorum, ben ruhsal uyanışımı yolun yarısı olarak tabir edilen 35 yaşıma geldiğimde yaşadım.

Aşağıda sıralayacağım maddelerin içinden ya derin bir nefes alarak geçtim, ya da geçmeye devam ediyorum.

Siz de (hangi yaşta olursanız olun) bu maddelerden bir veya bir kaçını hissettiğinizi, deneyimlediğinizi fark ediyorsanız ruhsal bir uyanmaya doğru gidiyorsunuz demektir.

Ruhsal uyanışın bize ne gibi faydalar getirdiğini de bizzat maddelerde göreceksiniz.

Kendinizde bu maddelerden farklı uyanışlar görüyorsanız bana yazın, uyuyanları da uyandıralım:)

Sadeliğin cazibesini görüyorsun...

Giyiminden, konuşmalarına, evindeki eşyalardan, çantandaki ıvır zıvıra kadar her şeyinde sadeliği tercih etmeye başladın. Materyal ile ilişkini kesmenin cazipliğini fark ettin ve fazlalığa tahammülün kalmadı.

Yaşasın kafa açan kitaplar...

Eskiden zaman geçirmek için, uykuya dalmak için, popüler olduğu söylendiği için okuduğun kitaplar vardı. Şimdi ise kitapçıda kitap adı değil, kitap türü soruyorsun. Ne istediğini, neye ihtiyacın olduğunu, neyi öğrenmen veya geliştirmen gerektiğini çok iyi biliyor ve bunun üzerine gidiyorsun.

Sessizlik sana bir şeyler fısıldıyor...

Meditasyon dediğimiz şey sandığın kadar antin kuntin bir şey değil ve o sırada “auuuummmm”sesi çıkartmak zorunda da değilsin, bunu fark ettin artık. Gün içinde zihnini dinlendirmek için kısacık bile olsa zamanlar yaratmak konusunda oldukça başarılısın. Üstelik kimse bunu fark etmese bile. Kendinle kalmak gibisi var mı ? :)

Konu güzellik değil sağlık...

Yediklerine dikkat etmenin sebebi 6 yıl önce aldığın ve artık sana olmayan, bir gün giymeye inat ettiğin etek değil, sağlıklı yaşamanın kendine ve bedenine duyduğun saygı olduğunu fark etmiş olmandan.

Doğada olmakdemek Pazar günleri sahile inmekdemek değil...

Hızla mekanikleşen dünya üzerinde doğal olanların yok oluşuna tanıklık etmenin acısını hissediyorsun. Evinde çiçek besleyememekten şikayet ederken ufak bir kaktüs ile konuya hakimiyetini geliştirmeye başladın bile. Keşke balkonun daha büyük olsa da yiyebileceğin bitkilerden de yetiştirebilsen. Bir sonraki tatilini kesinlikle bir kamp alanında geçirecek ve yeşilin yüzlerce tonuna tanıklık edeceksin.

Elin taşın atında çok daha rahat...

Duyarlı olmanın etrafında olup bitene sadece “ah-vay-tüh”demek olmadığını biliyorsun. Tek başına dünyadaki tüm kötülükleri yenemeyeceğinin farkındasın ancak ufacık bile olsa bir hamle ile fark yaratabileceğini biliyorsun. İhtiyacı olana yardım etmenin, yeteneklerin dahilinde faydalı olmanın ne denli önemli ve kolay olduğunu biliyorsun.

İpler senin elinde...

Sorumluluk kelimesini zorluk veya zorunluluk ile karıştırmayı bıraktın. Sorumluluk almanın özgürleşme ile eş değer olduğunu biliyor ve hayatının her köşesinin sorumluluğunu alıyorsun. Yaşadığın olumlu veya olumsuz her durum karşısında sorumluluk sana ait olduğu için etrafındakileri suçlamaktan vazgeçtin bile.

Geçmiş ve Gelecek dengesini görüyorsun...

Olmuş için üzülüp geçmişe tutunmak, olacak için endişelenip gelecekten korkmak sana göre değil. İçinde bulunduğun zamanı kaliteli hale getirip keyfine varmak için harcadığın enerjinin ne kadar değerli olduğunu farkındasın.

Yaratıcılığının sınırsızlığı büyüleyici...

Seni engelleyen tek şeyin kendin olduğunu fark ettin. Sana sunulanı değil, kendi şekillendirdiğini yaşamanın hiçte zor olmadığını görüyor ve istediklerine ulaşmak için ihtiyacın olan gücü içinde hissediyor, bunu kullanıyorsun.

Aynadakine göz kırpmadan güne başlamıyorsun...

Kendinle ettiğin kavgalar son buldu. Yanlışlar da yapmış olsan, öğrendiklerin çok fazla. Donanımını pozitif yönde kullanarak huzur, keyif, yaratıcılık, sevgi, bolluk ve sağlık dolu bir yaşantıyı hak ettiğini biliyorsun.

Günaydın şekerler...
Ruhsal bir uyanış içinde olduğunuzu düşünmüyorsanız okuduklarınızın bile ne kadar hafif hissettirdiğini fark ederek uyanmaya hazırlanabilirsiniz ;)

Papatya Somer

papatya.somer@milliyet.com.tr

Yazının devamı...

Neden Kurban Kesiyoruz?

Her sene Kurban Bayramı zamanı geldiğinde; burnumda kan ve çiğ et kokusu, kafamda soru işaretleri, gözlerimde dehşet..

Biliyorum yalnız değilim.

Ancak bunları yalnızca vejetaryenler, hayvan severler, dini duyguları/bilgileri sığ olanlar hissediyor sanmayın.

Bu sabah açtım okudum, bakındım, sordum soruşturdum.

Neden Kurban Kesiyoruz?

İnternet dediğin şey deniz derya. Google’a bir sor bin işit. Birbirinden farklı tezler savunan binlerce, on binlerce kaynak var ve hepsi de farklı şeyler söyleyebiliyor.

Hepsini derleyerek söylemek gerekirse, görünen o ki kurban kesilmesinin sebebi;

Hz. İbrahim’in Allah’tan bir erkek çocuk istemesi ve bunun olması karşılığında bu çocuğu kurban etmeyi taahhüt etmesi. Oğlu olduktan sonra bir gece rüyasında onu kurban edişini görmesi üzerine verdiği söz aklına gelen Hz. İbrahim oğlunu alarak kurban etmeye yöneliyor.

Oğlunu kurban etmek üzere olduğu sırada ona gönderilen koç ile Allah’a verdiği sözü tuttuğunun görülmesi ve sadakati sebebi ile ödüllendirildiği söylenmekte.

Başarı ile geçilen bu imtihan sonrasında Müslümanlar Hicri Takvim’e göre Zilhicce ayının onuncu gününden itibaren 4 gün boyunca Kurban Bayram’ını kutluyor ve Hz. İbrahim’in başlatmış olduğuna inanılan geleneği devam ettirerek kurban kesiyorlar.

Şükretme, verdiği sözü yerine getirme, sadakat gibi duyguların ortaya çıkışını ve ortaya koyulmasını pekiştiren bu hareket günümüze bir gelenek olarak gelmiş ve devam ettirilmekte.

Bize verilene şükretmek, verdiğimiz sözü tutmak, sadık kalmak gibi ahlaki ve vicdani değerlere sahip çıkmak harika. Hz. İbrahim’in verdiği sözün aklına gelerek bu sözü yerine getirmesi de çok harika.



Hz. İbrahim’in günün şartları, cehaleti ve korkuları ile verdiği söz sonucunda gösterdiği sadakatin ve şükürün günümüzde “can almak” şeklinde devam etmesi yerine Allah’a, Allah’ın bize verdiklerine olan minnetimizi, sahip olduklarımıza sahip olmayanların hallerine olan duyarlılığımızı, ettiğimiz duaların karşılık bulmasına şükredişimizi, sevdiklerimize ve sahip olduklarımıza olan sadakatimizi göstermenin yolu KURBAN ETMEK mi olmalı?

Ahlaki ve Vicdani değerlerin öğrenilmesi, korunması ilkesine sahip bir yol gösterici olan DİN kavramına ait kutsal günler yine AHLAKİ ve VİCDANİ değerler göz önünde tutularak kutlanmalı.

Kurban Bayramı geldiğinde bir açı doyurmak, 4 gün boyunca mabedine kapanıp sana verilenlere şükretmek, evlatlarına vicdanı ve ahlakı anlatmak, yalnızlara can yoldaşı olmak, küslüklerin ve kızgınların ile barışmak için adım atmak gibi kavramlar ile Allah’a olan yakınlığını, sadakatini ve şükredişini göstermiş olmaz mısın?

Olabilirsin... Bir dene..

Papatya Somer

Yazının devamı...

Hey Ebeveyn! Ehliyetin var mı?

ÖZETLE;

Hikaye şöyle…

Birkaç hafta önce yolumuz ani bir fren sesi ile kesildi ve ardından gelen çarpma sesi ile standart bir şehir içi kazanın ortasında bulduk kendimizi.

Ancak bu çarpma belki de; aslında… benim ve Serdar’ın farkındalığımıza yapılmış bir “DUR, BAK, GÖR, ÖĞREN, UYGULA” uyarısıydı.

Söz konusu kazanın diğer kahramanı anne babalara, anne baba adaylarına EBEVEYN EHLİYETİ vermeyi, çocukların birer donanımlı yetişkine dönüşmelerini görev edinmiş, bunun için kolları sıvamış güzel insan Gülce Erhan’dı.

İşte Gülce ile tanışmamız ve çocuklarımızın hayatında belki de çok önemli noktalara dokunmamız konusunda bizi bilinçlendirmesi için kolları sıvama şansını bulmamız böyle oldu…

Trafik kazamız için gelen polis memurları bizden ehliyetlerimizi istedi… İki tarafta rahatlıkla uzattı.

Peki ya otomobil kullanmaktan çok daha önemli görevimiz olan ebeveynlik için uzmanlığımız ne durumda?

Hangimizin EBEVEYN EHLİYETİ VAR?

Ebeveynlik adına bir çok kitap okuduğunuzu biliyorum. Sağ olsun pedagoglarımız biz anneleri ve babaları oldukça bilinçli birer ebeveyn hale getirmek için ellerinden geleni yapıyorlar.

Ancak önemli bir gerçeği belirtmeden geçemeyeceğim ki;

-Öğütleri içselleştirmediğimiz,

-Konuya hakimiyetimizi arttırmadığımız,

-Pedagoglar ile görüşmelerimizi sadece çocuğumuzu oyun terapisi vs randevulara götürüp uzmanımıza “ideal ebeveyn” –miş gibi görünmeye çalışan klişeleşmiş cümleleri/ soruları sarf edip uygulamadığımız sürece….. faydaları 3 cm’den 5 cm’e uzamıyor.

Gülce ile kahve içip gerekli evrak alışverişini halletmek (malum trafik kazasından sebep) için buluştuk, bu sırada bana EBEVEYN EHLİYETİ Programı’nda neler yaptıkları, çocuklarda ne gibi değişimlere sebep olduğu gibi detayları anlattı. Hatta Bulut, Peri ve Baran ile ilgili sohbetlerimizde bazı önerilerde bulundu.

Yıllarını uzmanları dinleyip okuyan biri olarak söylemeliyim ki, bu kadar hızlı olumlu dönüşler beklemiyordum…

EBEVEYN EHLİYETİ Programı kısaca;

0-23 Yaş arası çocuklar ve ebeveynleri arasındaki iletişim engellerini ortadan kaldıran, aile içi iletişimi güçlendiren 18 saatlik bir program. Yani benim gibi ergen ve ön ergen annesi iseniz ve ne yapacağınızı bilmiyorsanız da yalnız değilsiniz. Sadece küçük çocuğu olanlara değil, yetişkin çocukları olanların da asla “geç mi kaldım?” dememesi gereken bir sistemden bahsediyorum.

1996 ayılında Mag. Maria Neuberger – Schmidt tarafından Avusturya’da geliştirilen ABC-EBEVEYN Programı Carl Rogers, Thomas Gordon gibi psikologların öncülük ettiği HÜMANİSTİK PSİKOLOJİ yaklaşımını ve ŞİDDETSİZ İLETİŞİM’i temel alıyormuş.

Klişe öneriler ve uygulayamadığımız taktikler konusunda neler düşündüğünüzü ve hissettiğinizi biliyorum.
EBEVEYN EHLİYETİ’nin bu zamana kadar duyduğumuz, denediğimiz programlardan çok farklı yaklaşımda oluşu dikkatimi çektiği için hem sizlerle paylaşmak hem de derinlemesine öğrenmek istedim.

Önümüzdeki hafta EBEVEYNLİK EHLİYETİ Programı’nı ülkemize getiren sevgili Gülce ile yapacağımız röportajda sistemi derinlemesine öğreneceğiz. Bu konuda sormak istediğiniz sorular varsa lütfen bana gönderin…

Çocuklarımız ile sağlıklı iletişim kurabilmek, sağlıklı birer birey olmaları için ilk tohumları atmak, sağlam temellerinin olması için doğru mesajları vermek için asla geç değil….

Ebeveyn Ehliyeti Programı’na aşağıdaki adreslerden ulaşabilir, bana dilediğiniz soruyu gönderebilirsiniz…

https://www.facebook.com/renkliakademi

Papatya Somer

Yazının devamı...

Susmayı kendine kader mi edindin?


Susmayı tercih ettiğiniz zaman, iş işten geçmiştir artık.

Bir defa sustuğunuzda, 'erkekliğe' sığmaz artık konuşmak. İç yana dursun, kalp kırıla. “Diyeceğini o anda diyecektin...!”

Kadınların en büyük hatalarından biri, zamanı geldiğinde konuşmamak galiba.

Ufacık detaylara takılıp, bağırıp çağıracağımıza, asıl konuşmamız gereken yerde sustuğumuz zaman, olgun kadın olduğumuzu ve takdir göreceğimizi sanıyoruz...

Biliyor musunuz..? Yanılıyoruz...!

Kimsenin bu durumun takdir ettiği falan yok.

Susmanın durumu kabul etmek ve 'benim için sorun yok' demek olduğunu unutmayalım.

Kadın olmak her durumun olurunu bulmak mı?

Yuvayı yapmakla mükellef dişi kuş, hiç mi kalp ağrısı çekmez? Üstelik ne kadarda miniktir yüreği, kocaman şeyleri sığdırır içine.

Canını gerçekten acıttığında gerekeni söyleyeceksin arkadaş.

'Sen' diyeceksin...'sen' bana bunları yaptın.. 'sen' acıttın canımı... 'al…. al bu da cezan...:)

Susmuş kadınların dramı isimli bir roman var mı?

Romana gerek var mı?

Etrafınıza bir bakın... Bir iki kuşak öteye gittiğinizde, türlüsünü görmek mümkün.

Seç, beğen, al.. yararlan da ama! Bir şeyler öğren, bir pay çıkart kendine.

Hiç edilmiş hayatlardan, uğrunda vazgeçilmişliklerin sonradan yok oluşundan, süpürge edilen saçlardan nasihat dinle.

Susmayı tercih ettiğimizde, boğazımız düğümleniyor da gözümüzdeki hüzün düğümlenemiyor bir türlü.

Aynaya her baktığımızda, kendi kendimize “hak ettiğim bu değildi” demek nefret ettirebiliyor kendimizden.

Zamanı geldiğinde, geleni... bittiğinde gideni durdurmayalım o zaman.

Durdurmayalım ki.. neyse...!

Papatya Somer

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.